“Güneş Toprağı” Afganistanlı Taş İşçileri ve “Gölgeler Turnuvası”

Üç taş ustası… Üç Afganistanlı… On yıldır Türkiye’deler. Türkçe’yi zar zor konuşuyorlar. Dertlerini anlatacak kadar. Dilleri değil, elleri konuşuyor. Taşı taş üstüne koyup, duvar örüyorlar. Taşı “gediğine” koymadan önce, çekiçle biçimlendiriyorlar. Çekiç sesleri birbirine karışıyor. Neredeyse, hiç konuşmuyorlar. Yorgunlar. Ancak, taş kırmaktan değil yalnız. Yirmi dört saatte, iki işte çalıştıkları için. 

İki yüzyıldır emperyalist savaşlardan yorgun bir ülkeden geliyorlar. 1839’da, “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk” Büyük Britanya, Çarlık Rusyası ile arasındaki “Gölgeler Turnuvası”nın ilk galibi olarak, eski adı “Güneş Toprağı”(1), olan  Afganistan’ı işgal eder. İşgal 1919’a kadar devam eder. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Almanya’nın yanında konumlanan işgal altındaki Afganistan, savaşın kaybedenlerindendir. Rusya’da ise 1917’de, Rusya işçi sınıfı kendi iktidarını ilan ederek, Çarlığı devirmiş,  emperyalist savaştan ve Çarlığın işgal ettiği topraklardan çekilmiş, savaş esirlerini serbest bırakmıştır. 

Bununla yetinmeyip, işgal atlındaki topraklarda emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı verilen Türkiye coğrafyası gibi Afganistan yurdunda, sömürge ülkelerde, Halkların Kendi Kaderini Tayin Hakkını(2) ve mücadeleyi destekler. Tüm sömürge ülkelerde olduğu gibi işbirlikçi hükümetler eliyle yönetilen, işgal altındaki Afganistan’da da genç Sovyet güneşi yükseliyordu. Bu ilgiyi soğurmak üzere, İngiltere, Mayıs 1919’da işbirlikçi hükümet tarafından bağımsızlığı ilan edilen Afganistan’ı hemen tanır ve çekilir.  2021’de benzer tanıma eylemi, ABD tarafından, iktidar Taliban’a teslim edilerek gerçekleştirecektir. 

 “On dokuzuncu yüzyıldaki gelenek, Afganistan’ı İngiliz ve Rus gizli ajanlarının yeraltındaki savaşlarını sürdürdükleri tarafsız bir bölge haline getirmiş”, “sistem, aynı yöntemler ve muhtemelen büyük ölçüde devam ediyordu.”(3) Birinci Emperyalist Savaş’ın ardından “Batmayan Güneş İngiltere”, sömürgelerini kaybeder, özgürlük güneşinin ardında yiterken ABD, liderliğe yerleşir. Örgütlü emperyalizm, mali oligarşinin faşist iktidarı(4) dünyanın her yerinde olduğu gibi Dünya işçi sınıfının, “kendi burjuvazisine karşı”,  SSCB’de cisimleşen bağımsızlık ve iktidar savaşı ile antikomünist ideolojik mücadeleden bir adım geri atmayacaktır. 

1978 de ilan edilen Afganistan Halk Cumhuriyeti’nden elini çekmeyen ABD liderliğindeki emperyalistler tarafından, 1979’da, Kızıl Ordusu Afganistan’a çağrılan SSCB’nin Afganistan’daki varlığının işgal olarak nitelendirilmesi şaşırtıcı olmaz. “Yeşil Kuşak” olarak bilinen, Sovyetler ve bağımsızlık arayışlarına karşı antikomünist mücadeleyi Müslüman Kardeşler, El-Kaide, Taliban gibi şeriatçı çeteler, Mücahit Birlikleri kurarak silahlandırdığı militarist örgütler aracılığıyla sürdürecektir. 1983’de ABD Başkanı Ronalt Regan, “Özgürlük Savaşçısı” olarak adlandırdığı  Afgan Mücahitleri, Beyaz Saray’da ağırlayacaktır(5)

1991’de SSCB’nin çözülüşünün mimarı Gorbaçov, 11 Mart 1985’de Kızıl Ordu’yu geri çekerek, Afganistan’ı, ABD liderliğindeki emperyalizm ve işbirlikçi Mücahitler başta olmak üzere, şeriatçı çetelere teslim eder. 2001’de, nihayet Afganistan’a giren emperyalist (NATO) Çok Uluslu Ordu denetimindeki demokrasi oyunlarının hiçbiri iç savaşa son veremezdi. Vermedi. Afgan halkı, Afganistan işçi sınıfı emperyalizme karşı bağımsızlık, “yerli ve milli” işbirlikçi sınıfa karşı eşitlik, özgürlük için iktidar savaşında yalnız bırakılmıştı.  Emperyalist ordular, nihayet, 2021’de Afganistan’da iktidarı, Doha’da anlaştığı Taliban’a  bırakarak, çekildi.

Taliban iktidara yerleştikten sonra yaşamak için, emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan, iki yüz yıldır süren emperyalist işgale karşı bağımsızlık, işbirlikçi sınıfa karşı iktidar savaşını sürdüren Afganistan işçi sınıfı başta olmak üzere, emekçi, üretici sınıflar için yıkımdan başka bir şey getirmedi. Bağımsızlık ve eşitlik özgürlük savaşı kaybedilmişti. Afganlılar o gün bugündür, SSCB çekildikten sonra kırk yıldır mülteci. Emperyalizmin başından beri desteklediği gericiliğin iktidara yerleşmesi çözüm getirmemiştir.  Kendisi sorundur. Zira, emperyalist sömürü ve yağmanın biricik yerli ortakları sayesinde gerçekleşen toplumcu, eşitlikçi, özgürlükçü olmak şöyle dursun, (görünürde) şer’i yani üretim ilişkilerinin kapitalist niteliğini inkar, yasama, yürütme ve yargı yetkisini tanrıdan aldığını iddia eden bir yönetim söz konusudur.  Oysa, Afganistan’da olan emperyalizmin Sovyet sonrası döneme imzasını atan yeni sömürgeciliğidir. Birleşen banka ve sanayi burjuvazisinin, mali oligarşinin iktidarıdır; gerici ve faşisttir. Demokrasi maskesi altında, sömürü ve yağma meşruiyet kazanmakta, faşist ve gerici iktidarını güçlendirmektedir*.    

TRT Haber’in deyimiyle, “dünyanın en istikrarsız ülkelerinden Afganistan, 40 yıldan bu yana kesintisiz göçmen üreten bir ülke”dir. Öykümüzdeki üç taş işçisi de, Afgan mültecilerdir. Çalışma karnesi alamadıklarından sosyal güvenceye, iş güvencesine sahip olmaksızın, kaçak olarak çalışmaktadırlar. Mülteci en ucuz işgücü, emeği en ucuzdur; çünkü yurtsuz, kimliksiz, karnesiz bırakılmıştır. Bu, tam da iktidardaki sermaye sınıfının işine gelmektedir. Özellikle, Türkiye kapitalizmi gibi geç kapitalist ülkelerde sermaye birikimi, köleler ve serflerin doğrudan ücretli-emekçiye dönüşmeleri ile değil, doğrudan üreticilerin mülksüzleştirilmeleri, yani sahibinin emeğine dayanan özel mülkiyetin çözülüp yok olması (6), “ilkel birikim” olarak gerçekleşen ülkelerde.   

Akşam, saat 17’de iş bırakıp, yine aynı yoldan bir buçuk saat sonra evlerine bırakılıyor,  taş işçileri. Üç taş ustası, üç Afgan, üç kaçak işçi, hiç konuşmuyorlar. Acele de etmiyorlar. Güçlerinin bir kısmını gecenin bir saatinde uykuyu bölüp gidecekleri ikinci iş için saklıyorlar. Yorgunlar. Yolda geçen toplamda üç saat sayılmazsa, sekiz saatlik iş gününde m2 hesabı çalışsalardı zarar edeceklerini bilerek, yevmiye ile anlaşmışlardı. İkinci işleri olmasaydı, şantiyede kalabilirlerdi. Ancak, kuralları onlar koyuyordu. Zira, taş işçisiydiler. Türkiyeli işçilerin yapmadığı bir işi yapıyorlardı. Üstelik daha ucuza.

Çekiç sesleri sessizliği bozuyordu. Ancak, çekici tutan eller taş ustalarına ait değildi artık. Her ne kadar, bir meta olsa da, pazara sunulmak için değil, barınmak için yapılan evin üretim süreci uzadıkça, maliyet artıyor, iş sahibinin bütçesini aşıyordu. İşi durdurdu, durduracak; ev bitmeyecek gibi görünüyordu.  

Derken, kepçesini taş ustalarının hizmetine tahsis eden, harcını karıp, taşıyla ustalara taşıyan Adem çekici eline alır, başlar taş kırmaya. Adem kırar, kepçe taşır, ustalar yerleştirir. Çekiç sesleri bir melodi tutturmuş, kararlı, düzenli çalışıyor; bu iş bitecek, diyordu. Yanı sıra, kepçe açtığı çukurda harç karmaya, taşıyla birlikte ustalara vermeye devam eder.  Her ne kadar,  “emekçinin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti, ister tarımsal, ister manifaktür,  ister her ikisi olsun, küçük işletmenin temelidir; küçük işletme gene, toplumsal üretim ile emekçinin kendisinin özgür kişiliğinin gelişmesinin temel koşuludur… Bu üretim araçlarının toplaşmasını dıştaladığı gibi, her ayrı üretim süreci içindeki elbirliğini, işbölümünü, toplum tarafından doğa kuvvetlerinin denetim altına alınmasını ve üretken biçimde kullanılmasını ve toplumsal üretken  güçlerin serbestçe gelişmesini dıştalar”(7)olsa da! Kapitalizmin her krizinde yığınlar halinde işçileşecek, üretim araçları üzerindeki bireysel, özel mülkiyetini kaybedecek olan işçi sınıfının müttefikidir. Şimdi çalışıyor makineleri, elleri; çekiç sesleri düzenli yankılanıyor tepede.   

İşi birkaç gün içinde bitirmek umuduyla, çekici eline almaya karar veren hafriyat araçları sahibi Adem, işin başında ilk on beş gün için olduğu gibi, paletli kepçeyi kamyona yükler, işin yapıldığı yere getirir. Lobet(taşıyıcı büyük arac)ı, boş olarak yüklemeye uygun, düz bir zemine getirir önce. Kepçe, lobete yüklenmek üzere paletleri üzerinde yavaş yavaş ilerler. Arkasından yaklaştıkça, çarpmayacak şekilde kepçesini kaldırır. Kepçe lobetin sırtına dayanırken, demir paletler üzerine çıkmak üzere, yerden kırk beş derece açıyla yükselir. En uç kısmındaki dişliler lobetin gövdesine otururken, kepçe arkaya geçmek için harekete geçer. Adem’in deneyimli gözetiminde, operatörün marifetli ellerinde kepçe ve operatör kabini 180 derece arkaya döner. Bu sırada kepçe yola/yere yaslanarak, kabiniyle birlikte paletlerin  güvenli bir şekilde yerleşmesi için dayanak noktası oluşturur. Önce, paletler hiç ilerlemeksizin, 45 derecelik açıyı ortadan kaldırarak en son dişliye kadar aynı doğrultuya yükselir. Küçücük, milimetrik  bir hata, operatör için ölüm olacaktır. Adem pür dikkat operatörün her hareketini ve lobete tırmanan dozeri izlemekte, yönlendirmektedir. Yanlış bir adımda, tek bir işaretle durdurmak için. Palet bir bütün olarak ilerleyerek taşıyıcıya yerleştikten sonra, kepçe dayanak noktasından ayrılarak, kepçenin iki yandaki paletlerin ortasındaki boşluğa yerleşir. Operatör, araçtan iner, arkadaki binek otomobilin direksiyonuna, Adem lobetin direksiyonuna geçer. Hep birlikte, işin yapıldığı yere gelirler. Artık, iş bitmeden oradan ayrılmayacaklardır.  

Bundan böyle, saat ücreti ile çalışan üretim aracı, sahibi tarafından, operatörüyle birlikte taş evin inşasına tahsis edilmiştir. En az, yevmiye  ile çalışan ustalar ve operatör kadar yorgundur. Sabah altıda, herkesten önce uyanıp, işbaşı yapmakta, kahvaltısını yapmadan bir buçuk saat uzaklıktaki şehirden üç taş işçisini almak için yola düşmektedir. Gelirken, yolda operatörü; 9’da, çekici eline almaktadır. Kepçeyi taşıyan lobetin, taş, kum çimento taşıyan dev kamyonun patlayan tekerleğini de, kepçenin paletlerinde kırılan dişliyi çıkarıp yenisini takan da, tamir eden de, O’dur.  İnşaatta kullanılacak, taş, kum, çimento vb. malzemenin alınması için, kamyona atlayıp gidecek, getirecek olan da Adem’dir.  Akşam beşte, taş işçileri ve operatör iş bıraktığında evlerine bırakacak olan da.

Operatör Uğur, lise terktir.  İnşaat işçisi olan babasını kaybedince çalışmaya başlamıştır. Üç erkek, bir kız kardeşi için çalışmak zorundadır. Henüz evlenmeyi düşünmez. Alçıpan, detay tavan, demir kalıp işlerinde çalışmış, öğrenmiş, kahve işletmeciliği bile yapmıştır. Asgari ücretli ve sigortalıdır. Yaptığı iş tehlikelidir. Ancak, onun için bir o kadar heyecan verici.  Zira, her gün bir öncekinden farklı bir iş yapmakta, toprağa şekil vermektedirler. En son bu işi bulduğu için kendisini şanslı sayar. İşini sevmektedir. Üretim araçları sahibi Adem’le, Afganistanlı göçmen ustalarla birlikte ilk kez bir taş evin inşaatında çalışmaktadır. Adem, taşlara şekil verirken, Uğur kepçeyle harç karar, taş verir; daha önce aynı araziden çıkarıp kırdığı taşlardan büyükçe olanları, kırıcıyla kırar. Bazen kepçenin bazen kırıcının sesi çekiç seslerini bastırır. 

Henüz on yedi yaşındaki Habil Adem’in yanından ayırmadığı, adamıdır. Çıraklık yapmakta, Adem sözünü tamamlamadan yerinden fırlayıp, söyleneni yapmaktadır. Okumayı sevmemiştir. Ancak, henüz başladığı işini, Adem’i sevmektedir. En çok da araba kullanmayı sever. Babası ona arabayı vermezken, Adem vermektedir. Büyüyünce kepçeyi de, lobeti de kullanmayı öğrenecektir. Adem, bildiği her şeyi ona öğretmekte, yetiştirmekte, ona güvenmektedir. Ne de olsa, ömür boyu çalışmayacaktır. Ancak, kurduğu işin devam etmesini istemektedir. Oysa, oğlu üniversitede okumakta, babasının yaptığı işe ilgi duymamaktadır. Habil’i gelecek için yetiştirmektedir. 

Yorgun ama mutludur herkes. Üretmek mutluluktur; yaratmak heyecan vericidir. Bir de kapitalist üretim ilişkilerini temelinde yatan eşitsizliğim kaçınılmaz sonucu, geçim derdi olmasa! “Kapitalist üretim tarzının ürünü olan kapitalist mülk edinme tarzı, kapitalist özel mülkiyeti yaratır. Bu, mülk sahibinin emeğine dayanan kişisel özel mülkiyetin ilk yadsınmasıdır. Ama kapitalist üretim bir doğa yasasının kaçınılmaz zorunluluğu ile kendi yadsınmasını doğurur. Bu yadsımanın yadsınmasıdır.”(8) Toprağa düşen tohumun fidana dönüşmesi nasıl ki yadsıma, bir kez doğup büyüdükten sonra ömrünü tamamlayıp tekrar toprağa dönmesinin yadsımanın yadsınması olması gibi.  

Özel mülkiyetin toplumsal mülkiyete dönüşmesi kapitalist üretim ilişkilerinin içinde ortaya çıkarak verili olanın yadsınması olarak gerçekleşmekte ise yadsımanın yadsınması yani toplumsal mülkiyetin gerçekleşmesi şüphesiz uzun ve çetin bir sürecin ve bu süreçle birlikte gelişen mücadelenin ürünü olacaktır. Yine Marks’la devam edelim: “Birinci durumda halk yığınlarının birkaç gasp edici  tarafından mülksüzleştirilmesi” söz konusuyken, “ikincisinde ise, birkaç gasp edicinin halk yığınları tarafından mülksüzleştirilmesi söz konusudur.” 


  1. www.trthaber.com, “ABD askerleri 2 yıl önce Afganistan’dan çekildi”, Fatih Yumuşakbaş, 09.08.2023. 
  2. LENİN, Ulusal Sorun ve Kurtuluş Savaşları; “tüm ulusal toplulukların kendi kaderini tayin hakkını tanınması, kuşkusuz, sosyal demokratların**, her olayda, devletten ayrılmanın öğütlenir olup olmadığı, kendi çerçevesi içinde değerlendirmeyi reddettikleri anlamına gelmez. Tam tersine, sosyal-demokrasi, kapitalist gelişmenin koşullarını ve ve çeşitli uluslar proletaryasının tüm ulusal toplulukların birleşik burjuvazisi tarafından ezilmesini olduğu kadar, demokrasinin genel amaçlarını ve her şeyin üstünde ve ötesinde proletaryanın sosyalizm için verdiği sınıf savaşımının isterlerini dikkate alarak bağımsız değerlendirmesini ortaya koymalıdır… Proletarya, tüm ulusal toplulukların işçileriyle, istisnasız bütün işçi sınıfı örgütlerinde tam ve çok sıkı bir ittifak içinde olmadıkça, sosyalizm savaşımını sürdüremez ve gündelik iktisadi çıkarlarını sürdüremez… Bundan çıkan sonuç şudur: ‘Kendi’ burjuvazisiyle siyasal birliği, tüm ulusların proletaryasıyla birliğin üstünde tutan işçiler, kendi çıkarlarına, sosyalizmin isterlerine ve demokrasinin isterlerine karşıt davranıyorlar demektir… A’ından Z’sine kadar demokratik bir devlet sistemini yüce bilen sosyal demokratlar, bütün ulusal-topluluklar içinde koşulsuz eşitlik isterler ve bir ya da birkaç ulusa ayrıcalık verilmesiyle kesin olarak savaşırlar.” 
  3. E.H.Carr, Bolşevik Devrimi 1917-1923, Çev.Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 2004, s.226
  4. “Faşizm ne sınıflarüstü bir yönetim ne de küçük burjuvazinin ve lümpen proletaryanın mali sermaye üzerindeki yönetimidir. Faşizm, bizzat mali sermayenin iktidarıdır. İşçi sınıfına, köylülük ve entelijansiyanın devrimci kesimlerine karşı terörist bir intikam örgütüdür. Dış politikada faşizm, başka uluslara karşı vahşi bir düşmanlığı kışkırtan, en kaba biçimiyle jingoizm(aşırı milliyetçiliğin saldırgan bir dış politika ile bütünleştirilmiş hali)dir.” (William Z. Foster, Üç Enternasyonalin Tarihi, 1848’den 1955’e dünya sosyalist ve komünist hareketleri, “44.Bölüm, Halk Cephesi: Yedinci Kongre-1935”, Çev. Can Saday, Yazılama Yayınevi, 2011, s.333vd.)
  5. www.trthaber.com, agy.
  6. Marks, “Kapitalist Birikimin Tarihsel Eğilimi”, Kapital, Çev.Alaattin Bilici, Birinci Cilt, Sol Yayınları,  4.Baskı, s.780
  7. age, s.781
  8. age.s.783

 

*“Çağımızda sosyal demokrasinin başlıca işlevi, emperyalizme karşı mücadelesinde proletaryanın kavga birliğini dağıtmaktır. Sermayeye karşı proletarya  mücadelesinin birleşik cephesini bölüp dağıtan sosyal demokrasi, emperyalizmin işçi sınıfı içindeki başlıca dayanağıdır. İkinci enternasyonal ve onun sendikal kolu Amsterdam Sendikalar Federasyonu, tüm nüanslarıyla uluslararası sosyal demokrasi böylece burjuva toplumun son ihtiyat(yedek, A.K) kuvveti ve en güvenilir taşıyıcı sütunu haline gelmiştir.” (William Z. Foster, Üç Enternasyonalin Tarihi, 1848’den 1955’e dünya sosyalist ve komünist hareketleri, “Altıncı Kongre: KE Programı- 1928”, Çev. Can Saday, Yazılama Yayınevi, 2011, s.333vd.)

**Bu yazının Lenin tarafından yazıldığı tarihte (1913), II.Enternasyonal henüz dünya işçi sınıfına ihanet etmemiştir. W.Z.Foster’ın, Üç Enternasyonalin Tarihi adlı yapıtından takip edersek,  Engels’in daha önce, “on beş-yirmi milyon adam birbirini boğazlayacak” diyerek öngördüğü; Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın çıkışı, “İkinci Enternasyonal’i barış için tavır geliştirme yönünde tarihsel bir sorumlulukla yüz yüze” getirmemiş; “işçi sınıfının çıkarlarının bunu zorunlu kılıyor olmasının yanı sıra Enternasyonal, özellikle Stuttgart, Kopenhag ve Basel Kongrelerinde, sosyalist partilerin sadece savaşa karşı ajitasyon yürütmekle kalmayacağını, ayrıca parlamentolarda savaşa insan ve para sağlamaya karşı oy kullanacağını ve en önemlisi de, ‘savaşın yarattığı ekonomik ve siyasi krizden halkı ayağa kaldırmak ve böylece kapitalizmin yıkılışını hızlandırmak üzere yararlanacağını’ na ilişkin kararların varlığına rağmen, İkinci Enternasyonal partilerinin büyük çoğunluğu tarafından, emperyalistlerin “vatan savunması” sloganıyla ulusal burjuvazinin peşine takılıp, dünya işçi sınıfına ihanet edilmemiş;  Lenin; “19.yüzyılın sonundaki nesnel şartlar, burjuva legal olanakların kullanımını legalizme kölece tapınmaya dönüştürerek; işçi sınıfı içerisinde ince bir bürokrasi ve aristokrasi tabakası yaratarak ve çok sayıda küçük burjuva ‘yol arkadaşını’ sosyal demokrat partilerin saflarına çekerek oportünizmi güçlendirdi. Savaş bu süreci hızlandırdı; oportünizmi sosyal şovenizme çevirdi; oportünistlerin burjuvaziyle ittifakını bir sır olmaktan çıkarıp, açık işbirliğine dönüştürdüğünü”; “Marks’ın burjuvazinin ömrünü doldurduğu ve gerici olduğu sosyalist devrim dönemine atfen, ‘işçilerin vatanı yoktur’ sözünü unutarak, Marks’ı arsızca çarpıtılmak ve sosyalist tutumun yerine burjuva duruşu geçirildiği” yazmak; yolları ayırmak zorunda kalmamıştır(Arzu Kır).