Bir virüs söyleşisinin ardından…

HalkTv’de Gürkan Hacır’ın “Şimdiki Zaman, Siyaset” programına görüntülü katılan Ali Demirsoy kendisine sorulan bir soru üzerine, salgının yayılmasını engelleme konusunda söyledikleri üzerinden çok eleştirildi. Bu eleştirilere cevap veren Ali Demirsoy’un cevabı olduğu gibi aşağıdadır…

Bir virüs söyleşisinin ardından…

Aziz Nesin’i ve Hacivat Karagöz’ü şimdi çok daha iyi anladım. Hacivat Karagöz’ün en önemli özelliği Hacivat’ın söylediğini Karagöz’ün bir türlü anlayamamasıdır. Örneğin Hacivat Karagözüm Mersin der, Karagöz şimdi tokadımı yersin olarak anlar. Aziz Nesin de kendine göre bu insanlara bir not verdi… Konuşmamı haber yapan malum gazetelere baktım Aziz Nesin ne kadar haklıymış. Bir tanesi ne demek istediğimi yorumlama zahmetini bile göstermemiş.

7.04.2020 tarihinde HalkTv’de Sayın Gürkan Hacır’ın “Şimdiki Zaman, Siyaset” programına görüntülü olarak katılmam istendi. Konu covid 19 virüsü idi. Kendisine ben hekim değilim, biyoloğum; bakış açım farklıdır; katılmasam iyi olur dedimse de, ısrar etti.

Birinci soru: 2035 yılından sonra neler yaşayacağımızı konu alan “2035 Sonun Başlangıcı” kitabında değindiğiniz büyük felaketin bu virüsle ilgili olup olmadığına sorunca: İlgili değil; ancak o gün yapılacaklara bu günkü virüs salgını çok iyi bir gözlem oldu dedim.
Gözlemlerimiz bu dünyanın küresel ısınma ve kirlenmeden dolayı bu kadar insanı ve tüketimi artık kaldıramayacak duruma geldiğini, doğanın bu tahribata çok sert tepki göstereceğini; ancak bunun farkına varan bazı çevrelerin daha önce davranıp büyük bir insan kitlesini belki yine bu virüse benzen bir ajan ile azaltacağını söyledim. Bunlar benim yorumum… Olup olmayacağını zaman gösterir.

İkinci soru: Koronavirüs (Covid-19) felaketi önlenebilir miydi? Bu soruya yanıtım şöyle oldu: Ben hekim değilim, Hipokrat yeminim yok (ne olursa olsun sonucuna ve bedeline bakmam hasta kişiyi kurtarmak için her şeyi yaparım); bu nedenle olaylara bakışım farkı olabilir; söyleyeceklerimden dolayı beni kınamayınız dedim. Ben bilim adamıyım.

Bu felaket önlenebilirdi. 30-40 kişide bu hastalık göründüğünde ve virüsün mahiyeti anlaşıldığında Hipokrat yemini olmayan birisi (çünkü orada yemin etmiş birinin; bizdeki gibi yemin edip tersini yapanların orada olacağını düşünmüyorum) bana ne yapalım diye sorsaydı, şu yanıtı verirdim: Bu kişileri ve kuşkuluları derhal bir adaya götürüp tecrit ederdim. Hastalığı orada söndürürdüm. Eğer böyle bir fırsat bulamaz iseniz öldürünüz (buradaki öldürme başına kurşun sıkıp öldürme tabi ki olamazdı) derdim. Bu hastalar belli ki zaten öleceklerdi; hastalığın yayılmasını önlemek için bir çeşit tecrit edin anlamıydı. Bugün hastanelerde doktorlar bize şunu söylüyorlar: Bu hastayı evinize götürün yapacak bir şeyimiz yok. Aslında bu pasif ötanazidir. Yani ölüme terk etmektir. Yapılan bir şeydir…

Olanakları en iyi ülkelerden biri olan Almanya sonunda şöyle bir karara vardı ve protokol yaptı. Son aşamalara yanaşan ümit kalmamış hastalarına bir protokol imzalatarak beni alete bağlamayın; uyuşturucu –sedantif ilaçla vererek- ölüme terk edilme sözünü alarak bir çeşit ötanazi uygulamaya başladı. Adına da Ölüm Protokolü dendi.

Hiç kimse bunu Nazilerde olduğu gibi ırkı ya da dini için birilerini katletmekle karşılaştırmaya kalkışmasın. Burada esas tüm insanları tehdit eden bir tehlikenin bertaraf edilmesi için aranan yollardır. Bunu başka bir öldürme durumuna örnek olarak göstermeye de kalkışılması anlaşılmaz bir durumdur. Şimşekleri üzerine çekeceğini bile bile sizi ve çocuklarınızı korumaya çalışan bir insanı şu ya da bu şekilde yermeye kalkışmanız olsa olsa naif bir düşüncenin ürünü olabilir.

Bilim, önceden görüp, sezinleyip, anlayıp, bedeli ne olursa olsun önlemini almadır. İnsanların en önemli özelliği önceden olacakları tahmin edip önlemini alma özelliğidir. Yaşayarak öğrenme sadece hayvanlara mahsustur. Sonuncu özelliğe sahip olanlar, onlardan farklı olarak, anlayamadıkları şeylere en ağır küfür, hakaret ve tehdit ile tepki gösterenlerdir.

Doğaçlama konuşmam sırasında itlaf edilmelidir sözcüğünü kullandım. İtlaf aslında hayvanların öldürülmesi ile ilgili bir sözcüktür.

İtlaf kelimesinin TDK anlamı şöyle; a. (itla:fı, l ince okunur) Öldürme, yok etme, telef etme.

Öldürme kelimesini kullanmadım; çünkü belirli bir kişiye ya da kişilere kastı çağrıştırır; bir husumeti içerdiği için sakıncalı bir ifade olabilirdi. Hâlbuki itlaf kelimesi öldürülenin hiçbir kusuru yoktur; suçları yoktur; ancak koşullar ve durum büyük bir topluluğun selameti bakımından yok edilmesine salık vermedir.

Bugün de konuşsam aynı şekilde konuşurum. Benim konuşmamı birileri anlayamıyor diye bilimsel mantığımı değiştiremem.

Yargı ve yorum çok açık: Bu virüsün çok saldırgan ve tehlikeli bir ajan olduğu anlaşılınca tarihteki Antonius Vebasından, Jüstinyen Vebasından, Kara Vebadan, Tifüs salgınlarından, İspanyol Gribinden (100 milyon insanı öldürdü), Asya Gribinden,7 farklı Kolera Salgınından ders alarak ortaya çıkacak küresel salgını önleyebilirlerdi. Bedeli ne olursa olsun.

Bu durumda önünüzde iki seçenek var ya birtakım inançlarınız ya da yeminlerinize takılarak bu 30-40 kişiyi yaşatmaya çalışırsınız (ki bunların tümü de ölmüş) ya da diğer hiçbir canlıya nasip olmayan insan gibi düşünme yetinizi kullanarak, zor da olsa, bedeli ne olursa olsun, büyük bir kitlenin selameti için tarihi bir karar alabilirsiniz. Bunu yapabilecek insanlar tarihe geçebilecek, büyük düşünen, önemli kararlar veren, karalarına duygularını değil ulaştığı zeka ve düşünme yetisiyle karar veren insanlardır. Bu özellikte olmayanların ulaştıkları aşama ancak sinkaflı sözcüklerdir…

Bu cümleden olmak üzere, belki bilirsiniz belki bilmezsiniz. Kore’de Amerikan Ordusu Konuralp’te Kore Ordusunun Çemberine düştü; bir ordu yok olmayla karşı karşıya kaldı. Türk Komutan ordunun yok olmaması için bile bile askerini öne sürdü ve 750 çocuğumuzu ne yazık ki orada toprağa verdik. Hiçbir zaman da kınamadık… İnsanlığı korumak ya da kurtarmak için bir şeyleri feda eden insan, insandır…

Bir yangın yerinden kurtulmak için bazen demir kapıyı tutup elinizi feda edebilirsiniz. Bu da böyle bir şey…

Üçüncü soru: Virüsler mutasyon geçirir mi? Bütün canlılar mutasyon geçirir; en hızlı da virüsler geçirir ve kısa zamanda yeni çeşitlerle karşımıza çıkarlar. Evrim dersini eğitimde yasaklayanlar bunu bilemezler dedim.

Şöyle devam ettim. Bu virüs Çin’de çıkıp Amerika’ya ve Avrupa’ya yayıldığında artık bir Çin virüsü değil; Amerika ya da Avrupa virüsü olmuş olabilirler. Çünkü bu yolda ve bu zaman aralığında hızlı mutasyon geçirme yetilerinden dolayı kalıtsal şifreleri biraz değişmiş olabilir. Aynen bir tespih taneleri gibi, Amerika’ya ulaşmış olan virüsün DNA dizilimi Çin’deki gibi olamayabilir. Bunun iki önemli sonucu vardır.

  1. Bir virüs ırkı (suşu) için (belirli bir dizilimi olan virüs içen) bir aşı ya da serum geliştirirseniz sadece o virüse (en) etkili olabilir. Oluşan yeni ırklara karşı ya etkisiz kalır ya da etkisi azalır. Bu nedenle beş binden fazla grip virüsü bilinmektedir. Bugün de yarın da bu tehlikeyle karşılaşacağımızı söyleyebiliriz. Bunun önünün alınması ya da etkisinin azaltılması ancak bilimsel çalışmalar ile olabilir.

  2. Benim son bildiğim Talesemi (Akdeniz Anemisi)’de 165 farklı çeşidi (mutasyon) vardı. Çin kökenli bir Talesemi hastası, Çin’deki mutasyonu, Sudan kökenli bir Talesemi hastası Sudan kökenli mutasyonu içerdiği için biz örneğin Adana’daki bir Talesemi hastasının bu dizilimini izleyerek nereden geldiğini soy olarak anlayabiliriz.

İzlanda, Koronavirüsünün nereden geldiğini benzer yöntemle araştırınca, İngiltere’ye maç seyretmeye giden bir grup adamın İngiltere’deki virüsü getirdiklerini anladılar.

Türkiye’de virüsün en yaygın olduğu üç yerdeki virüslerin köken araştırıldığında şu üç yorum ortaya çıktı (ya da çıkacak). İzmir’dekilerin virüs benzerliği çoğunluk İtalyan; İstanbul Almanya ve Avrupa; Anadolu diğer yerleri Konya başta olmak üzere umreye giden vatandaşlarımızdan bulaşmış. Neden umre dedim diye söylenmeyen küfür kalmadı. Çünkü devletin kararı ile önlenebilecek, yasaklanabilecek tek grup umre yolcularıydı. Türkiye bu kararın bedelini ağır ödeyecektir. Diğerleri denetimi zor olan bireysel yolculuklardı (öğrenci, iş adamı, turist vs).

Sağlık Bakanlığı Bilimsel Danışma Kurulu kesinlikle umreye gidilmesin diyor; Sağlık Bakanlığı da bu mealde fikir beyan ediyor. Birisi gidilsin diyor ve gidiliyor. Hacılarımız orada yalnız başlarına umrelerini yapıyorlar. Çünkü çoğu İslam ülkesi umreye hacılarını göndermiyor. Bizim ülkemizden gidenlerin bir kısmı hastalanıyor orda kalıyor; büyük bir kısmı elini kolunu sallayarak ülkesine dönüyor; ancak hastalar yüksek ateşten dolayı gümrükten geçemeyeceği için onlara önceden ateş düşürücü parasetemol veriliyor. Hacılar Türkiye’nin yüzüne dağılıyor; dağıttıkları hurmalar ve verdikleri hacı yemekleri ile Türkiye’yi yangın yerine çeviriyorlar. Sağlık Bakanlığı’nın bu kadar alana etkin olarak ulaşması çok zor. Bunları söyledik diye ne anam ne babam kaldı…

Bilimsel düşünememenin bedeli, şimdi yüzbinlerce insanın feci şekilde ölümüyle ödeniyor; ama turpun büyüğü heybede; yarın bu bedel milyonlarca insan çocuğuna bir dilim ekmek götüremediği zaman ödenmeye devam edecek. O zaman kimin ahlaklı kimin ahlaksız; kimin akıllı kimin akılsız olduğu anlaşılacak…

Son söz: 1966 yılında Atatürk Üniversitesine asistan oldum. Bağıştaş tren istasyonuna gitmek için kamyona bindim. Babam akıllı ve bilgili bir adamdı; köylüydü; yaşlıydı. Kamyonun arkasındaki karasöre binmiştim; işaret ederek inip yanına gelmemi istedi. Yanına gittim. Gözünden yaş akıyordu.

Bana: Oğlum sen asistan oldun; belli ki bilim adamı olacaksın. Dünyanın ve bu ülkenin bin bir türlü sorunu var; onları dile getirip çözmeye çalışmaz isen emekleri haram ederim dedi.

Bunları yaparken birçok ahlaksızın, bilgisizin, cahilin sana, bana ve anana küfredeceklerini biliyorum. Her kim ki doğruyu söylediğinde sana, bana, anana küfür ederse, doğru bildiğinden şaşmayasın… Öyle de yaptım, öyle de yapacağım…

Prof. Dr. Ali Demirsoy
09.04.2020