Hayatım boyunca o kadar çok ev değiştirdim ki atalarımın göçebe genlerini taşıdığıma inandım sonunda. Kimisinde hüzünlü anılar bırakmış olsam da tüm evlerimi benimsedim. Her ev; çayımı demlediğimde, çiçeklerimi suladığımda, kurabiye kokusuyla doldurduğumda yuvam oldu ve ben evden öte, o duyguyu sevdim… Bir de evlerimin bahçelerindeki ağaçlarımı… Çünkü, neredeyse her evimin bahçesine bir ağaç ektim, taşınırken de hep o ağaçları ardımda bıraktığım için kederlendim. Dahası, içimin derinliklerinde onların da kederlendiğini hissettim.
Bir vakitler okuduğum bir kitapta yazar, gençken köyünde rastladığı bir ağaçtan söz eder:
“Sıcak bir gündü, yürüyor ve çok terliyordum. Soluklanmak için yolumun üzerinde duran bir ağaca yaslandım. Ne olduğunu açıklayamam, ama ağaçtan bana bir şeyler akıyordu sanki. O günden sonra ağaçla aramda daha önce hissetmemiş olduğum, hatta hiçbir insanla da hissetmediğim duygusal bir ilişkim oldu. Onunla tüm dünyadaki herkesten daha yakın hale geldim. Ne zaman ağacın yanından geçsem, birkaç dakikalığına da olsa sadece onu hissetmek için gidip yanına otururdum. Üniversiteye başlamak için başka bir şehre gitmek üzere evden ayrılacağım gün tek bir gözyaşı bile dökmeden ailemle vedalaştım, fakat aynı gün o ağaçla vedalaşırken ağladım. Ve ben ağlarken, her ne kadar ağacın gözlerini ve gözyaşlarını göremesem de onun da ağladığından mutlak surette emindim. Hissedebiliyordum, ağaca dokunduğumda hüznü hissedebiliyordum… Bu anı içimde kanayan bir yara olarak kalmıştır hep, çünkü o ağacı bir daha göremedim, bir yıl sonra döndüğümde aptalca bir nedenden dolayı kesildiğini öğrendim.”
Pek çoğumuzun sevdiğimiz, ilişki kurduğumuz bir ağacımızın olması bir yana, çevremizde bulunan ağaçları görüp fark edecek halimiz bile yok. Bunu, Japonya’da yaşadığım yıllarda fark ettim ilk kez. İnsanların, şehrin karmaşasından kaçıp büyük bir özenle düzenledikleri parklarda ağaçlarla kurdukları ilişkileri, bahar geldiğinde kiraz ağaçlarının çiçeklenmesini “Hanami” kutlamalarıyla karşılamalarını ve ağacı hem kültürlerinin hem de ruhlarının ayrılmaz bir parçası olarak görmelerini ilgiyle izledim hep. Bonsai’leri de ilk kez orada gördüm. Evlerin en güzel köşelerinde yer alan o minyatür ağaçların yapraklanmalarına, çiçeklenmelerine, hatta meyvelenmelerine gözlerimle şahit oldum. Ancak, onların nasıl yetiştirildiklerini öğrendiğimde ve uygulamasını gördüğümde içimin acıdığını hissettim. Bonsai ustaları, güdük kalmaları için fideleri incecik tellerle köklerinden bağlıyor, belli aralıklarla budayarak gövdelerine de teller doluyorlardı. Sonuçta, ortaya çıkan ağaç gerçeğinin minik bir kopyası oluyor, kıskaçlara alındığından fiziksel olarak büyüyemeden yaşlanıyordu. Ve herkes, bu ağaççıkları doğalarının nasıl da bozulduğunu dikkate almadan, değerli bir obje olarak görüp beğeniyor, uygulanan işlemi zorluğundan ve işçiliğinden dolayı takdirle karşılıyordu. Ağaç da olsa bir canlının özgürlüğünün kısıtlanması etkilemiyordu kimseyi, acı çekme ihtimali ise akıllarının ucundan bile geçmiyordu.
Biz insanlar da birer bonsai gibiyiz aslında. Görünmez tellerle bağlanmışız köklerimizden, dallarımızdan, sürgünlerimizden. Önce ailelerimiz, sonra toplum geçirmiş o telleri her bir yanımıza. Görüntüde büyümüşüz, ama güdük kalmışız gerçekte. Özgür olduğumuzu sanmış, ancak köleleşmişiz nihayetinde. Olgunlaştığımızı zannedip ciddileşmişiz ve bu uğurda içimizdeki masumiyeti kaybedip sahteleşmişiz. Kendini tellerden kurtarıp özgürlüğü seçenleri ve sınırlarını genişletip hayata tepeden bakanları ise “asi” olarak adlandırmışız. Oysaki dünya, o asilerin sayesinde biraz olsun güzelleşmiş, anlam kazanmış. O asilerin fikirleri ve yarattıkları insanoğlunun ufkunu açmış. O asiler, bu alemin koca çınarları olmuş…
Ben, hiçbir zaman bir bonsai almadım evime, taşınırken her biriyle vedalaştığım ağaçlar bıraktım bahçelerde ve ne zaman o evlerin önünden geçsem sevgimi yolladım onlara. Gökyüzüne uzanan dallarına kuşların konduğu, gölgelerine sokak köpeklerinin sığındığı, gövdelerine aşkların kazındığı ağaçlarımla özgürlüğün köklerini saldığıma inandım toprağa… Dilerim öyle olmuştur.
- İnsanlık Adına Utanıyorum - 25 Temmuz 2024
- Zihinsel Obezite - 20 Haziran 2024
- “Hayatımı Yazsam Roman Olur” - 25 Mayıs 2024