Seçimlere yirmi günden az kaldı. Görebildiğimiz ve duyabildiğimizle sınırlı pencerelerde, baharın yakın olduğuna dair işaretleri izliyoruz, kötümser ihtimalleri aklımızdan kovarak var gücümüzle çalışıyoruz. Yüzdeler ve milletvekili sayıları üzerine iddialar açıldı. Çoğu insan seçim çalışmasına sekte vurmaması için endişelerini de kenarda tutarak seçim ertesi için belki de evrak hazırlıyor. Haklarını geri kazanma umuduyla dilekçeler şimdiden yazılmaya başlanmış durumda. Her evde ve yerde gündem ister istemez seçime geliyor. Kılıçdaroğlu’nun “Piro’ya” dönüşmesini sağlayan videoları ve tutumu konuşulduğu kadar, iktidar bloğunun silik öznelerinin nefret söylemi yarışı dikkat çekiyor. Erdoğan’ın tutukluluğundan ve mitingler yerine rejimin niteliğine dair en sembolik anlama sahip açılışlarda verdiği vaatlerin bolluğundan da dem vuran epey yorumcu görmek mümkün son zamanlarda. En fazla üzerinde uzlaşılmış konu olarak tartışmalarda gözardı edilen ise “dış güçlerin seçimi”.
Dış güçler kavramı oldukça ilginç aslında. Daha çok milliyetçi ve muhafazakarların jargonunda, bir milletin kendini sakınması gereken diğer milletler ve devletlere referans veriliyor. İçkin olarak sınır komşusu olan veya bölgesel kaynaklara veya ticarete dair çatışmalardaki rakip devletlerle ilişkilendirilirken, ulusal sol jargon açısından emperyalist güçlere yapılan vurgu güçleniyor. Bu emperyalist çatışmaların faili olan uluslar arası sermaye ve finans sisteminin önemli kurumlarının birikim olanakları için dünyayı, bölge ve ülke ölçeğinde dizayn etme çabasına da ayrıca referans veriliyor bu ifade ile. Dolayısıyla dış güçler diye bir homojen toplam adına konuştukça ne ülkelerin çatışmalı iç dinamiklerini, ne konjonktürel farklılıkları, ne uluslararası yeni ekonomik işbölümünü ve “küresel meta zincirlerinin” yeni hatlarını ne de enternasyonel mücadelenin önemini görmek mümkün olmayabiliyor. Dış güçler kavramlaştırmasının oluşturduğu sığlık, düşünce sistematiğine de böylelikle sirayet edebiliyor. Hatta emperyalizm gibi güçlü bir kavramın bile içini boşaltabiliyor. Öyle ki bu dış güçler sarsılmaz bir hatasızlık ile rasyonel yatırımlar yapma kapasitesine sahipler ve bu yüzden mülkiyet haklarının korunduğu bir istikrarı, otoriter ve sorunlu yönetimlere tercih ediyorlar.
Tartışmanın bu noktasını akademik çalışmalara bırakmak daha anlamlı olacaktır. Zira aslında köşe yazısına uygun olarak dikkat çekmek istediğim daha basit bir sorgulama: Gerçekten dış güçler kimi destekliyor?
Pek çok iyimser gibi öfkeli kalabalıkların ırkçılık ve göçmen düşmanlığı gibi kolayca örgütlenebilir bir linç veya sarkastik bir pesimist ahmaklığa örgütlenmesinin önündeki tek engelin, geleceğe dair yeniden inşayı hedefleyen umudun örgütlenmesi olduğunu savunuyorum. Zira yönetme kapasitesini kaybettiği açık olan, faşizmi kurumsallaştırmak için şiddeti sıradanlaştıran her iktidar gibi, yeniden seçilmek için şiddetin her türlüsünün araçsallaştırıldığı, hukukun muhalefeti cezalandırmak için kullanıldığı, tüm iktidar ittifakının suç kardeşliğine dayandığı, rejimin bu çürümesinin finansmanını ise inşaata dayalı “yapma-rant üretme-çökme” sistemine ve uluslararası suçlara dayandığı gözler önüne çıktı. Yolsuzluklar öyle sıradan ki, bahsetmek için rakamlar yeterli. Örneğin 128 der demez aklımızda bir referans canlanıyor.
Dünyanın hali ise çok daha tuhaf, çatışmalı ve ürkütücü bir hale gelmiş durumda. Bir tarafta İtalya’da mülteciler bahane gösterilerek ilan edilen OHAL, AB ile Türkiye arasındaki mülteci anlaşması gereği Erdoğan’ın AİHM davlarındaki sonuçlara rağmen gördüğü tolerans aslında pek çok varsayımı yeniden düşünmemizi sağlamalı. Dahası Batı Avrupa’nın göçmenlere ve Avrupalı olmayanlara karşı yürüttüğü ırkçı iç politika ve emek piyasasındaki ayrımcılığı bir nevi iç sömürgeciliğine yaklaştıran tutumu da yine kendi meşruiyetini Erdoğan gibi liderlerden alıyor net olarak. Gelecek hafta ayrıntılandırmak üzere, Avrupa’nın Çin’i olmak üzere emek ücretlerini baskılayarak ve uzun çalışma saatleriyle üretken sermayeyi kendine çekmeye çalışan Türkiye sermayesi de uzun zamandır bir Bangladeşleşme içinde. Daha açık söylersek, uzun zamandır hem finansal yatırımların ve hem de üretken sermayenin uluslararası iş bölümündeki uzun vadeli planlarında Türkiye’nin yeri, Erdoğan rejiminin vaat ettikleri ile uyumlu. Britanya Brexit ve Fransa’nın Makron’un emeklilik yasası israfı nedeniyle iç dinamikleri zaten yerinden oynamış görünüyor ve pozisyon alacak durumda olduğunu söylemek zorlama gibi görünüyor. Kısaca, ardı ardına gelen pek çok seçimde dünyadaki pek çok ülke hükümeti sağ kanata devretti. NATO genişlemesindeki ufak pürüz dışında, Erdoğan son derece uyumlu ve işlevsel bir dozunda istikrarsızlık ile dünya sermayesinin birikim olanaklarını canlandırırken, sosyal adalet talep eden vatandaşlarına “kendilerinin ne kadar şanslı olduklarını hissettiriyor”. Dünya giderek demokrasi, insan hakları gibi değerlerden uzaklaşırken, sermaye pervasızlaşırken neden hala uluslararası pazarlıkların yönünün değişeceğini düşünelim ki? Neden uluslararası sermayenin doğru hesaplar yapacağına dair yanılmaz bir inancımız var?
Kısacası, son 20 günde herkesin hesabı değişebilir, sermayedarlar yanlış hesaplar yapabilir, dış güçlerin yatırımı rejimin restorasyonundan yana olmayabilir. Ama kimin umrunda? Seçimlerde çalışan bizleriz. Oy vereceğiz, oyları koruyacağız, hayalimizdeki bir dünyayı inşa etmek için, hem yerli kapitalistlere karşı hem de uluslararası sermayeye karşı tüm gücümüzle mücadele edeceğiz. Uluslararası sermayenin yatırımının nerede olup olmadığından bağımsız biz kazanacağız!
- Dış güçlerin seçimi - 25 Nisan 2023
- Yastayız, isyandayız, meydanlardayız - 10 Mart 2023
- Çoklu krizler dönemi - 19 Ocak 2023