Biliş ve insan

Önceki yazımızda Eski Ahid’in “yaratılış” babındaki Adem öyküsünden bahisle, bilmek konusundaki ısrarımız sonucu lanetlendik ve bu lanet tüm varoluşumuzu ele geçirdi, bizi geri dönüşü imkansız görünen bir noktaya getirip bıraktı demiştik. Bilmek derken de yaşamımızın sürdürülmesi için gerekli olan bilmekten söz etmediğimizi, yasaklı olan tanrısal bilgiye olan iştahımızdan söz ettiğimizi belirtmiştik.

Hatırlarsak, öykümüz şöyleydi;

Rab doğuda, Aden’de (Mezopotamya) bir bahçe dikti. Yarattığı Adem’i oraya koydu. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında YAŞAM ağacı ile İYİ ile KÖTÜ’yü bilme ağacı vardı. Ve Rab, ona, “Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin” diye buyurdu, “Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.”

Demek ki yaşamak işi, yasaklanan bilmek işinden apayrı bir iş. Yasaklanan bilgi bizi ölümlü kılan beyhude bir bilgi. Peki bu beyhude olan bilgi ne demek oluyor? Yasaklı olan bilgi, anlatıya göre yaşam ağacından ve her türlü meyveden beslenmek için, yani gerçekten yaşamak için gerekli olmayan bilgi, vehmedilen bilgidir.

O halde günümüzde ulaşılmış olan ve gittikçe bölük pörçük bilgilerden, canlının, onun doğasının ve evrenin genel bir bilgisine doğru evrilen bilimsel bilgi birikimimiz bize bu dinsel anlatının gerçekliği ve anlamı konusunda bir şey söylüyor mu? Yoksa, mesele bir totolojiden, günümüzde hiçbir gerçekliğe tekabül etmeyen anlamsız bir anlatıdan mı ibaret?

Teorik fizik üstatlarından biri, biraz da hayal kırıklığı içinde şöyle der; Evrenin yapıtaşının peşinde düştük. Bizim, yaşamın bir anlamı olduğunu, bu anlamın sırrının da evrenin yapıtaşının içinde gizli olduğunu keşfetmek gibi, evrenin sırrına ermek gibi bir amacımız her zaman olmuştur. Bilim merak, kuşku ve keşif yoluyla bilme, bu bilmeyi test etme ve sonuçtan emin olma çabasıdır. Bu çaba içinde ne kadar çok bilgi edindiysek, anlam arayışımızın o kadar çok beyhude olduğunu gördük. Evren var, öylesine sürüp gidiyor, biz de onun hiç umurunda değiliz.

İşte yasaklı bilgi, imkansız bilginin anlam kazandığı nokta, tam da bu anlamsızlıkla yüz yüze geldiğimiz noktadır. Bize gerekli tüm bilgi, ulaşabileceğimiz, sırrına erebileceğimiz, edinebileceğimiz tüm bilgi, iyi ve kötü olarak tasnif edilemeyecek her türlü bilgi yaşam ağacında var zaten. Biz, yaşamı mümkün kılan içsel bilgi ile yetinmeyip, dışsal bilgi peşine düştük.

O halde geldiğimiz noktada, kendimize, doğamıza ve bir hücresi olduğumuz canlı sistemlere ilişkin edindiğimiz bilgi birikimi ışığında, bu dinsel anlatıyı bilimsel dille ifade etsek, bugün şunu söyleyebiliyoruz; İnsan bir şey bilmek, dünyayı anlamak ve anlamlandırmak için dünyaya gelmedi; bilmeye çalıştığı ve bilinebilir herşey onun parçası olduğu kognitif sistemin tabiatında var zaten. Canlı sistemler bilişsel (kognitif) sistemlerdir ve bir süreç olarak yaşam bilişsel bir süreçtir ve insan da yaşayan sistemin döngüsünün bir parçası olarak onun içindedir. Canlı sistemlerde, bilmek dışsal bir şey değildir ve insan sistemin bilişsel doğasının gereği kendisi de bu bilişselliğin bir parçasıdır. Bu anlamda, canlı organizmaların oluşturduğu hiçbir sistemde bilgi eksiği ya da fazlası olmadığı gibi, dışsal bir bilgi süreci de yoktur. Nokta.

Öyleyse, iyi ve kötüyü bilme ağacının meyvesinden yemek arzusu, kaderimizin baştan çıkış noktasını teşkil etti ve Ademin dışsal bilgi ihtiyacı (iyiyi ve kötüyü bilme, yaşama ve varoluşa anlam arama arzusu) bir yanılgıydı. Yaşama anlam arayışı, onun da onun soyu olan bizlerin de ruhsal dejenerasyonunun ve kendi doğamız dahil doğa hakkında oluşturduğumuz yanılgıların bir sonucudur. Doğadan ve kendi doğamızdan sapmadan ibarettir. Biz o lanetli meyveyi yemeyecektik!

İyi ve kötü. doğru ve yanlış, erdem ve ahlak, dürüstlük, ikiyüzlülük, nefret, kin, korku, kaygı, bunalım… Tüm bunlar iyi ve kötüyü bilme ağacından yediğimiz meyvenin ruhumuzda, yaşayışımızda yarattığı ve her farklı çağda, her farklı toplumda farklı içerikler kazanan arazlar, hastalıklardır. Kadim doğu öğretilerindeki ünlü bir veciz anlatımda şöyle der; “İyi ve kötü diye ayırmak, sevginin karşısına nefreti koymak, işte aklın arazı budur.” Yaşamak dururken yaşam üstüne çekilen söylevlerin büyüsüne kapıldık. Yaşamı iyi kötü, doğru yanlış, ahlaklı ahlaksız, milli olan olmayan, gerekli gereksiz, erdemli sefil diye ahlaki kategorilere ayırıp paramparça ettik. Paramparça ettiğimiz bu yaşamlardan, şimdi ahlak bekçilerine, tarikat şeyhlerine, dinadamı ordularına, siyasal organizasyonların efendilerine, tiranlara, diktatörlere, ulu ulu yol göstericilere, önderlere lezzetli öğünler çıkmaktadır.

Bu cehennemden bir çıkış yok mu? Adem babamıza, “İyi ve Kötü” ağacının meyvesinden yeme, diyen Rab’den umut kesilmez değil mi? Belki de mirasçıları olarak, Adem babamızın işlediği günahın kefaretini ödemenin bir yolunu bulup bu lanetten kurtulabiliriz.

Kaynak: Ceride-i Mülkiye

M. Şirin ÖZTÜRK
Latest posts by M. Şirin ÖZTÜRK (see all)