Sosyalistler Özgürlüğün Savunucuları Olmalıdır

Sağcı propaganda sosyalizmin bireysel özgürlüklerin düşmanı olduğunu iddia eder. Tam tersi doğrudur: Sosyalistler, insanların kapitalizmin yaşamlarına dayattığı katı kısıtlamalar olmaksızın hakikaten özgür olabilecekleri maddi koşulları oluşturmak için çalışır.

Özgürlük konusu Peru’da bir konuşma yaparken gündeme geldi. Oradaki öğrenciler “sosyalizmin bireysel özgürlüklerden vazgeçmeyi gerektirip gerektirmediği” sorusuyla fazlasıyla ilgileniyordu.

Sağ, özgürlük kavramına kendisininmiş gibi el koymayı ve onu, sosyalistlere karşı sınıf mücadelesinde bir silah olarak kullanmayı başardı. Sosyalizm ya da komünizm tarafından dayatılan devlet denetimine bireyin itaat etmesinin, ne pahasına olursa olsun, kaçınılması gerek bir şey olduğunu söylediler.

Yanıtım, özgürleştirici sosyalist bir projenin bir parçası olarak, bireysel özgürlükler fikrinden vazgeçmememiz gerektiğiydi. Bireysel hakların ve özgürlüklerin elde edilmesinin bu tür bir özgürleştirici projenin merkezi amacı olduğunu savundum. Ama bu tür bir elde etme, her birimizin kendi gizil potansiyellerini gerçekleştirmek için, her birimizin yeterli yaşam şanslarına ve yaşam olasılıklarına sahip olduğu bir toplumu kolektif olarak inşa etmeyi gerektirir.

Marx ve Özgürlük

Marx bu konuda söyleyebileceği birkaç ilginç şeye sahipti. Bunlardan biri “özgürlüğün dünyası, zorunluluklar dünyası geride bırakıldığında başlar”dır. Özgürlük yeterli yiyeceğiniz yoksa, uygun sağlık bakımına, barınmaya, ulaşıma, eğitime ve benzerlerine erişiminiz reddedildiyse anlamsızdır. Sosyalizmin rolü, insanların tam olarak istediklerini yapmakta özgür olması için, bu temel zorunlulukları sağlamaktır.

Sosyalist geçişin son noktası, bireysel kapasitelerin ve güçlerin, isteklerin, gereksinimlerin ve diğer siyasi ve toplumsal kısıtlamalardan tamamen özgürleştirildiği bir dünyadır. Sağın bireysel özgürlükler nosyonu üzerinde bir tekele sahip olduğunu kabullenmek yerine, sosyalizm için özgürlük fikrini yeniden ele geçirmemiz gerekir.

Ama Marx, özgürlüğün iki kenarı da keskin bir kılıç olduğuna işaret etti. Kapitalist toplumda emekçilerin iki anlamda özgür olduğunu söyledi. Onlar emek güçlerini, emek piyasasında kime isterlerse özgürce sunabilirler. Onlar bunu, özgürce müzakere edebildikleri sözleşme koşulları ne olursa olsun sunabilirler.

Ama aynı zamanda özgür-değillerdir çünkü onlar üretim araçları üzerindeki herhangi denetimden ya da onlara erişimden “özgürleştirilmiş”lerdir. Bu nedenle onlar, hayatta kalmak için, emek güçlerini kapitalistlere teslim etmek zorundadır.

Bu onların iki kenarlı özgürlüğünü oluşturur. Marx’a göre bu kapitalizm altında özgürlüğün merkezi çelişkisidir. Kapital’de işgünü üzerine bölümde bunu bu şekilde ortaya koyar: kapitalist emekçiye “tamı tamına tanımladığım işin yapılması için, olanaklı en uzun süre boyunca, olanaklı en düşük ücretle seni istihdam etmek istiyorum. Seni işe aldığımda senden talep ettiğim budur” deme özgürlüğüne sahiptir. Ve kapitalist bunu bir piyasa toplumunda yapmaya özgürdür çünkü, bildiğimiz gibi, piyasa toplumu şunun ya da bunun üzerine fiyat verme hakkındadır.

Diğer yandan işçi “beni günde 14 saat çalışmaya zorlamaya hakkın yok. Emek gücümle istediğin her şeyi, özellikle hayatımı kısaltıyorsa ve sağlığımı ve esenliğimi tehlikeye atıyorsa, yapmaya hakkın yok. Sadece adil günlük ücret karşılığında adil günlük işi yapmaya gönüllüyüm” demeye özgürdür.

Piyasa toplumunun doğası göz önünde bulundurulduğunda, hem kapitalist hem de işçi talepleri bağlamında haklıdır. Öyleyse, der Marx, her ikisi de piyasa hâkim olan alışveriş yasalarına göre eşit derece haklıdır. Eşit haklar arasında seçimi gücün yaptığını söyler. Sonuç, zaman zaman baskıcı ve şiddetli hale gelebilen, sermaye ve emek arasındaki güç ilişkilerinde yatar.

İki Kenarı Keskin Kılıç

İki kenarı keskin kılıç olarak özgürlük fikrine daha ayrıntılarıyla bakmak çok önemlidir. Konunu en iyi ele alınışlarından biri Karl Polanyi’nin bir metnidir. Polanyi, Büyük Dönüşüm [The Great Transformation] kitabında, özgürlüğün iyi ve kötü biçimleri olduğunu ifade eder.

Özgürlüğün kötü biçimleri arasında, kişinin kardeşlerini sınırsız sömürmesi özgürlüğünü; topluluğa orantılı hizmet etmeksizin ölçüsüz kazanç elde etme özgürlüğünü; teknolojik icatları kamu yararına kullanmaktan imtina etme özgürlüğünü; bazıları özel çıkarlar için gizlice inşa edilmiş kamusal felaketlerden ya da doğal felaketlerden kâr etme özgürlüğünü sayar.

Ama, diyerek devam eder Polanyi, bu özgürlüklerin serpilmesini sağlayan piyasa ekonomisi, çok değer verdiğimiz özgürlükleri de üretir: vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü, toplantı özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, kişinin işini seçme özgürlüğü.

Bu özgürlüklere kendi başlarına değer versek de, bunlar büyük ölçüde kötücül özgürlüklerden sorumlu aynı ekonominin ürünleridir. Polanyi’nin bu ikililiğe yanıtı, neoliberal düşünüşün hâlihazırdaki hegemonyası ve özgürlüğün var olan siyasi iktidarlar tarafından bize sunuluş biçimi göz önünde bulundurulduğunda, bazıları için oldukça tuhaf bir okuma oluşturur.

Bu konu hakkında şu şekilde yazar: “piyasa ekonomisinin ölümü” –yani, piyasa ekonomisinin ötesine geçmek- “benzeri görülmemiş bir özgürlük çağının başlangıcı haline gelebilir”. Bu –gerçek özgürlüğün piyasa ekonomisini geride bıraktıktan sonra başlayacağını söylemek- oldukça şaşırtıcı bir ifadedir. Şöyle devam eder:

“Yasal ve gerçek özgürlük önceden olmadığı kadar geniş ve geneli kapsayıcı hale getirilebilir. Düzenleme ve denetim, yalnızca bir azınlık için değil, herkes için özgürlüğü elde edebilir -kaynağında lekelenmiş bir ayrıcalığın devamı olarak özgürlük değil, siyasi alanın dar sınırlarının çok ötesine geçen, toplumun kendisinin samimi örgütlenmesine doğru uzanan bir kural koyucu hak olarak özgürlük. Böylece, sanayi toplumunun herkese sunduğu eğlence ve güvenlik tarafından üretilen yeni özgürlüklerin fonuna eski özgürlükler ve yurttaşlık hakları eklenecek mi? Böyle bir toplum hem adil hem de özgür olmayı sağlayabilir.”

Adaletsiz Özgürlük

Şimdilerde adalet ve özgürlük, adalet ve serbestlik, üzerine temellenen bir toplumun bu ideali, bana, 1960’ların öğrenci hareketinin ve 68 kuşağı olarak adlandırılanın siyasi gündemiymiş gibi geliyor. Hem adalet hem de özgürlük için yaygın bir talep söz konusuydu: Toplumsal adalet talebiyle çelikleştirilmiş, devlet baskısından özgürlük, örgütlü sermayenin dayattığı baskıdan özgürlük, piyasa baskılarından özgürlük talebi.

Buna 1970’lerdeki kapitalist siyasi yanıt ilginçti. Bu taleplerin ayrıntılarıyla ele alınmasına ve sonuç olarak, “özgürlükleri (bazı ikazlarla birlikte) size teslim ediyoruz ama adaleti unutun” denmesine yol açtı.

Özgürlüklerin teslim edilmesinin sınırları belirlenmişti. Büyük ölçüde piyasada seçme özgürlüğü anlamına geldi. Serbest piyasa ve devlet düzenlemelerinden özgürlük, özgürlük sorununa verilen yanıtlardı. Ama adaleti unutun. Adaleti, herkesin hak ettiği payı almasını sağlayacak şekilde örgütlendiği varsayılan, piyasa rekabeti sağlayacaktı. Her nasıl olduysa sonuç, erdemli özgürlükler adına kötücül özgürlüklerin (örneğin, diğer insanların sömürülmesi) birçoğunun zincirlerinden boşanmasıydı.

Bu tersyüz edilme, Polanyi’nin açıkça tanımladığı bir şeydi. Onun kafasında canlandırdığı geleceği doğru ilerleyen geçidin ahlaki bir engelle tıkanmış olduğunu gözlemlemişti ve bu ahlaki engel onun “liberal ütopyacılık” olarak adlandırdığıydı. Bu liberal ütopyacılığın ortaya koyduğu sorunlarla hâlâ yüz yüze olduğumuzu düşünüyorum. Bu medyaya ve siyasi söylemlere sinmiş bir ideolojidir.

Demokrat Parti’nin liberal ütopyacılığı gerçek özgürlüğü elde etme yolunda dikilen şeylerden biridir.

“Planlama ve denetim” yazar Polanyi “özgürlüğün inkârı olarak saldırıya uğrar. Serbest girişim ve özel mülkiyet özgürlüğün esası olarak ilan edilir”. Neoliberalizmin belli başlı ideologlarının öne sürdüğü buydu.

Piyasanın Ötesinde

Bana kalırsa bu zamanımızın önemli sorunlarından biridir. Piyasanın sınırlı özgürlüklerinin yanı sıra arz ve talep yasalarının yaşamlarımızı düzenlemesinin ötesine geçecek miyiz yoksa, Margaret Thatcher’ın ifade ettiği gibi, alternatifin olmadığını mı kabul edeceğiz? Devlet denetiminden özgür ama piyasanın kölesi haline geldik. Bu konuda alternatif yoktur, bunun ötesinde özgürlük yoktur. Sağcıların vazettiği ve birçok insanın inanmaya başladığı da budur.

Bu hâlihazırdaki durumumuzun paradoksudur: Özgürlük adına, gerçek özgürlüğün elde edilmesinin önünde bir engel teşkil eden, liberal ütopyacı bir ideolojiyi benimsedik. Eğitim almak isteyen biri bunun için muazzam miktarda para ödemek zorunda olduğunda ve öğrenci borçları onların geleceklerini ipotek altına aldığında bunun bir özgürlük dünyası olduğunu düşünmüyorum.

1960’larda Britanya’da konut arzının büyük bir kısmı kamu sektöründeydi; bu sosyal konuttu. Çocukluk yıllarımda bu sosyal konut, makul ölçüde düşük bir maliyetle temel bir gereksinimin karşılamasıydı. Ardından Margaret Thatcher geldi ve tamamını özelleştirdi ve basitçe, “kendi mülkiyetinize sahip olduğunuzda daha özgür olacaksınız ve fiilen, mülk sahibi bir demokrasinin parçası haline gelebilirsiniz” dedi.

Ve böylece, konutların %60’ının kamu sektörünün elinde olması yerine, aniden sadece yaklaşık %20’sinin, hatta daha da azının, kamu sektöründe olduğu bir duruma geçtik. Konut bir meta haline geldi ve ardından meta, spekülatif etkinliğin bir parçası oldu. Öylesine bir spekülasyon aracı haline geldi ki, gayrimenkul fiyatları fırladı ve doğrudan tedarikte fiili bir artış olmaksızın artan konut fiyatlarına sahip olduk.

Üst sınıflara muazzam özgürlükler sağlarken aynı zamanda nüfusun geri kalanına fiilen özgür-olmama durumu üretecek şekilde kentler ve konutlar inşa ediyoruz. Marx ünlü yorumunu yaptığında kast ettiği sanırım buydu: Özgürlük dünyasının elde edilebilmesi için zorunluluklar dünyasının fiilen üstesinden gelinmelidir.

Özgürlük Dünyası

Bu yolla piyasa özgürlükleri olasılıkları sınırlandırır ve bu bakış açısından, sosyalist perspektifin Polanyi’nin önerdiği gibi yapılacağını düşünüyorum; bir başka deyişle, özgürlüğe erişim sorununu, barınmaya erişim sorununu kolektifleştireceğiz. Onu basitçe piyasada olan bir şeyden kamusal mülkiyette olan bir şeye dönüştüreceğiz. Sloganımız barınmanın kamusallaştırılmasıdır. Bu, hâlihazırdaki sistemde sosyalizmin temel fikirlerinden biridir: Şeyleri kamu mülkiyetine almak.

Sosyalizmi elde etmek için bireyliğimizi teslim etmemiz ve bir şeylerden vazgeçmemiz gerektiği sık sık söylenir. Bir ölçüde, evet, bu doğru olabilir; ama, Polanyi’nin ısrar ettiği gibi, bireyselleştirilmiş piyasa özgürlüklerinin acımasız gerçekliklerinin ötesine geçtiğimizde daha büyük bir özgürlük bulunmaktadır.

Marx’tan, görevin özgürlükler dünyasının azamileştirilmesi olduğunu ve bunun da sadece zorunluluklar dünyasının üstesinden gelinmesiyle meydana gelebileceğini okudum. Sosyalist bir toplumun görevi toplumda olup biten her şeyi düzenlemek değildir; kesinlikle bu değildir. Sosyalist bir toplumun görevi, insanlar istedikleri zaman, tam olarak istediklerini yapabilmesi için, temel gereksinimlerin tamamının karşılandığından –ücretsiz olarak sağlandığından- emin olmaktır.

Şimdi “ne kadar boş zamanın var?” sorusunu kime sorarsanız sorun, tipik yanıt “neredeyse hiç boş zamanım yok. Şu ya da bu ve diğer her şey, tüm zamanımı alıyor” olacaktır. Gerçek özgürlük, ne istiyorsak yapmak için boş zamana sahip olduğumuz bir dünyaysa, o halde sosyalist özgürleştirici proje, bunu, siyasi misyonunun merkezi olarak önerir. Bu hepimizin elde etmek için çaba sarf edebileceği ve etmesi gerektiği bir şeydir.

Çeviri ve Katkı: Erdem Türközü


Bu çeviri ilk olarak Ayrıntı Dergi’nin 37. sayısında yer aldı.

David Harvey’in Pluto Press tarafından yayınlanan yeni kitabı Anti-Kapitalist Günlükler’den (The Anti-Capitalist Chronicles) alınan bu metnin orijinali şu adreste yayınlanmıştır: https://www.jacobinmag.com/2020/10/david-harvey-the-anti-capitalist-chronicles-socialism-freedom