Irkçılık bazen bağırmaz. Tersine, sessizliğin en derin yerine yerleşir; bir tabelanın üstünden sızar, bir kapı eşiğinde bekler, bir bakışın gölgesine siner. Almanya’da siyah olmak tam da bu sessizliğin içinde yürümek gibidir: görünür ama tanınmayan, duyulur ama dinlenmeyen, yaşar ama hep sorgulanan bir varoluş. Siyah bir bedene, bir ülkenin kendi kendine sormaktan korktuğu sorular kazınır. “Sen kimsin?”, “Burada ne arıyorsun?”, “Gerçekten bizden misin?” Ve bu sorular çoğu zaman kelimelerle değil; reddedilen bir başvuruyla, sessizce kapanan bir kapıyla, boş bir koltukta kaçırılan bir bakışla dile gelir.
Aşırı sağın yükselişi Almanya’da yalnızca siyasetin sertleşmesi değil, toplumun damarlarına sinmiş korkunun yeni bir dil bulmasıdır. Göçmenlik tartışmaları alevlenirken, siyahilerin varlığı “yabancılığın” görünür yüzü haline gelir. Oysa bu yabancılık hiçbir zaman gerçekten kaybolmamıştır; sadece zaman zaman yüksek sesle hatırlatılır. Irkçılık bir öfke patlaması değil, bir düzenlemedir. Kâğıtlara yazılır, istatistiklerde görünmezleşir, yasaların satır aralarına siner. Almanya’daki siyahilerin deneyimi, bireysel bir öfkenin değil, kurumsal bir suskunluğun yankısıdır. Tahir Della’nın dediği gibi, “On yıllardır verilen mücadele bir gecede geri alınabilir.” Çünkü sessizlik, en büyük karşı devrimdir.
Yoksulluk, her zaman yalnızca parayla ölçülmez. Bazen bir ülkenin seni kimliksizleştirme biçimidir. Ekonomik durgunluğun pençesindeki Almanya’da siyahiler yalnızca gelirlerini değil, görünürlüklerini de kaybediyor. Bir hastanın siyahi bir hemşireyi reddetmesi, sadece bireysel bir önyargı değil, tarihsel bir yankıdır: “Sen bana bakamazsın. Sen buraya ait değilsin.” Bu cümle hiçbir resmi belgede yer almaz ama siyahi bir bedenin belleğinde ömür boyu taşınır. Ekonomi, ırkçılığı taşır; tıpkı bir nehrin çamuru taşıması gibi. Sessizce, görünmez biçimde… Bütçelerde, iş ilanlarında, reddedilen e-postalarda kendini belli eder.
Almanya’da bir isim bile duvar olabilir. Siegen Üniversitesi’nin araştırması, Afrikalı veya Arap kökenli isimlere sahip insanların iş başvurularında en az geri dönüş alanlar olduğunu gösteriyor. Bazen insan değil, onun adı dışlanır. Bir isim, bir dil, bir aksan… Irkçılığın en sinsi hali, insanın özüne dokunmadan onu dışarıda bırakmaktır. “Seni seviyoruz ama seni aramıyoruz” der gibi. Dışlanmanın en sert biçimi kapıdan kovmak değil, kapıyı hiç açmamaktır.
Avrupa’nın merkezinde, Almanya’nın gölgelerinde büyüyen bu ırkçılık, liberal demokrasinin vitriniyle sessiz bir çatlak yaratıyor. Lüksemburg gibi ülkeler ayrımcılığı görünür kılmaya çalışırken, Almanya hâlâ bu karanlığı istatistiklerin dışına itiyor. Çünkü bazı ülkeler için görünmez olan, aslında korunması gereken konfor alanıdır. Tahir Della’nın “Bu ülkede insanların neler yaşadığını ortaya koyan kapsamlı verilere ihtiyacımız var” sözü, yalnızca bir aktivistin değil, bir ülkenin kendi vicdanına söylemesi gereken bir cümle olmalıydı.
Irkçılık yalnızca siyahilerin değil, bir toplumun ruhunu da çürütür. Çünkü birini görünmez kılmak, aslında kendi aynasını karartmaktır. Almanya bugün, aşırı sağın yükselişi ve ekonomik kırılganlıkla birlikte bu aynaya bakmaktan kaçıyor. Oysa karanlıkla yüzleşilmezse, karanlık büyür. Sessizlik, yalnızca mağdurları değil, sessiz kalanları da yutar. Ve bir ülke, kendi sessizliğinde kaybolur.
Belki de asıl mesele siyahilerin Almanya’ya ait olup olmaması değil; Almanya’nın kendine ait olup olmadığıdır. Bir ülke, kendi insanlarını dışlayarak nasıl bir gelecek kurabilir? Hangi demokrasi, bir bölümünü görünmez kılarak yaşayabilir? Irkçılık, yalnızca bir nefretin değil, bir düzenin adıdır. Bu düzeni kırmanın yolu, bağırmaktan değil, sessizliğin haritasını çıkarmaktan geçer.
Bu yazı, DW’nin “Almanya’da siyah olmak: Irksal ayrımcılık korkusu”‘ndan yararlanarak yazılmıştır…
- Almanya’da Sessiz Irkçılığın Çatlaklarından Sızan Gerçeklik - 12 Ekim 2025
- Bağımlılığın Yeni Çağı: Kapitalizmin Limbik Kıskacı - 10 Ekim 2025
- Patara, Parlamento’nun Anavatanı Olarak Anadolu - 27 Eylül 2025