Narsisizm Batağında Türkiye Aydını

Bu yazı bir novella için epilog olarak okunabilir.

Kendisine bir misyon yüklemiştir; yüklenmiştir değil! “Aydın” olma sorumluluğu… Bu durum bile yeterince sorunlu iken o bu sorunu, kendisinin dışında gördüğü, varoluşuyla bencilce ilişkilendirdiği bu sorunu, daha da karmaşık hale çevirmek için alabildiğine çaba içindedir: biricik-yegane-tek olma durumu. O coğrafyasının –sınırları duruma göre değişmekle birlikte- tek aydını olmakla açıktan olmasa da mutlaka dolaylı bir şekilde övünmekle ve bunu her fırsatta ifade etmekle de yükümlü sayar kendini. Bu sorgulanamaz olmuşluk haline aslında var olmayan en kısa yoldan ancak ölçülebilir bir şekilde en kısa zamanda ulaşacaktır. Kurduğu ilişkiler ve yaşadığı toplum bu sorgulanamazlık halinin başlıca güvencesini oluşturur.

Akademizm hastalığından muzdariptir; göreceli bir tanım olduğu için kolaylıkla hasta olduklarını reddederler. Ne var ki “diğerlerine” bu tanıyı koymaya aşırı isteklidirler. Akademik unvan kullanmakta bırakın bir sakınca görmeyi özel bir özen gösterirler.
Entelektüelitesini ve sahip olduğuna inandığı “müthiş” düşüncelerini diğerlerine karşı bir baskı oluşturma, olumsuzlama ve karalama amacı ile hareket ederken devletleri tarafından bahşedilmiş bu unvanları sığınaklarını oluşturacaktır. Birçok tartışmada karşısındakini “mat etmek” için bu akademik titrini-varoluşunu kullanmakta sakınca görmez. Devletten/YÖK’ten nasiplendiği halde, oraya kendi gücü ile geldiği iddiasında olup, zaman zaman devlet memuru olmadığını ifade etme gereği duyar. Yıllar yıllar öncesinde ülkenin en aydın-en büyük (!) sosyoloğu olmakla övünen ve bu övüncünü sürekli diğerlerini aşağılama yolunda bir girizgah olarak kullanmaktan çekinmeyen üstüne üstlük “sosyalist” de olduğu iddiasındaki bir prof. üyesi ve kurucusu olduğu bir düşünce kuruluşundaki seminerlere –artık- katılmayacağını ifade etmişti, gerekçesi ise “bakarsınız bu nedenle üniversitemden atılırım, emekli ikramiyesinden olurum” şeklindeydi; işte tamı tamına bir memur olma durumu. Savunusunu ise “ben korkağım böyle biline” şeklinde yapıyordu. Olumsuzluğun olumlanması üzerinden durumunu haklı meşru gösterme çabası…

Dışarıdan baktığımızda kendisinin de aynı durumda olduğunu görürüz ama o ısrarla diline peleseng ettiği –örnek olsun- “köpeksiz köyde değneksiz gezenlere” bu “köyün” sahipsiz olmadığını ve bu başıboşluktan hesap sormaya hevesli olduğunu ve bunu yapabilecek “zekaya” sahip yegane kişinin kendisi olduğunu doğrudan ifade eder. “Bir kitap, yazı yazacağım/yazdım bütün dünya değişecek/değişti” hayali ile yaşarlar. Onlar için bu hayal değil, insanların kitlelerin görmediği. görmeyi beceremediği gerçekliktir! Bu türden bir muktedir olma durumu ona bahşedilmiştir ve o da bunu paylaşma aktarma sorumluluğundadır. O, bu görme özürlüleri aydınlatmaya yazgılı bır ışıktır! O katıldığı oturumlarda konferanslarda öyle bir konuşma yapacak, öyle önemli bir sunum yapacaktır ki, o konu bağlamında o karşısında olan herkesin ipliğini pazara çıkaracaktır. Birikim ve cesaretin vücut bulmuş halidir!

İsmini matbuat aleminde yazılı görmeyi çok sever; insanlığın hizmetine sunduğu, düşünce dünyasına armağan ettiği özgün olduğunu zannettiği, devrim ateşini yakacak kıvılcım olduğunu düşündüğü fikirlerini açıkladığı yazıların şu ya da bu şekilde yayınlanması için elinden gelen herşeyi yapar. Bu ülke özelinde yüzyıldır değişmeyen bir davranış modelidir bu; bir zamanlar yazdığı kitapları üst üste koyup uzunluğunu boyu ile kıyaslayan “aydınlar” bugünde varlığını farklı şekillerde sürdürmekte. O yazısının, o kitabının mutlaka yayınlanması gerektiğini savunur. Bunun için birkaç gün öncesinde hainlikle, ajanlıkla, satılmışlıkla, liboşlukla (!) suçladığı yayın evlerinde kitap yayınlamaktan, işbirlikçilikle, teslimiyetçilikle ve hatta gizli polis olmakla suçladığı dergi ve gazetelerde yazı-makale yayınlamaktan beis görmez. Kuşkusuz bu -aslında karşılıklı- etik sorun onun için göz ardı edilebilir, yeter ki bizler cahil cühela takımı onun değerli fikirlerinden yararlanabilelim! Benzer davranışlara sunumlarında, konuşmalarında da rastlanılır; sosyalistlikte kimseye pabuç bırakmayanları şeriatçıların haremlik-selamlık oturumlarında herhangi bir ortak paydada buluşup konuşma yaptıklarını ve onlara kitaplarını imzaladıklarını görürüz. Şaşırır mıyız? Hayır. Diğer taraftan sohbetleri –söz uçar- ile yazıları arasında derin farklılıklar bulunmasıda şaşırtıcı olmayacaktır. Her konuştuğunu, düşündüğünü de yazmaz, somutlansın istemez. Yazı kalır!

Ortalama ve üstünde bir yabancı dil bilgisine sahip olmayı –çoğu kez eğitim ayrıcalıklarından gelir- haklı olarak bir avantaja dönüştürür. Bu avantajlar onun narsisizmini doğrudan ve dolaylı yollardan destekler. Bilgiye ulaşmanın kolay olmadığı on yıllar öncesinde çeviri yapılan kitaplar sahiplenilerek yayınlanırdı; yok bugün bu kadar da değil! En azından… Bugün yapılan daha çok, örnek olsun Monthly Review, Le Monde Diplomatique gibi dergilerden yapılan hızlı çevirilerin yerli ve milli adaptasyonları. Olsun bu göz boyamaya yetiyor. Yetiyor! Tabii bu bağlamda asıl önemli olanlar ise öyle herkesin kolayca ulaşamadığı, bilmediği özel entelektüel yayınlar! Çeviri denince aklıma yanıtlanamayan tersine bir soru geliyor: Bizler çok sayıda yabancı aydının yazdıklarını okuyor tartışıyoruz, değerli Türkiyeli aydınların yabancı dillere çevrilen küresel yaygınlıkta okunan eserleri var mı? Yanıtlayayım fazla merak uyandırmadan Yok.

O siyasetler, partiler, örgütler üstüdür. Ombudsmandır, bilirkişidir. Bu tavrını özenle korur ve aydın olmanın gerekliliği olduğunu savunur. Bu yolla korunur. Alabildiğine pragmatiktir. Aynı zamanda kendisini pohpohlayanı daha çok sever! Hele ki gazetelerinde, dergilerinde ondan söz edilsin, yazısı, röportajı basılsın, birde fotoğrafı varsa değmeyin keyfine; birden yakınlaşıverir o siyasetle ne var ki geçici bir yakınlaşmadır bu. Yerini duruma göre bir başkasının almaması için hiçbir neden yoktur. Yıllar öncesinde ünlü bir aydınımızla karşılaştığımda yeni çıkan kitabının tanıtımı için “ulusalcı” bir gazetede çalışan “ulusalcı” bir gazeteciye gidiyordu. Bu gazetecimiz daha bir iki sene öncesinde şu meşhur davalarda hapse girdiğinde onun için etmediği laf kalmamıştı. Korunur demiştik; bu üst olma durumunun onu eylemlere katılmaktan, eylemlilik halinden muaf tutacağını düşünür. Gezi sürecinde Ionescu Sendromu yaşayıp bırakın sokağa çıkmayı pencereden dışarıya dahi bakmaktan korkan bazı aydınlarımız aradan daha üç ay bile geçmeden Gezi hakkında sayfalar dolusu yazı, kitap yayınladılar. Kim oldukları basit bir tarama ile öğrenilebilir.

Doymak bilmez bir egoya sahiptir, şiştikçe inceldiğini sanır oysa çoktan patlamış, darmadağın olmuş şekilsiz parçaları etrafa çoktan saçılmıştır. Bu egonun sürekli beslenmesi gerekir ve bu sürdürülebilirlik hoca-mürid ilişkisinin kurulmasıyla sağlanır. Çevrelerinde yaşça kendisinden epey küçük aklıevvel bir kitle bulundurmaya özen gösterirler. Üniversite öğrencisi veya asistan olmaları tercih sebebidir. Burç sormazlar! Simbiyotik bir ilişki gibi görünse de bu ilişkide asıl amaç –oldukça sofistikedir-, hoca açısından, hocanın sürekli taltifi ve pohpohlanmasıdır. Hoca bildiğini okur, çevresindeki “zavallı” –olmadıkları zamanlarda onları küçümsemekten geri durmaz- müritlerin sözlerine, fikirlerine değer veriliyormuş gibi görünse de alaycı tavır kuşkusuz dikkatli gözlerden kaçmayacaktır.

Tevazu ve vefa duygularından yoksundur. Paylaşımcı ve dayanışmacı değildir. Kuşkusuz bu “duygular” onun biricik olma hedefine ulaşmasının önündeki bir engeldir.Diğer aydınlar, özellikle de kıyaslandıklarını rakip olmanın ötesinde düşmanı olarak görür; kıskançlığı narsisizmini niteler. Böyle bir sosyalist aydınla tanışmıştım bir zamanlar, 3×1.5 metrelik masasının bulunduğu odasında politik gelişmeleri konuşurken gelen telefonla o anda entelektüelite yarışında olduğu ve tarifsiz bir kin duyduğu –ancak önceden birçok siyasi ortamda birlikte oldukları, ortak üretimde bulundukları- bir diğer sosyalist aydının siyasi nedenlerle gözaltına alındığı ve tutuklandığı haberi geldi. Orada yoktu, ama emin olun eğer olsaydı zil takıp oynayacaktı. Gerçekten üzücü…

Yaşamını putları yok etmeye adadığını iddia eder. Onlarca yazı yazarken putlar üstüne, ya da onların cisimleşmiş halleri, heykelleri resimleri üstüne, eline fırsat geçerse eğer, sunum yaptığı salonlara –ya da evinin bahçesine !- konmak üzere büstünü, heykelini yaptırmaktan da geri durmaz. Sonra beğenmezse eğer depolara atılmak üzere…
*
Narsisizm: Sağlıklı olmayan öz beğeni, öz severlik durumu. Kişinin kendi bedensel ve/veya zihinsel benliğine karşı duyduğu hayranlık ve bağlılık, kişinin kendisine aşık olması