Sağlıkta Çöküşün Öteki Öyküleri (6)

Son günlerde doğasına uygun bir şekilde fazlasıyla heterojen olan “tıp camiasında” tartışılmakta olan konulardan birisini de hasta tutuklu ya da hükümlülere adli tabipler ya da ilgili tıp birimlerince verilen ya da verilmeyen “sağlık raporları” oluşturmaktadır. Kuşkusuz tartışmanın daha görünür olmasını sağlayan ilgili isimlerin politik popülerliğidir; ne yazık ki!

Tefrikamın önceki yazısında bir başka bağlamda dile getirdiğimi tekrarlayarak devam edelim; bu “raporlar” bağlamında, otorite kontrolündeki mevzularda “bilimsel yaklaşımın”, “tıbbı etik ve deontolojinin” sorunlu hali yeni değildir ve onlarca yıllık lekeli hali süreklilik göstermektedir. Mütemadiyen! Yaptırım yoktur…

Tartışmanın seyrek olarak alevlenmesi ise bu mevzuların ve olumsuz öznelerin istisnai olduğu yanılgısının ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. İstatistik jargonu ne der; “istisnalar kaideyi bozmaz” ya da “istisnanın varlığı kaideyi doğrulamak içindir”. Burada “kaide” otoriteye biat ve uyumdur! Kendisi de bir otorite biçimi olan tıp bilimi [İaotokrasi] paradoksal olmayan bir biçimde siyasi otoriteyle olan doğrusal ilişkisini koruyarak varlığını idame ettirir; bireysel kararları da belirleyen bu ilişkidir. Bu sadece ülkemiz için değil insanlık tarihi boyunca küresel bir sorundur; ancak çoklukla göz ardı edilip ayrıksı hale getirilen bir sorun olagelmiştir.

Bilimin bir otorite biçimi olduğunu ve ona bağımlı olduğunu, “Hipokrat Yemininin” naif bir retorikten ibaret olduğunu, deontolojinin bilimsel bir biçem olmadığını ve “tıbbi etik” denen “şeyin” gücünü konjoktürel öznelliğinden alan bir yaklaşım türü olduğunu kabullenirsek meseleye yaklaşırken belki daha az “duygusal” olabiliriz. Çözüm mü; çok zor çünkü bu türden meseleler ülke hekimlerinin yüzde birinin fiziksel, “ruhsal ve düşünsel” dünyasında kendisine yer bulamamakta bu zihinlerde bir sorun gibi algılanmamaktadır. Çok mu ağır oldu; yüzde konusunda bir iki puanlık bir oynama yapılabilir! Unutmayalım ki “ekmek parası” argümanı otoriteye bağımlılığı ve hizmetkârlığı başlıca meşrulaştırma aracıdır ve oldukça güçlüdür! Şu vicdanla cüzdan arasında kalma meselesi… 

Korku meselesini de not edelim ancak yapılanla birey arasındaki “ideolojik” uyumun, “onayın” ezici çoğunluk halini de göz ardı etmeyelim.

*

Birkaç cümle ile anılarımızı, duyduklarımızı tazeleyelim, bilip de unuttuklarımızı anımsayalım ya da bildiğimiz halde bilmediğimizi sanmaktan vazgeçmeyi deneyelim. Verilen-verilmeyen sağlık raporları siyasetin güdümünde olup onlarca yıllık bir sorun olarak sürekliliğini korumaktadır ve kuşkusuz bu “koruma” hali herhangi bir otorite şekli var olduğu sürece devam edecektir. 

80 öncesinden bu “sorunun” varlığını anımsıyoruz, 12 Eylül faşist darbesinin ardından tıp bilimi/tıp insanları ile faşist otorite arasındaki “ilişkinin” daha da derinleştiğini ve aynı zamanda net bir şekilde görünür olduğunu da biliyoruz. Ve kuşkusuz “şu raporlar” meselesi bu “ilişkinin” en az zararlı şeklini oluşturmakta! 

Bu sayfayı okuyan genç hekimleri bu bağlamda bilgilendirmeye “önem sırası” gözetmeden devam edelim; en son 1984 yılında uygulanmasına rağmen 2004 yılına kadar Türkiye’de idam cezası olduğunu anımsatalım ve bu tarihe kadar yüzlerce idam cezasının infaz edildiğini ve bu infaz sürecinde hekimlerin rol/yer aldığını az bilinen bir not olarak tekrarlayalım. Nedir bir hekimin infazdaki görevi; idam edilen mahkûmun asıda ölüp ölmediğini kontrol ederek asıya son verilip verilmemesine “bilim adamı” olarak karar vermek. Burada kişi yaşıyorsa hekimin görevi onu yaşama döndürme çabasında bulunması değildir; ölüme karşı alınan tavır onun gerçekleşmesini seyrediyor olmaktan yana… Guillotin’den daha da geride bir durum, en azından “etik” olarak!

Soru: yüzlerce infazın kaçında hekim “bilgisine” başvurulmuştur; kimlerdir? Hekim örgütlerinin onların “tıbbi etik kurullarının” böyle bir çalışması var mıdır?

Ölüme karar vermek; hayır burada söz konusu olan ötanazi değil… İdamların gerçekleşmesi meclis onayına dayanıyordu. Bir anımsatma; örneğin 1972 yılında TBMM’ndeki 38 hekim milletvekili Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmesi yönünde oy kullanmıştır; aynı “yaklaşım” 12 Eylülden sonrada devam etmiş faşist “danışma” meclisindeki hekimlerin çoğu –neredeyse tamamı- idamların gerçekleşmesi yönünde oy kullanmıştır. Bu hekimlerin isimleri meclis tutanaklarında bulunabilir.

[TTB 28 Eylül 1985’de idam cezasına karşı olduğunu bir bildiri ile açıklamıştır ve bu bildiride imzası olanlar hakkında dava açılmıştır.]

Kuşkusuz “12 Eylül hekimleri” her zaman öldürmekten yana olmamıştır, aralarında onlardan sayıca daha çok “yaşatma” çabası içinde olanlarda vardır.  12 Eylül sonrası yüzbinlerce devrimci gözaltına alınmış işkenceden geçirilmiştir; işte kimi hekimlerin “yaşatma çabası” burada devreye girmiştir. İşkencede hekimin görevi, işkencenin kişinin ölümüne neden olmadan devam etmesini sağlamaktır!  Sonrasında ise yine şu adli rapor/ ölüm raporu meselesi karşımıza çıkar; raporlarda “işkence izlerine, travma izlerine rastlanılmaz”, izler tanımlansa bile “ölümün başka nedenlerle gerçekleştiği –örneğin tüberküloz-“ belirtilir vs. vs…

Soru: İşkencede herhangi bir şekilde rol ve “sorumluluk” alan hekimlerle ilgili herhangi bir işlem yapılmış mıdır? Örneğin 12 Eylül ve sonrası bu bağlamda ne kadar irdelenmiştir?

*

Asıl soru/sorun: memur ve hekim; memurluk ve bilim hakkında olmalı…