Naziler, 1933 yılında Almanya’da iktidara geldiklerinde yakın çağın en güçlü militarist rejimini kurmaya koyuldular. Muhaliflerin temizliği ve savaş hazırlıklarıyla geçen iktidarının ilk yıllarında hesapsız kan döktüler. İkinci Büyük Savaş’ın fitilini Polonya işgaliyle ateşlediler. Çevrelerindeki tüm ülkeleri bir ahtapot gibi sarıp Avusturya, Çekoslovakya, Danimarka, Norveç, Yunanistan, Yugoslavya, Lüksemburg, Belçika, Hollanda ve Fransa topraklarının yarısından fazlasını işgal ederek her yönde ilerleme şansı buldular. Sovyetler Birliği’nin başkenti Moskova’yı, Stalingrad’ı kuşattılar, Londra’yı hava bombardımanıyla harap ettiler. Kıta Avrupa’da yakılıp yıkılmadık bir karış alan bırakmadılar. Müttefikleri İtalyan faşistleriyle Kuzey Afrika’da, Japon militaristleriyle güneydoğu Asya ve Pasifikte sınırsız acılara yol açtılar. 56 milyon insanın can verdiği Büyük Savaş’ın sonunda ülkeleri Almanya’yı da baştanbaşa yıkıntılar içinde bırakarak tarih sahnesinden silinip gittiler. Savaş sonrasında Auschwitz, Kulmhot, Treblinka, Dachau, Krakau, Plaszow, Belzec, Lublin, Mauthausen, Mittelbau (Dora), Grosrosen, Drancy gibi çalışma ve temerküz kamplarında yedi milyon civarında Yahudi’yi, Romen’i, rejim muhalifi ve savaş esirlerini görülmedik metotlarla temizlemelerinin korkunç kanıtları gün yüzüne çıktı.
Üçüncü Reich İmparatorluğu yayıldığı hızla daraldı, küçüldü ve 30 Nisan 1945’te Hitler’in mezarı olacak sığınağında metresi Eva Braun’la intiharıyla birlikte son buldu. Führer canına kıydığında Almanya’da gamalı hacı dalgalandıran kalmadı. Yer yarıldı yerin dibine girdi Gestapo ve SS kıtaları. Girdikleri yer altı sığınaklarından çıkış bulamadılar.
Alman Mareşali Walther Model, Nisan 1945’de Ruhr havzasında birlikleri kuşatma altındayken tabancasına sıkarak hayatına son verdi. Onu, SS polis örgütünün şefi ve aynı zamanda kara kuvvetleri komutanı, ‘yüzyılın celladı’ olarak ünlenen Heinrich Müller izledi. 23 Mayıs 1945’de İngilizlere esir düşen Himmler, zehir içerek hayatına son verdi. Nazilerin ünlü propaganda şefi Paul Joseph Goebbels, Sovyet birlikleri Berlin’e doğru ilerlerken aile bireylerini tek tek öldürdü ve son kurşunu kafasına sıktı.Propaganda ve iletişim bakanı Karl Gebhardt diğerleriyle aynı akıbeti paylaştı. Berlin düştüğünde, o da önce ailesini sonra da kendisini ortadan kaldırdı.
Alman Kızıl Haç başkanı Ernst Gröwitz, Sovyet askerleri Berlin’e girdikleri sırada Hitler’in gizlendiği sığınağa sıkıştırılanlardan biriydi. Oradan kurtuluşu kafasına kurşunu sıkmakta buldu o da. İki milyon Sovyet vatandaşının ölümünde pay sahibi olduğu kaydedilen SS komutanlarından Herbert Backe, Nürnberg’de yargılanması sürerken hücresinde kendisini astı. Reich’in savunma komiseri Alfret Mayer üzerinde taşıdığı siyanür kapsülüyle kendi işini bitirdi. Rodolf Hess, işkence ve toplu kıyımlarında rol aldığı Auschwitz-Birkanau temerküz kampında en son dara çekilen oldu. Ölen her Almana karşılık yüz Sırp öldürmekle ün yapmış General Böhme, 1947 yılında kapatıldığı hapishanenin dördüncü katından atlayarak hayatına son verdi.
Dachau ölüm kampında türlü ötenazi uygulamalarıyla bilinen Philip Bouchler, aynı kampa kapatılmak üzere yola düşürüldüğünde karısıyla birlikte içtiği siyanürle kendi defterini dürdü! Nurnberg Mahkemelerinde idama mahkûm edilen Alman Hava Kuvvetleri komutanı Hermann Goering, asılmasına bir kaç saat kala üzerinde taşıdığı siyanür kapsülünü kullanmaya fırsat buldu.
Hitler Almanya’sının askeri, siyasi iktidar erki ve dayanakları arasında çöküşle birlikte baş gösteren intihar salgınının en başında, “Çöl Tilkisi” lakabıyla bilinen Erwin Rommel’i adını hatırlamak gerektir: Kuzey Afrika yenilgisi, Normandiya Çıkarması ve Sovyet birliklerinin Berlin’e ilerlemeleri gibi gelişmeler sonrasında Rommel, Hitler’den kurtulmaya çare arayanlardan biridir. 20 Temmuz 1944’de Hitler’in Rastenburg’daki karargâhında patlayan bombadan sorumlu tutulur. Karşısına çıkarıldığı Führer ona iki seçenek bıraktı: yargılanmak ya da zehir içmek; Rommel zehir içerek hayatına son vermeyi tercih etti.
Nürnberg Duruşmalarında ömür boyu hapse mahkûm edilen ve bulunduğu Spandau Hapishanesinde (21 yıllık hapishane hayatından sonra 1987 yılında, 93 yaşındayken) hayatına son veren Nazi liderlerinden Rudolph Hess, uzayıp giden intihar listesine en son eklenen isimlerden biri oldu.
Kızıl Ordu Berlin’i, Leipzig’i ele geçirdiğinde dağılmış SS birliklerinden pek çok kimsenin sığınaklarda, dağılmış siperlerin ardında, kaçışa yol aradıkları yıkıntılar arasında kafalarına birer kurşun sıkarak intihar ettikleri görüdü. İnternet ortamında izlenebilir Leipzig intiharlarını konu alan bir belgesel, kendi kendilerini bertaraf edenlerin fotoğraflarıyla yüklü.
Teslim olmaları sonrasında, Nazi Almanya’sının müttefiki Japon militaristleri arasında da yaygın intihar olayları görüldü. Savaşın ilk yılında Japonya başbakanlığı yapmış Konoye Fumimaro, savaş suçlusu olarak yargılanacağını anlayınca zehir içerek hayatına son verenlerin başında yer aldı.
Ushijima karargâhında yaşandığı gibi, binlerce Japon askeri komutanlarıyla birlikte (Amerikan kuvvetlerine teslim olmamak için) kendilerini uçurumlardan atarak, harakiri yaparak hayatlarına son verdi. Hiroşima ve Nagazaki’nin atom bombalarıyla kül edilmelerini izleyen günlerde, Amerikalıların Japon Adalarına çıkışıyla sahnelenen toplu intiharların birinden sağ çıkmış bir Japon, şu sözlerle tanıklını dile getirir:
“Onlar bulunduğumuz tepeye ulaşmadan oğullar yaşlı anne ve babalarını, anneler küçük çocuklarını, kardeşler kız kardeşlerini, sevenler yavuklularını itti kendilerini uçurumlara bırakmadan önce.”
Yıllar önce, Alman-Fransız ortak televizyon kanalı ARTE’de izlediğim bir savaş belgeselinden not aldığım bu sözler, taraf olan olmayan sivil savunmasız insanların da savaşın yarattığı umarsızlık ve kıstırılmışlık içinde nasıl öz kıyımlarına yöneldiklerini hatırlatır.
Beri tarafta, Nazi işgali altındaki Fransa’da, işbirlikçi Petain hükümetinde başbakanlık yapmış Laval Pierre örneği var. Pierre, savaş sonrası yargılamalarda idama mahkûm edilir, infaz günü öncesinde zehir içerek hayatına son vermeyi dener, başarısız intihar girişimi ardından idam sehpasına çıkarılmaktan kurtulamaz.
Hitler’in yakın omuzdaşı İtalyan faşizminin şefi Mussolini, iktidarını kaybettikten sonra soluğu aldığı Almanya’da Reich iktidarının çöküşüne; Hitler ve etrafındakilerin panik içinde intiharlarına tanıklık eder ve oradan nereye kaçacağına yol ararken İtalyan partizanlarının eline düşer. Çok değil, Hitler’in intiharından iki gün sonra, 28 Nisan 1945’de, Milano’nun Loreto meydanında Mussolini, metresi Clara Petacci ile birlikte idam edilir.
Fransız yazarlardan Drieu la Rochelle, işbirlikçi Vichy hükümetinin akıl hocalarından biri olarak savaş sonrasında kendisini mahkeme önünde bulanlardandır. Tutuksuz yargılanmasından çıkacak sonucu beklemeden dört kez intihar girişiminde bulunur. Sonuncusunda ölümünü kendi elleriyle gerçekleştirmeyi başarır. La Rochelle, iki büyük savaş içinde üç kez yara almasına karşın hayatta kalmayı başarmış biridir de. 16 Mart 1945’de kafası bir lavabonun içine düşmüş halde bulunduğunda, cebinde saklı kalan kullanılmamış yolculuk bileti üzerinde şu cümleyi yazdığı görülür:
“Gabrielle, laissez-moi dormir, cette fois!” (Gabrielle, bırak beni, bu kez uyuyayım!)
Yüzlerine maskeler edinmiş, o toz dumanı içinde kayıplara karışmayı başarmış sayısız savaş suçlusu İtalya üzerinden Franco İspanya’sına, Salazar Portekiz’ine, Juan Peron’un Arjantin’ine, Şili’ye, Uruguay’a, Patagonya’ya, Lübnan ve Suriye’ye kapağı atmayı başarır. Bozgunla gelen bu kaçışta Vatikanlı muhterem papazların rolü büyüktür. Savaş ve iktidar yıllarınca Mussolini ve Hitler’e destek veren Vatikanlılar, çöküşün sonrasında da boş durmaz, savaş suçlularına kukuletalı cüppelerini giydirerek kaçışlarına kılavuzluk ederler.
Temerküz kamplarında kobay olarak kullandığı tutsaklar üzerinde yaptığı akıl almaz deneylerle bilinen Dr. Josef Mengele, Arjantin’e kapağı atmayı başarmış olanlardan biri. 1959 yılında denizde boğulmasıyla kimliği açığa çıkar. Hitler’in özel sekreteri Martin Bormann, Vatikan papazlarınca kaçışı örgütlenen bir başka isim. O da yakayı ele vermeden Arjantin’de uzun yıllar hayat sürer. Pek çok savaş suçlusunun dağıldığı güney Amerika ülkeleri o dönemler birbirlerini izleyen askeri darbe yönetimleriyle uygun ortam taşırlar. Nazilerin saklanabildikleri sadece Güney Amerika ülkeleri değildir elbette. Firari Nazi ve eski işbirlikçilerinin gizli açık kimlikleriyle farklı ülkelerde korumaya alındıkları ilerleyen yıllarla açığa çıkar.
Bunlardan biri “Lyon Kasabı” lakabıyla ünlenen SS subayı Klaus Barbie’dir. Savaş sonrası yıllarda Barbie, Amerikan Ordusu’nun Fransa’da yürüttüğü casusluk biriminden sorumlu biri olarak eski görev yerine gönderilir. Yıllar sonra bu durum öğrenildiğinde, Amerika’da emeklilik hayatı süren Lyon Kasabı’nın Fransa’ya iade edilmesi isteğine uzun süre ayak diretilir. Dönemin Amerikan Karşı İstihbarat Örgütü’nde görevli Albay Eugene Kolb, Barbie’nin Amerikan Ordusunda ajan olarak kullanılmasını şu sözlerle gerekçeler:
“Barbie’nin becerilerine fena halde ihtiyacımız vardı… Fransız gizli Komünist partisine ve direniş hareketine karşı çalışmalarıyla konunun tam bir uzmanı olmuştu.” [1]
Buna benzer bir diğer örnek, 1990’lı yılların sonunda Fransa’da yargı önüne çıkarılan Maurice Papon’dur. İşgal altındaki Fransa’dan 75 000 Yahudi’nin Nazilere teslim edilmesinde baş çeken Papon, o yıllarda Gironde kentinin emniyet müdürüdür. Savaş sonrasındaysa Bordeaux Valiliği ve daha sonrasında da Paris Emniyet Müdürlüğüne terfi ettirilir. ABD ve İngiltere’nin yardımlılarıyla işgalden kurtarılan Fransa’da iktidara taşınan General De Gaulle, Nazi işbirlikçisi olduğu bilinen Papon’u bağışlamakla kalmaz, Cezayirlilere karşı yürütülen savaşta ona hünerlerini göstermesine alan açar. Azınlıkların temizliği konusunda yabana atılmaz deneyimiyle Papon, kendisinden beklenen marifeti göstermekte gecikmez. 17 Ekim 1961’de Cezayir’de yaşananları protesto etmek amacıyla Paris sokaklarında gösteriler yapan Cezayirlilerden 300’ü Seine Nehri’ne atılarak boğdurulur. Bu kitlesel katliamın, o sıralar Paris Emniyet Müdürü olarak görev yapan Papan’un emriyle gerçekleştiği çokça yazılmış olsa da, bundan dolayı cezai bir yaptırım görmeyecekti.
Maurice Papon, Büyük Savaş’tan yarım yüzyılı aşkın bir zaman sonra savaş suçlusu olarak yargı önünde çıkarılabildi. Fransa için gecikmiş bir Susurluk Kazası sayılır bir davaydı bu. Şu farkla ki, ilerleyen yaşında Papon’a Susurluk Kamyonu değil, Fransa sermayesi içinde hatırı sayılır gücüyle yer tutan Yahudi lobisi çarptı. Muhalif basının da yardımıyla deşifre edilip gün yüzüne çıkarılan Papon, gözden düşmüş, Kenan Evren kadar da acınası görünen yaşlı biri olarak sanık sandalyesine tek başına oturtuldu. Suç ortakları çoktan dünyalarını değiştirmişti. İki yıl süren yargılaması sonunda, Nisan 1998’de, 87 yaşındayken, savaş suçlusu olarak on yıla mahkûm edildi. Yargı sürecinin kapanmasıyla şeceresinden yayılan dayanılmaz kokuların üzeri örtüldü. Papon, savaş suçlusu olarak mahkûm edilirken, başkent Paris’te tezgâhlanan Cezayirlilere dönük katliama hüküm gerekçeleri arasında yer almadı. Bu suçtan Papon’un cezalandırılması dönemin diğer sorumluluklarının da cezayı paylaşmalarını gerektirebilirdi. Buysa, Fransız sömürgecilik tarihinin de mahkûm edilmesi anlamına gelirdi. Belliydi ki Fransa henüz buna hazır değildi.
Maurice Papon’un avukatı Jean- Marc Varaut, 2 Nisan 1999 Tarihli L’Humanite gazetesinde yer alan açıklamasında, on metrekarelik bir koğuşta tutulan müvekkilinin hücresinde volta atacak alan bulamadığından şikâyetçiydi. Şikâyeti yerindeydi ama 1560 Yahudi’nin kapıları mühürlü bir vagona istif edilip Bordeaux Saint-Jean Garı’ndan Drancy’e, oradan da Auschwitz ölüm kampına taşınırlarken nasıl soluk alabildiklerini Maurice Papon, çok uzun süren ömrü boyunca belki de hiç düşünmemişti. Dachau temerküz kampında 60 kişilik bir hücreye 1600 kişinin nasıl istiflenebildiğini ve savaşın son iki yılının her gününce, her bir ölüm fabrikasında, her saatte ortalama 1500’er kişinin gaz odalarından geçirildiğini, krematoryumlarda yakılıp kül edildiğini, akla hayale gelmedik insanlık suçları işlendiğini ve bunun böyle sürüp gitmeyeceğini görmüştü Papon ve onun hizmet ettiği Naziler. İşledikleri savaş ve insanlık suçlarının finalinde vardıkları sınırın kendi öz kıyımları olacağını, yarattıkları ateş çemberine düşen akrepler gibi üzerlerinde taşıdıkları zehir kapsülleriyle kendi kendilerini murdar ettiklerini göstererek gömüp gitmişlerdi bu dünyadan.
Yararlanılan Kaynaklar:
Noam Chomsky, Sam Amca Ne İstiyor, İkinci Dünya Savaşı’ndan Günümüze Amerikan Politikaları, s.23, Minerva yayınları, Ist
Mıchel Wınock’un, Le sıécle des Intellectuelles. Seuil, Parıs, 1997
L’EXPRESS. Argentine, Sur la piste des derniers nazis. Sayı: 2440, 9 – 15 Nisan 1998
Liddell Hart, İkinci Dünya Savaşı Tarihi, 2 Cilt, Çeviren: Kerim Bağrıaçık, YKY, İst. Ocak 1999
Laurence Rees, Auschwitz / les Nazis et la “Solution Finale”, Traduit de l’Anglais par Pierre- Emmanuel, Editions Albin Michel, 2005
J.M. Roberts, Kısa Dünya Tarihi, İngilizceden çeviren Mehmet Tanju Akad, İnkilap Yayınları, İst. 2014
[1] Kolb’un mektubu, New York Times, 26 Temmuz 1983, Aktaran Noam Chomsky, Sam Amca Ne İstiyor, İkinci Dünya Savaşı’ndan Günümüze Amerikan Politikaları, s.23, Minerva yayınları, İst.
Yayınlandığı Kaynak: SANCI Kültür Sanat Dergisi, 2 Sayı, 2013
- Naziler ve İntihar - 27 Ocak 2021