Eski doğu düşüncesinden başlamak üzere diyalektik düşünce, henüz Platon’da bir karşılıklı konuşma ve tartışma biçimi olarak bilginin olduğundan daha üst bir evreye taşınması yöntemi olmadan önce, öncelikle Herakleitos’ta ve Elea okulunun bir temsilcisi olan Zenon’da Hegel felsefesindeki içeriğine yakın düşecek bir biçimde kullanılmıştır. Her şeyin bir akış içinde gerçekleştiği bir oluş felsefesi ortaya koyan Herakleitos, doğada var olan devinimin ya da oluşun karşıtlar arasında bir çatışma sonucu gerçekleştiğini öne sürmüştür. Kendi diyalektik düşüncesini oluştururken Hegel, karşıtların çatışkısı ve aynı zamanda birliği ya da özdeşliği düşüncesini Herakleitos felsefesi aracılığıyla benimseyerek, diyalektiği sadece bir usavurma biçimi olarak görmez. Hegel aynı zamanda olguların gerçek içeriği olarak ele aldığı diyalektik düşünceden yola çıkarak, farklı bir mantık anlayışı ortaya koyar ve bu diyalektik mantıktan tümüyle gerçekliği içeren bir bilim dizgesi türetir. En basit ve biline gelen yüzeysel anlatımıyla, Hegel’e göre, bir olgu ya da düşünce (sav) karşıtını da birlikte gerektirir, onunla bir arada bulunur. Bir başka deyişle en soyut biçimde düşünce ya da varlık, karşıtını kendi içeriğinde zorunlu olarak barındırır. Böylece, düşünce kendi içsel yapısında kendine karşıt bir düşünce (karşı sav) olarak karşıtını doğurur. Ve karşıtıyla etkileşimi ve mücadelesi sonucunda düşünce, daha bir üst aşamaya gelişerek ya da geçerek, bu üst aşamada, düşünce ve karşı düşünceyi de içinde barındıran bir birlik (bireşim) oluşturur. Bu birlik ya da bireşim de salt kendi başına yeni oluşmuş bir düşüncedir. Düşüncenin ya da varlığın devinimi ve gelişimi açısından, bu yeni oluşmuş düşünce, kendi içinde tamamlanmış olmakla birlikte, yeni bir başlangıç olan yeni bir düşünce ya da savdır.
Bu kısa şematik anlatıma göre, Hegel’de diyalektik, kendini Tin olarak ortaya koyan, kavrama dayalı olan nesnel düşüncenin, en genel anlamıyla saltık ideanın ya da aklın gelişmesidir. Fakat burada düşüncenin diyalektik olarak gelişimi demek, aynı zamanda Hegel’in özne ile nesneyi özdeşleştiren saltık özdeşlik ve idealizm düşüncesinden dolayı, diyalektik yasanın sadece düşüncede değil, dış dünyada da geçerli olduğu ya da olgusal bir içeriğe sahip olduğu anlamına gelmektedir. Dış dünya Hegel’de maddesel değil, Tin’in kendi dışında varlığı ya da Tin’in kendine yabancılaşmış bir biçimidir. Hegel’in akıl ile olgusal gerçekliği özdeşleştirmiş olması onun nesnel ve saltık idealizminin özgün yanını oluşturur. Kısaca Hegel bu düşüncesini, “Ussal olan edimseldir ve edimsel olan ussaldır” (Hegel, 2006, s. 23; Hegel, 1991, s. 8, § 6.) biçiminde belirtir.
Marx’ın felsefesi, Hegel’den bu noktada ayrılmaktadır. Marx, Hegel felsefesindeki özne ile nesne arasındaki özdeşliği yadsıyarak, diyalektiğin maddeci ve bilimsel bir yorumunu gerçekleştirmeye çalışır. Marx, Hegel’in dış dünyayı Tin’in bir yansıması olarak gören ve özne ile nesneyi bir birbirinden ayırmaksızın birleştiren saltık idealist özdeşlik anlayışını, Hegel felsefesinin diyalektik düşünceye aykırı metafizik ve mistik yanı olarak görmektedir. Marx bu düşüncesini Kapital’in Almanca ikinci baskısına yazdığı Önsöz’de dile getirir: “Hegel’de diyalektik baş aşağı duruyor. Mistik kabuk içersindeki akla uygun özü bulmak istiyorsanız, onun yeniden ayakları üzerine oturtulması gerekir” (1978, s. 28). Marx, diyalektik maddeci bir anlayışla dış dünyayı bilincin diyalektik bir yansıması değil, dış dünya ile bilinci diyalektik bir ilişki içersinde ele alır ve bilinci dış dünyanın bir yansıması olarak kavrar. Böylece maddesel gerçeklik bilincin oluşum ve gelişim sürecinde temele yerleştirilmiş olur.
Diyalektik, Hegel ve Marx’ta varlığın gelişim sürecini belirleyen, varlığa dışarıdan etkide bulunan dışsal bir güç olmaktan çok, varlığın kendi içsel çelişki ve çatışkılardan kaynaklanan, varlığın değişimine ve belirlenimine etkide bulanan içkin bir süreçtir. Diyalektik felsefe, ayrıca varlığı bir bütünlük içinde, farklı olguların etkileşimlerinin birliği olarak kavramak ister. Marx’a göre, diyalektik öncesi felsefeler, varlığı bütünlüğü içinde ele alamadıklarından ve aynı zamanda gerçekliği kendi içkin çelişkileri içinde bir devinim olarak kavrayamadıklarından, gerçekliği tek bir yönüyle ve sadece dışsal görünümleriyle ele alırlar. Dolayısıyla bu felsefeler, soyut özdeşlik mantığıyla sadece dışsal etkiler aracılığıyla durağan bir zaman kesiti içinde varlığı açıklamaya çalıştıklarından metafizik ya da bilimsel olmayan felsefelerdir. Özellikle Fransız düzenekçi maddeciler, arı maddeci bir düşünce oluşturmuş olmalarına rağmen, maddeyi sadece dışsal etkiler ve tek yönlü bir neden sonuç bağıntısı içinde gerçekleşen bir belirlenimci düşünceyle kavradıkları için, geleneksel metafizik düşüncenin dışına çıkamamış sayılmaktadırlar. Marx açısından, kendinden önceki maddeci felsefe, tüm maddeci ve devrimci içeriğine karşın, gerçekliğin doğru bir kavrayışını gerçekleştirebilecek diyalektik ve bilimsel düşünceden tümüyle yoksundur.
Ayrıca Marx için diyalektik, salt doğanın ve toplumun zaman içinde evrensel gelişim ve dönüşüm yasalarının varlıkbilimsel bir öğretisi değil, o aynı zamanda tüm varlık alanının ve gerçekliğin doğru araştırılmasına katkıda bulanacak olan bir bilgi edinme yöntemidir. Marx, diyalektik varlıkbilimsel ile bilgi kuramsal diyalektik süreçleri birbirinden ayırt etmeye çalışsa da her iki süreci de karşılıklı diyalektik bir etkileşim süreci ile iç içe kavramaya çalışır. Ayrıca, Hegel’in özdeşlik felsefesi açısından bir sorun oluşturmayan, fakat kendi felsefesinde var olan varlık ile bilgi düzeyi arasındaki ayrım ve uzaklığı Marksist eylem (praksis) felsefesi aracılığıyla birleştirmeye ve kapatmaya çalışır. Bu eylem felsefesi gerçekliğin doğru diyalektik kavranışının bir sonucu olmakla birlikte, bireylerin istençli eylemleri aracılığıyla gerçekliği oluşturucu ve dönüştürücü bir güce de sahiptir. Bilgilenme süreci varlığa dışsal olmanın yanı sıra, ona koşut olan diyalektik bir bilgilenme sürecini gerektirmektedir.
Diyalektik felsefe, her şeyin birbirine bağlı olduğu sürekli değişim düşüncesinden hareket eder. Olgular dünyasında ya da dış dünyada var olan diyalektik değişim, diyalektiğin Hegel tarafından dizgesel bir biçimde dile getirilmiş olan temel yasaları aracılığıyla gerçekleşir. Burada “karşıtların birliği ve mücadelesi” yasası diyalektik değişimin içeriğini belirleyen en öncelikli ya da en temel yasalarından biridir. Diyalektiğin bu yasası, olgusal devinimin kaynağını ve gelişmenin en belirleyici olan itici gücünü oluşturur. Bu gücün bir yasa olarak kendisi ya da kuramsal bilgisi, aynı zamanda değişim olgusunun gerisinde yatan etkiyi, toplumsal dizgenin bütünlüğü, söz konusu nesnelerin ve görüngülerin bütünlüklü ve içsel yapısı içinde arama ve açıklama olanağını bize vermektedir. Dolayısıyla bu yasa aynı zamanda diyalektik çelişki kavramı üzerinde temellenen bir yasadır. Diyalektik çelişki, Marx felsefesinde nesnel bir karakter taşır. Diyalektik çelişki, gelişmenin hem kaynağını hem de itici gücünü oluşturur.
Kısaca vurgulanacak olursa, diyalektiğin diğer ikinci önemli yasası ise varlığın içkin yapısında yer alan “nicel değişimlerin nitel değişimlere dönüşmesi” yasasıdır. Bir ölçüde bir geçiş yasası olarak bunun tersi, değişimin görelilik taşıyabilen yönüne göre, bir olumlu ya da olumsuz görülebilecek bir süreç de mantıksal ve olgusal olarak olanaklıdır.
Çelişki, niceliğin niteliğe geçiş yasası ile birlikte, diyalektiğin üçüncü önemli yasası “olumsuzlamanın olumsuzlanması” yasasıdır. Olumsuzlamanın olumsuzlanması yasası, aynı zamanda karşıtlıklardan ya da çelişik olan iki öğeden her birinin olumlu yanının korunarak ya da saklanarak aşılması yoluyla, çelişkinin hem olumlu hem de geliştirici yanını bize göstermiş olur. Olumsuzlama bu anlamda kendi içinde olumlu bir içeriğe sahiptir. Soyut ve tek yanlı olumsuzluğa ve karşıtlığın tümüyle ortadan kaldırılmasına değil, karşıtlıkların dolayımlanmış olarak somut ve olumlu bir özellik taşımasına olanak sağlamış olur. Bu evre böylece, ayrımları ortadan kaldıran bir bütünlük (totalite) oluşturduğu için en fazla eleştirilen bir ilke olarak, diyalektiğin olumlu olan üçüncü evresini de oluşturmaktadır. Marx, tüm bu süreç ve diyalektik yasaları, tarihin gelişim sürecinde görüp kavrayarak kendi tarihsel maddecilik kuramını oluşturmuştur.
Tarihsel Maddecilik
Marx’ın diyalektik maddeciliği, Hegel’in ortaya koymuş olduğu dizgeselleştirilmiş diyalektiğin bir bilimsel yöntem olarak tarihe toplumsal olgulara uygulanması görünümündedir. Marx bu diyalektik gelişim sürecini tarihin içeriğinde görmekte, diyalektik yasaları aynı zamanda tarihin içeriğinden çıkarsamaktadır. Marksist diyalektik anlayışın özünü oluşturan diyalektik çelişki, tarih ve toplum söz konusu olunca temelini her tarihsel dönemde egemen olan ve egemenlikten yoksun bırakılmış ya da sömürülmekte olan sınıflar arasında gösterir. Ve bu çelişki, kendini en belirgin biçimde ortaya koyan bu iki karşıt toplumsal sınıfın erek ve çıkarları açısından uzlaşmaz nitelikteki varlığında bulur. Marx’a göre tarihsel dönüşümün başlangıcını oluşturan sınıf olgusu, tarihsel bir dönem olarak toplumda var olan üretim gücü ve üretim ilişkilerinin belli bir aşamasına karşılık gelir. Üretim gücü ya da bir toplumda var olan üretici güçler bir başka deyişle kullanılan emek biçimi ve üretim sürecinde uygulanmakta olan teknik ve yöntemlerin tümü, işbölümü ve sınıfları ayrıştırdığı gibi, üretim ilişkilerinin de belirli bir biçim altında oluşmasına yol açar. İlkel toplumlarda bireysel ve toplumsal yaşamın sürdürülmesi için kullanılan “üretim” araçları ya da aletler ve buna dayalı üretim ilişkileri sınıflı bir toplumun oluşmasına başlangıçta izin vermez. Burada sorulması gereken soru, ilk sınıflı toplumun ve tarihin itici gücünün ne şekilde oluştuğu sorusudur.
İnsanlar sadece kendi yaşamlarını sürdürmek için doğaya uyum sağlamak ve egemen olmak için araçlar üretmekle kalmazlar, Marx’a göre, böylece aynı zamanda kendi bireysel ve toplusal yaşamlarını da sürdürecek araçları da üretirler. Maddesel yaşamını sürdürmek için insanların kullanmış oldukları araçlar, diğer yandan insanlar arasında egemenlik ve buna bağlı üretim ilişkilerinin de ortaya çıkmasına yol açar. Bu nedenle Marx, tarihin ilk ilkel ortaklaşmacı sınıfsız toplumu dışında ve sınıfsız toplumun ortadan kalkmasıyla birlikte, tarihin başlatıcısı ve dönüşümünün temelini, egemenlik ilişkilerinden kaynaklanan sınıf mücadelelerinde görür. Marx ve Engels, birlikte yazmış oldukları Komünist Manifesto’da (s. 28), günümüze dek bütün toplumların tarihini sınıf mücadelelerinin tarihi olarak belirlerler. Fakat Marx’ta sınıf mücadelelerine tarihin sürmesine ve ortaya çıkmasına daha da öncel olan, maddesel yaşamın sürekli tekrarlanan yeniden üretimidir. Marx’ın anlatımından doğrudan aktaracak olursak:
İnsanlar tarihi yapabilmek için yaşayabilecek durumda olmalıdırlar önvarsayımından işe başlamak zorundayız. Ama yaşayabilmek için her şeyden önce içmek, yemek, barınmak giyinmek ve daha bazı şeyler gerektir. Demek ki, ilk tarihsel olay bu gereksinimlerin sağlanmasını elverişli kılan araçların üretimi, maddi yaşamın kendisinin üretimidir ve bu, binlerce yıl önce olduğu gibi, bugün de insanları hayatta tutmak için günbegün, saatbesaat yerine getirilmesi gereken tarihsel bir olay, bütün tarihin temel bir koşuludur….İlk gereksinimin kendisi bir kere sağlandığında, onu sağlama işi ve bu sağlama işinden kazanılmış olan alet yeni gereksinmelere iter ve yeni gereksinmelerin bu üretimi, ilk tarihsel olaydır. ( Marx&Engels, 1976a, s. 57-58).
Görüldüğü gibi, Marksist felsefede tarihi başlatan ve onu sürdürmekte olan ilk olay, insan tarafından gerçekleşen doğrudan doğruya maddesel yaşamın üretimidir. Marx’a göre, aynı zamanda insanlar kendi yaşamlarını sürdürebilmek için bir takım araçlar üretirlerken, kendilerini diğer varlıklardan farklı kılmış ve dolaylı olarak kendi gerçek maddesel yaşamlarını da üretmiş olurlar (1976a, s. 42). Bu nedenle tarih, insanın belli bir zorunluluk altında, fakat kendi istencini aşan koşullar altında gerçekleştirdiği maddesel bir zorunluluk taşıyan eylemlerinin bir sonucudur.
Marx’ın tarih anlayışında, her toplumsal ve tarihsel dönem, o döneme damgasını vuran, o dönem içinde egemen olan ekonomik üretim, üretilen malların değişim ve paylaşım biçimi ve aynı zamanda bu ekonomik üretim biçimine dayanan ve ona uygun bir biçimde oluşmuş toplumsal örgütlenme biçimiyle açıklanır. Her dönem, kendi içinde var olan üretim biçimine dayalı ve üretim ilişkilerinin bir sonucu olmak üzere, mülkiyet biçimleri ve mülkiyet ilişkileri açısından karşıt sınıflar oluşturur. Toprağın ortak mülkiyetine dayanan ilkel kabile toplumunun dağılmasıyla tarihsel olarak ortaya aynı zamanda siyasal egemenlik ilişkisini de pekiştiren, mülkiyete dayalı ekonomik ya da üretim ilişkisi açısından sömüren ile sömürülen olmak üzere iki farklı karşıt sınıf çıkmıştır. Toprağa bağlı (feodal) mülkiyet ilişkisi ve üretim biçiminin bulunduğu toplumda, üretim araçlarının sanayileşme sonucu niteliksel değişimi ile birlikte, üretim araçları üzerindeki mülkiyet ve üretim biçimine bağlı olarak ortaya çıkan karşıt sınıflar arasındaki savaşım, yerini anamalcı (kapitalist) toplum ya da toplumlarda farklı sınıflara bırakarak daha dayanılmaz bir noktaya ulaşmıştır.
Marx’ a göre karşıt sınıflar arasında gerçekleşen bu uzlaşmaz mücadele, kendini tarihte, tarihin oluşum ve oluşturucu süreci olarak gösterir. Bu karşıt iki sınıf arasında gerçekleşen mücadele önce, ortak mülkiyetin ortadan kalktığı ilk sınıflı toplum olan eski köleci toplumda, efendi ile köle; toprağa bağlı toplumda, feodal bey ile toprağa bağlı serf; feodalizmin sonunun yaklaşmasıyla buna meslek örgütüne bağlı emek ustası (zanaatkâr) ile topraktan kopuk halk da eklenmiştir. Son olarak bu mücadele, toprağa bağlı sınıfın ortadan kalkmasıyla kentsoylu toplumda, kentsoylu ile emeğini pazarlayan işçi (proleter) sınıf arasında gerçekleşmektedir. Tarihsel süreç içersinde karşıt sınıflardan ezilen sınıf bir sonraki aşamada, kedisine karşıt sınıfla olan mücadelesinde, bu karşıt egemen sınıfa üstün gelerek tarihin diyalektik seyrine uygun kendi egemen sınıfını ve yeni egemen toplumu yaratmıştır. Fakat her egemen toplum ya da sınıf, kendi içinde kendine karşıt bir sınıfı yaratarak tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalacaktır. Dolayısıyla, Marx’a göre, kentsoylu ya da üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran kentsoylu aynı zamanda anamalcı toplum da kendi karşıtını içinde barındırmaktadır. Kentsoylu sınıf her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarını üretmektedir (Marx&Engels, 1976b, s. 42). Dünya tarihini, sınıf mücadelelerinin tarihi olarak yorumlayan Marx, ortaya koymuş olduğu maddeci belirlenimci düşünceden hareketle sonuçta bir kılgısal felsefe, bir eylem (praksis) felsefesi ortaya koymuş olur.
Tarihsel maddecilik, tarihin bilimsel maddeci kavranışını gerçekleştiren bir kuram olmanın ötesinde, bu kuramın ortaya koyduğu gerçekliğe dayanarak, tarihi kendi diyalektik yasalarına bağlı kalarak dönüştürmeye olanak sağlayan kılgısal bir felsefedir. Marksist felsefenin bu kılgısal yönü, onu kendinden önceki felsefelerden ayırır. Çünkü Marx, kendinden önceki filozofları, var olan gerçekliği ya da dünyayı sadece yorumlamakla yetindikleri için eleştirir ve kendi felsefesi için asıl önemli olanın var olan gerçekliği değiştirmek olduğunu bildirir (Marx&Engels, 1976a, s. 27). Marx için doğru bir kuram, yaşama uygulanabilir sonuçlar doğurduğu oranda ancak bir değer taşıyabilir. Böylece Marx’a göre, evrensel tarih, sınıf mücadelelerinin, daha doğrusu ekonomik toplumsal, maddesel temeller üzerinde yükselen ezilen sınıfların gerçekleştirdiği devrimci mücadelelerin tarihidir.
19.yüzyılın ortalarında, özellikle İngiltere’deki anamalcı toplumu tarihsel maddeci bir yaklaşımla çözümlemeye çalışan Marx, anamalcılığın işleyiş yasalarını başyapıtı olan üç ciltlik Kapital’de ayrıntılarıyla incelemeye çalışır. Ona göre, özel mülkiyetin ve özellikle üretim araçları üzerinde mülkiyetin oluşması, toplumların sınıflara ayrılmasını ve sınıflar arasındaki mücadeleyi hızlandırır. Üretim üzerindeki sınıf egemenliği, üretim araçları ve üretilen nesneler üzeride oluşan özel mülkiyet, en başta üretimi doğrudan gerçekleştirmek zorunda bırakılan sınıf olmak üzere tüm insanları ve toplumu kendi doğasına ve üretmiş olduğu ürünlere yabancılaştırır. Bir yabancılaşma olarak insan varlığının kendi doğasına aykırı bir durum alan bu yosunlaşma, gittikçe bireysel ve toplumsal özgürlüğün yitimiyle birlikte gerçekleşir. Bu süreç, farklı sınıflar arasında var olan karşıtlığı ve ayrışmayı daha da belirgin hale getirir. Anamalcı üretim ve üretilen malların değişim (mübadele) biçimi, zaman içinde yerel ya da ulusal farklılıkları ortadan kaldırmakta sadece iki karşıt sınıfın savaşımını körükleyerek tüm dünya uluslarını birbirine yakınlaştırmaktadır. Bu durum, bireyin kendisine ve içinde bulunduğu topluma yabancılaşmasına, üretim sürecinde bir araca ya da nesneye dönüşmüş bireylerin olumsuz durumuna son verecek olan özgür yeni bir toplumun oluşturulmasında tüm işçi sınıflarına uluslar arası evrensel bir sorumluluk yüklemektedir.
Sınıf mücadeleleri tarihi oluşturmakla birlikte, her tarihsel çağa damgasını vuran karşıt sınıfları oluşturan sınıfsal yapı, ekonomik üretimde kullanılan üretim araçları tarafından belirlenir. Belirli bir biçimde yapılanmış olan üretim güçleri ile üretim ilişkileri karşılıklı olarak birbirlerini koşullar ve destekler. Bir toplumun egemenlik ilişkisinin yapısını, açıkça o toplumda var olan maddesel üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin durumu belirler. El aleti gücüyle çalışan bir topluluk, makine kullanan topluluktan tümüyle ayrı bir sınıflar arası ilişki ya da sınıf karşıtlığı yaratır. Bir toplumun oluşturduğu üretim yöntemi ya da üretici gücünün gelişimi, aynı zamanda sömüren ve sömürülen sınıflar arasındaki zorunlu bir biçimde oluşan uzlaşmaz karşıtlığı doğurmuştur. Anamalcı üretim biçimi, zaman içinde anamalın (sermayenin) birikmesi ve belli ellerde toplanmasına olanak kazandırırken, hiçbir sınır tanımayan salt kazanç amaçlı üretim, egemen sınıfın zararına ve yok olmasına yol açabilecek biçimde, karşıt toplumsal sınıfların gittikçe tümüyle ayrışmasına neden olmaktadır. Marx’a göre, “Burjuvazi çağının ayırt edici özelliği, sınıf çatışmalarını basitleştirmiş olmasıdır” (1976b, s. 29). Çünkü Marx açısından, kentsoylu toplumda başlangıçta anamalcı girişimci sınıfın dışında birbirinden farklı toplumsal katmanlar bulunsa da, sonuçta zaman içinde anamalcı ve işçi olmak üzere iki karşıt sınıftan birine katılmış olacaklardır. Bu keskin ve uzlaşmaz karşıtlık, işçi sınıfının mücadelesi ve başarısıyla son bulacaktır.
Marx, tarihin diyalektik gelişim sürecine uygun olarak, bu son aşamada kentsoylu sınıfın egemenliğinin işçi sınıfı tarafından ortadan kaldırılacağını, yeni bir toplumsal devrimin gerçekleşeceğini kaçınılmaz bir sonuç olarak öngörmektedir. İşçi sınıfının gerçekleştireceği devrim, işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşecek ve onun sınıf egemenliğiyle sonuçlanacak bir devrim olsa da, sınıf egemenliğinin daha önceki toplumsal evrelerde oluğu gibi basit bir yer değiştirmesi değildir. Bu gerçekleşecek olan devrim, komünizmin oluşumunun ya da sınıfsız topluma geçişin ilk aşamasını oluşturacak, zaman içinde sınıf egemenliğine son verecek olan işçi sınıfının öncü egemenliğine ya da diktatörlüğüne dayanan bir sosyalist devrimdir. Sosyalizmin bu ilk evresi, her ne kadar sınıflı bir toplumu ve onun bir sonucu olan devlet egemenliğinilerinin bir sonucu olarak kavramaktadır. Sınıflar arası savaşımın oluşturduğu devrimler, tarihin maddesel temellere dayalı zorunlu olarak ulaşacağı doğrultuyu göstermektedir. Marx, tarihin maddeci gelişim sürecini aynı zamanda bir diyalektik süreç olarak kavramaktadır. Onun tarihsel maddeciliği, tarihin sınıfsız bir toplum olan ilkel paylaşımcı bir toplumdan başladığı, diyalektik bir gelişim süreciyle farklı toplumsal aşamalardan geçmiş olduğu olgusuna dayanarak, işçi sınıfının gerçekleştireceği sonul bir devrim aracılığıyla tekrar sınıfların ve dolayısıyla devletin ortadan kalmış olacağı komünist bir topluma ulaşacağı öngörüsünü ortaya koymaktadır.
Bu tarihsel gelişim, Hegelci diyalektik tarih anlayışından farklı, sadece evrimsel değil, evrimsel olmaktan daha çok devrimsel bir nitelik taşımaktadır. Marksist devrim, aynı zamanda evrim sürecini de içermektedir. Çünkü diyalektik açıdan, nitel değişim olan devrim, nicel ya da evrimsel dönüşümler aracılığıyla hazırlanır. Toplumların niteliksel olarak dönüşümü, daha önceki toplumsal yapıdan kesin ve sonul nicel bir farklılaşmayı dile getirir. Toplumsal devrim, evrim sürecinin gerçekleştiremediği toplusal kurumların köklü bir değişimiyle, evrim sürecinin tersine tarihsel süreçte ancak bir sıçramayla, niceliksel olanın nitel bir değişimi ve dönüşümüyle olur. Toplumsal tarih, Marx’a göre, diyalektik yasalar çerçevesinde oluşmaktadır. Sınıflar arasında diyalektik bir özellik ya da ayrım olarak karşıtların birliği ve savaşımı ve sınıf mücadelelerinin bir sonucu olan toplumsal devrimler, niceliğin niteliğe geçişi ve olumsuzlamanın olumsuzlanması gibi diyalektik yasalarla açıklanır. Kısaca Marksist felsefe açsından, tarihsel süreç, diyalektik yasalar tarafından belirlenir ve dolayısıyla diyalektiğe uygun bir gelişim gösterir.
*Yrd. Doç. Dr., Akdeniz Üniversitesi, Felsefe Bölümü
- Hegel’de Düşünümsel Bilincin Pekinlik Yanılsaması ve Kurgusal Özne - 27 Aralık 2022
- Marx’ın Felsefesi ve Diyalektik Yöntem - 29 Eylül 2017