İyi Planlama Her Şeydir: Bir İktisatçı Sosyalizmi Yeniden Düşünüyor

Berlin’de, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in öldürülmesinin 105. yılında düzenlenen anma yürüyüşü, yalnızca geçmişin devrimci mirasına değil, aynı zamanda bugünün siyasi bunalımına da dikkat çekti. Almanya’da sosyal demokrasinin “on yıl sürecek bir iktidar dönemine” yelken açtığına inanan SPD Genel Başkanı Lars Klingbeil’in umutlu çağrısı, çok geçmeden krizlerle boğuşan ve sağa savrulan bir ülke gerçekliğine çarptı. Bugün SPD’nin Federal Meclis’teki sandalye sayısı, aşırı sağcı AfD’ninkinden daha az.

Benzer bir tablo Avrupa’nın genelinde de geçerli: İngiltere’de Keir Starmer liderliğindeki İşçi Partisi, iktidar şansı doğmadan etkisini yitirdi. Fransa’da seçmenler Macron ile Le Pen arasında sıkışmış durumda. Danimarka’da göçmen karşıtı politikalar merkez siyasetin normu haline geldi. Polonya’da Donald Tusk liderliğindeki liberal koalisyon, sağcı PiS iktidarını ancak zayıf bir çoğunlukla geride bırakabildi.

Avrupa solunun genel durumu, iyimserliğe fazla yer bırakmıyor. Ancak bu çöküş karşısında çıkış yolları arayanlar da yok değil. Bunlardan biri, İngiliz iktisatçı ve yazar Grace Blakeley. Yeni yayımlanan kitabında Blakeley, özgürlük idealinin ancak sosyalist bir bilinçle gerçeğe dönüşebileceğini savunuyor. Ancak bu iddiası, kapitalizmin özgürlük söylemini sorgulamakla başlıyor.

Kapitalizmin Özgürlük Maskesi

Blakeley’e göre, Soğuk Savaş’ın mirası olan “piyasa ekonomisi vs. planlı ekonomi” dikotomisi, bugün artık açıklayıcı gücünü yitirmiş durumda. Zira iktisadi planlama yalnızca sosyalizme özgü değil; kapitalist sistemde de kapsamlı bir planlama, denetim ve yönlendirme söz konusu. Soru artık “planlama yapılıp yapılmadığı” değil; “nerede, nasıl ve kimin çıkarları doğrultusunda yapıldığı”dır.

Bu yaklaşım, serbest piyasa ideolojisinin kutsal isimlerinden Friedrich August von Hayek’in fikirlerine doğrudan meydan okumak yerine, onun eksik bıraktığı noktaları ortaya koymayı amaçlıyor. Hayek’in devlet müdahalesini “totalitarizme giden yol” olarak görmesine karşın, Blakeley şu soruyu yöneltiyor: Devlet müdahalesiyle şirketlerin piyasa üzerindeki tekelci egemenliği arasında ne fark vardır? Dev şirketlerin dayattığı ekonomik yönelimler bireyi daha mı özgür kılmaktadır?

Özellikle ABD örneğinde bu sorular daha da belirginleşiyor. Blakeley, dünyanın en zengin insanının—SpaceX’in sahibi Elon Musk’ın—Amerikan başkanlık seçimlerine etkide bulunarak kendi şirketinin devletten milyarlarca dolarlık ihaleler almasını sağladığını hatırlatıyor. Bu tür örnekler, kapitalizmin devletle olan bağlarının sosyalizmi suçladığı “devlet bağımlılığı”ndan çok da farklı olmadığını gösteriyor.

Devlet, Planlama ve Kapitalist Çıkarlar

Kapitalist sistemde planlama, çoğu zaman şeffaf olmayan biçimlerde tezahür ediyor: Kamu görevlerinin özel sektöre devri, uzman komisyonlar, regülasyon kurumlarının özel sektörle iç içe çalışması gibi yollarla planlama mekanizmaları gizleniyor. İnternet devlerinden enerji tekellerine, ilaç kartellerinden bankalara kadar devasa şirketler, piyasanın doğasını belirliyor ve kendi çıkarlarına uygun bir düzen tesis ediyor.

Bu durum Blakeley’in temel sorusunu daha da çarpıcı kılıyor: Peki, kim kapitalizmi serbest piyasanın ortadan kaldırılmasından alıkoyuyor? Zira gerçek rekabeti ortadan kaldıran, piyasanın kurallarını kendine göre belirleyen yine bu şirketlerdir.

Blakeley, kapitalizmin devlete duyduğu sevginin sosyalizmden farkı olmadığını öne sürüyor. Ancak kapitalizm, devleti özgürlük ya da eşitlik için değil, mülkiyet ilişkilerini koruma aracı olarak görüyor. Devlet, bu sistemde sermayenin sınırlarını ve ayrıcalıklarını muhafaza eden bir duvar halini alıyor.

Demokratik Planlama Mümkün mü?

Blakeley’in analizleri, klasik Marksist çizgide bir kapitalizm eleştirisi sunsa da, onun önerdiği çıkış yolu çağdaş sol siyaset için anlamlı bir tartışma zemini yaratıyor. Yazar, kitabının sonunda “demokratik planlama” fikrine odaklanıyor ve kolektif ekonomi örneklerine yer veriyor. 1970’lerde İngiltere’deki Lucas Planı gibi işçi inisiyatifleri ile Hindistan’ın Kerala eyaletinde uygulanan “People’s Plan Campaign” bu bağlamda örnek gösteriliyor.

Son tahlilde Blakeley’in önerisi şu: Madem ki her yerde planlama var, o halde bu planlama süreci olabildiğince demokratik olmalı. Kimin, ne adına ve nasıl planladığına dair sorular, bugünün siyasetinde merkezi öneme sahip hale gelmeli.

Zira Blakeley’in de dikkat çektiği gibi, kapitalizm günümüzde giderek otoriterleşiyor. Planlama yetkisi, devasa şirketlerin elinde yoğunlaşıyor; demokrasi ise bu süreçte geri plana itiliyor. Blakeley’in kitabı, belki yüksek sesli bir manifesto değil ama liberal ve muhafazakâr çevreler için bile hatırlatıcı bir uyarı niteliğinde: “Piyasa”nın özgürlük vaatlerine sorgusuz sualsiz inanmak, büyük bir aldanış olabilir.

Bu haber, Tagessspiegel’den Gerrit ter Horst’un haberinden uyarlanmıştır