Sancak’ın Hatay Olması ve İlhakı

30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi uyarınca, 9 Kasım’da İngilizler, 12 Kasım’da Fransızlar İskenderun’a asker çıkarmışlardı. Ardından Antakya, İskenderun ve Harim’den oluşan İskenderun Sancağı (kısaca Sancak) adlı bir idari birim oluşturularak Milletler Cemiyeti Kanunu’nun 22. maddesinde tarif edilen “Manda” sistemi ile İtilaf Devletleri’nin himayesine verildi.

Kemalistlerin Misak-ı Milli sınırları içinde kaldığını iddia etmesine rağmen, Kemalist Ankara Hükümeti ile Fransızlar arasında 20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara İtilafnamesi ile Fransa Anadolu’daki savaştan çekilirken, Sancak özel bir statüyle Fransızların Suriye’de oluşturduğu dört idari bölgeden biri olan Halep’e bağlandı. Diğer bölgeler Anlaşmanın 7. maddesine göre Sancak’ın “Türk ırkından olan sekenesi (sakinleri, yerleşik halkı) kültürlerinin gelişmesi için her türlü teşkilattan istifade edecekler”di. Bu anlaşma ile Ankara Hükümeti ilk defa bir İtilaf Devleti tarafından tanınmış oluyordu. Ama esas Suriye yönetimi için bu bir zaferdi ama Fransızların tavsiyesiyle coşkulu biçimde kutlama yapılmamıştı.

Sancak’ın o tarihlerdeki nüfusu ve bu nüfusun etnik, dinsel bileşimi konusunda güvenilir istatistikler yok. Örneğin 1921 tarihli bir Türk belgesine göre Sancak’ın sekenesinin yüzde 54’ü Türk kökenli iken, bir Fransız belgesine göre yüzde 28,5’i Türk kökenliydi. Söz konusu belgelerde belirtilmiyor ama tahminen Türklerin ezici çoğunluğu Sünni’ydi. Nüfusun geri kalanı ise, Arap, Ermeni ve Rum’du. Arapların ezici çoğunluğu Nusayri (kaynaklarda Alevi olarak geçmekle birlikte, Alevilikten farklı bir Şii mezhebi), kalanı Sünni ‘idi. Ermenilerin ezici çoğunluğu Gregoryen, Rumların ezici çoğunluğu ise Ortodoks’tu. Az sayıda Kürt, Çerkes, Yahudi ve Arnavut vardı. Sancak’ın statüsünü belirleyen anlaşmalara göre, Sancak’ın yerleşik halkının kültürel, idari, ekonomik haklarını garanti altına alınıyorsa da bundan ne Türk tarafı ne Arap tarafı memnun kalmıştı. Azınlıkta olan Rumlara ve Ermenilere ise fikrini soran bile yoktu elbette.

Lozan’da Sancak meselesi

Milli Mücadele yıllarında Sancak’ın statüsü ile daha ileri bir adım atılmadığı gibi bölge halkı peyderpey Adana ve Mersin’e göç etti. 20 Kasım 1922’de başlayan Lozan Barış Görüşmeleri’nde Ankara Sancak’ın Türkiye’ye dahil edilmesi konusunu gündeme getirmeye çalıştıysa da bunda başarılı olamadı. Sancak Türkiye dışında kalırken sadece 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın 3. maddesinde Ankara İtilafnamesi’nin Sancak’la ilgili kararların aynen geçerli olduğu belirtildi.

5 Aralık 1924’te Fransız Manda Yönetimi, Halep ve Şam yönetimlerini birleştirerek Suriye devletini kurduğu halde Ankara İtilafnamesi ile Sancak’a verilen özel rejimi büyük ölçüde korudu. 1925’te alınan bir kararlarla da Fransızca ve Arapçanın yanı sıra Türkçe de resmî dil olarak kabul edildi ve daha önce Halep Valiliği’ne bağlı olan Sancak doğrudan Suriye Hükümeti’ne bağlandı.

Sancak’ın yöneticileri Suriye’den ayrılarak Fransa’ya bağlanmak istediklerini açıklayınca, Fransa, Ocak 1926’da Fransız Yüksek Komiserliği’ne bağlı “Bağımsız İskenderun Hükümeti”ni ilan etti. Başına da Şark dilleri mezunu Fransız diplomat Pierre Durieux’yu getirdi. Bu karar Suriye’de büyük gürültü koparınca, geri adım atarak önce adını “Kuzey Suriye Hükümeti” yaptı, ardından bunu da lağvederek, Sancak’ı Şam’a bağladı. Bunlar olurken, Halep’teki Türk Konsolosluğu ve Adana’daki Millî Emniyet Teşkilatı (MAH) ile sürdürülen ilişkiler artırılmış ve Türklerin bölgedeki istihbarat teşkilatlanması İskenderun, Kırıkhan ve Reyhanlı’nın birçok köyünü de içine alacak şekilde genişletilmişti.

Şam Meclisi’nin 1928 yılında hazırladığı Suriye Anayasası ve İskenderun Sancağı’nın statüsüne ilişkin esaslar, 14 Mayıs 1930 tarihli Suriye Anayasası’na girdi ve Türkiye’nin henüz üye olmadığı (1932’de olacaktı) Milletler Cemiyeti tarafından Haziran 1930’de onaylandı. Türkiye’nin buna cevabı 8 Şubat 1935 seçimlerinde Tayfur Bey’in Antalya’dan “bağımsız” aday olarak TBMM’ye milletvekili olarak sokulması oldu.

Mussolini ve Hitler’in gölgesi

Bu tarihten itibaren Mussolini İtalyası ve Hitler Almanyasının Akdeniz’de ve Balkanlarda izlediği politikaları endişeyle izlemeye başlayan Türkiye için “Sancak Meselesi” sadece “milli bir dava” değil, aynı zamanda bir güvenlik meselesi oldu. Suriyeli milliyetçiler için de Sancak “milli dava” idi elbette.

Fransa’da 24 Ocak 1936’da Başbakan Pierre Laval’ın istifa etmesi üzerine Suriye’ye yakınlık duyan Albert Sarraut başbakan oldu. Paris’te iki ülke arasındaki 31 Mart 1936’da başlayan müzakerelerde Fransa, Suriye’deki manda idaresini sonlandıracak bir antlaşma imzalamaya ve bu ülkenin Milletler Cemiyeti’ne girmesini desteklemeye hazır olduğunu belirtti. Görüşmeler olumlu bir ortamda başlamış olmasına rağmen özellikle Fransa’daki karasızlıktan dolayı olumlu sonuç alınamadı. Bu sırada Türkiye’deki basında da Sancak’ın aslında Türk yurdu olduğuna dair yazılar çıkıyordu. Nisan/Mayıs aylarında yapılan seçimlerde Fransa’da sosyalist ve radikallerin oluşturduğu Halk Cephesi seçimleri kazandı. Leon Blum liderliğindeki sol hükümet Suriye konusunda farklı bir tutum izlemeye karar verdi. Türkiye ise sesini yükseltmek için Montreaux (Montrö) Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanmasını bekliyordu. Nitekim Atatürk, 20 Temmuz 1936’da sözleşmenin imzalandığı gün Cenevre’den Türkiye’ye dönem Afet İnan Hanım’a “Şimdi Antakya, İskenderun, yani Sancak meselemiz var,” demişti.

Ancak olaylar Türkiye’nin istediği gibi gelişmedi. 9 Eylül 1936 tarihinde Paris’te Fransa ile Suriye arasında bir dostluk ve ittifak antlaşması yapıldı. 25 yıl süreli bu anlaşmaya göre Suriye’nin üç yıllık geçiş sürecinden sonra istiklalini elde etmesi ve Suriye’nin Milletler Cemiyeti’ne Fransa’nın desteği ile katılması, taraflar arasında varılan askerî sözleşme gereği, iki ülke arasında ittifak oluşturulması, Fransa’nın Cebel Dürzi ve Alevi Bölgesi’ndeki askerî üslerini kullanmaya devam etmesi, buna karşılık bölgenin egemenliği (özel idari ve mali rejimin korunması koşulu ile) Suriye’ye ait olması kararlaştırılmıştı. Diğer taraftan Fransa, Suriye ordusunu eğitmenin yanı sıra silah ve teçhizatını da vermeyi kabul ediyordu.

Türkiye ilhak planını uygulamaya koyuyor

Türkiye, konuyu 26 Eylül 1936’da Milletler Cemiyeti Konseyi’nde gündeme getirdi. 28 Eylül tarihli oturumda Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras anlaşmaların “büyük bir Türk ekseriyetin oturduğu İskenderun ve Antakya mıntıkasını” da içerdiğini belirterek Paris ile Ankara’nın temasa geçmesini öneriyordu.

Bu seslere kulak verilmedikçe, Türk tarafının dili keskinleşmeye başlayacaktı. Örneğin Falih Rıfkı Atay 1 Ekim 1936 tarihli Ulus gazetesinde “Sancak, Türklüğünün üzerinden atlanarak Kilikya’nın bile Araplığından bahsetmektedir. Bilmiyoruz yavuz hırsız ve ev sahibi fıkrasının Arapçası var mıdır?” derken 10 Ekim 1936’da Türkiye’nin Paris Büyükelçisi Suad Davaz, Fransa Dışişleri Bakanlığı’da Sancak’ın statüsü ile ilgili nota verdi.

Türkiye ile Fransa arasında bölgenin nüfus bileşimi konusunda da ateşli bir tartışma sürüyordu. Türk tarafına göre Sancak’ın sadece Türk nüfusu 300 bin kişiydi. Fransız yetkililere göre ise bölgenin toplam nüfusu 210 bin kişi olup bunu sadece 78 bini Türk, Kürt ve Çerkes; 24 bini Sünni Arap, 65 bini Alevi Arap, 14 bini Ortodoks Arap, 28 bini Ermeni, 1.500 Latin Katolik, Maruni, Süryani Katolik, Protestan ve Yahudi idi.

Sancak’ın Ermeni ahalisi arasında Taşnaklar, Hınçaklar ve Ramgavarcıların bu kavgadaki tutumları birbirinden farklıydı. Örneğin Taşnaklar ayrılıktan yanayken, Hınçaklar ve Ramgavarcılar Türkiye ile birlikte yaşamaktan yanaydılar. Ancak Ankara Ermenileri bütün olarak görmeye eğilimliydi. Bazıları tüm Ermenilerin Ankara’dan yana, bazıları tüm Ermenilerin Ankara’ya karşı olduğunu ileri sürüyordu. Örneğin 24 Ekim 1936 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Antakya Ermenileri Tamamen Türklüğe Bağlıdırlar” başlıklı yazıda şöyle deniyordu:

“Tan gazetesinin İskenderun muhabirinden aldığı ve “İskenderun Ermenileri telaş içindedir” başlığile neşrettiği yazı tamamen yanlıştır. Birtakım politikacıların kurbanı olarak anayurttan ayrılmış olan bu adamlar, Türklerden uzaklaşmamışlardır. Bilhassa dil, terbiye, anane bakımından tamamen Türklere bağlıdırlar. Vakıa Ermenilerin kendilerine mahsus bir dilleri ve yazıları vardır. Fakat bu dil ve yazı pek nadir olarak kullanılmaktadır. Bugün Amman’da, İran’da, Irak’ta, iç Suriye ve daha birçok yerlerde güzel Türkçemizin yaşamasına yarım ediyorlar. Bu kadar kuvvetli benzeyip ve anane bağları varken bilhassa mezhep ve milliyet ayırmadan herkese müsavi ve aynı suretle tatbik edilen cumhuriyet kanunlarını bilip takdirle bahseden Sancaklı Ermeniler biz Türklere karşı hareket etmiyorlar. Bilakis neticeyi bizim gibi sükunetle bekliyorlar.”

Atatürk’ün “Hatay” adını icadı

Atatürk’ün, bir iddiaya göre Hitit, Eti ve Ata kelimelerinden, bir iddiaya göre “Hitay Türkleri”nden esinlenerek “Hatay” adını icat etmesi de bu dönemde oldu.

“Hatay” ismi basında ilk defa İsmail Müştak Mayakon’ın 10 Ekim 1936 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Tarihten Bir Yaprak Bir Türk Camiasının Adı” başlığı ile yazdığı makalede geçti. Mayakon makalesinde, Atatürk’ün 15 Mart 1923’te Adana’ya yaptığı geziye atıf yaparak Atatürk’ün burada Antakya ve İskenderun bölgesinin kırk asırdır Türk yurdu olduğundan bahsettiğini ifade etmiş, Hatay adının nereden geldiği ile ilgili de şunları yazmıştı:

“Antakya-İskenderun ve havalisinin sahibi olan bu Türkler, Orta Asya ve Altaylardan kalkarak ilk önce Asya’ya ve ondan sonra bütün yeryüzüne yayılıp, genişliyen Türklerin bir parçasıdır. Bunların bir kısmı Çinin şimaline gidip orada yerleşmişler ve o havaliye kendi isimlerini vermişlerdir. Çinin şimalindeki memleketler tarih kitaplarında hâlâ Hatay diye zikrolunmaktadır. Bu Hatay Türkleri bütün Anadoluya yayıldıkları gibi Antakya, İskenderun ve havalisine de gelip yerleşmişlerdir. İşte bugün Antakya, İskenderun ve havalisinde yaşayan Türkler o Hatay Türklerinin çocuklarıdır. Bu Türk çocukları tarihin seyri içinde örselenegelmiş olmakla beraber cedlerinin asaletini mukaddes bir emanet gibi ve kıskanç bir itina ile bugüne kadar muhafaza etmişlerdir. Gene tarihin şehadetile sabittir ki bunların Anadoluda ilk merkezleri Kızılırmak havzasındaki Hatuşaş denilen yerdi. Hatay, Hata, Ata, Eti: Bunlar hep aynı kökten gelen ve hepsi aynı mana ifade eden Türk kelimeleridir. Evet Antakya, İskenderun ve havalisinin coğrafya ismi Hataydır; burada yaşayan Türkler, Türk atalarının mümessili olan Hata’lardır; Atalardır. Büyük bir varlığı, yüksek bir sahipliği, daima hür yaşamış bir efendiliği hiçbir kelime Ata sözünden daha doğru ve daha canlı ifade edemez. Antakya, İskenderun ve havalisi Türkleri en aşağı kırk asırlık… dört bin senelik cedlerinden tevarüs ettikleri şerefi ancak bu Hatay kelimesinin güçlü omzunda tevdi ederek müstakbel nesillere isal edebilirler.”

Atatürk 1 Kasım 1936’da TBMM’nin açış konuşmasında şöyle demişti:

“Bu sırada milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele hakiki öz sahibi Türk olan İskenderun Antakya ve havalisinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde ciddiyet ve katiyetle durmaya mecburuz. Daima kendisi ile dostluğa çok ehemmiyet verdiğimiz Fransa ile aramızda, tek ve büyük mesele budur. Bu işin hakikatini bilenler ve hakkı sevenler, alakamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve tabiî görürler.”

3 Kasım 1936 tarihli Akşam gazetesinde Necmettin Sadak o günü şöyle değerlendirmişti:

“Atatürk son cümleleri söylerken, bütün mebusların –Millet Meclisi hiç görülmemiş bir şekilde– bir kütle hâlinde heyecanla ayağa kalkarak şiddetli alkışlar ve bağrışmalar arasında Reisicumhurun sözlerini kesmesi, milletin ruhî haletini gösteren, dikkate değer bir manzara idi.”

Bu durumu gören ve meclisin elçiler için ayrılan bölümünden Atatürk’ün konuşmasını dinleyenler arasındaki Yunan elçisi yanında bulunan Fransız elçisine “Bu nutukla ilgili ne dersiniz diye?” sorunca Fransız elçisi “Monşer, bu nutuk değil, tam bir ültimatomdur,” cevabını vermişti.

2 Kasım günü Sancak Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı Tayfur Sökmen’i Ankara’ya çağıran Atatürk cemiyetin adını “Hatay Egemenlik Cemiyeti” olarak değiştirmelerini önerdi. Atatürk’ün talimatıyla, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya cemiyetin genel başkanı olurken, Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer de cemiyetin genel sekreterliği görevine getirildi. Atatürk’ün nutkunun Sancak’ı ilgilendiren kısmı ve fotoğrafı kartpostal hâline getirilerek 5.000 adet basılmış ve bölge halkına dağıtıldı. Bu kartpostallar bölge halkının birçoğu tarafından büyütülerek altın yaldızlı çerçevelerle evlere asıldı.

Plebisiti boykot çalışmaları

Bu arada MC Şam Hükümeti bölgenin statüsü hakkında 14-16 ve 28-30 Kasım’da iki aşamalı bir plebisit (referandum) yapılmasını kararlaştırmış, ancak Türk tarafı İsmet İnönü’nün “Fransızlar bizim seçimi kazanmamıza imkân vermezler, şayet bu şartlar altında kazansak bile 160 kişide 3-5 kişiye söz hakkı vermezler,” demesi üzerine Hatay Egemenlik Cemiyeti üyeleri seçim boykotu için propagandalara başlamıştı. Bu propagandalarda başta Tayfur Sökmen olmak üzere, Abdurrahman Melek, Semih Azmi, Vedi Münir, Selim Çelenk, Rasih Besna, Kadri Mürsel ve Abdulkadir Türkmen öncülük ediyordu.

Fransızlar boykotu engellemek için Halep’ten çok sayıda polis ve jandarmayı Sancak’a getirdiler ve köylerde, kasabalarda devriyeler gezerek halkı seçime katılmaya zorladılar. Türk tarafının iddialarına göre seçime katılmak istemeyenlere dayak atılmış, kolları iplerle bağlanarak gruplar hâlinde zorla sandık başına götürülmüştü. Ayrıca eski vergi borçlarını hemen ödemeyenler tutuklanmaya başlanmıştı. Dahası Hatay Türkleri ileri gelenlerinden 150 kişilik bir liste hazırlanarak bunların sınır dışına gönderilmesi kararı alınmış, Avukat Vedi Münir, Samih Azmi, Mustafa Rasih, Kadri Mürsel Humus’a sürgüne gönderilmişti. Ayrıca Hatay’da yaşayan Türklerin sesi olan Yenigün gazetesi de kapatılmıştı.

Ermeni Patriği Mesrub Naroyan da Türklerle birlikte boykota katıldığını açıklamıştı: “Türkler ve Ermeniler, tarihte bir ırk olarak yaşamışlardır. Antakya Ermenilerinin oradaki Türk kardeşleri ile birlikte hareket etmelerini Ermenilerin en büyük reisi sıfatı ile takdir ederim.” 5 Kasım 1936 tarihli Cumhuriyet gazetesinde ise daha da ileri gidilerek liberal Ramgavar Partisi’nin Paris’te çıkan gazetesi Abaka’nın 22 Ekim tarihli yazısı Türkçeye çevrilerek yayınlanmıştı. Yazıda Sancak Ermenilerinin milletvekili seçimlerine katılmaması isabetli bulunurken, diaspora Ermenilerinin Sancak Ermenilerini eleştirmemesi tavsiye ediliyordu. Yazara göre Sancak Ermenileri Araplara şunları söyleyebilirlerdir:

Sizden gördüğümüz misafirperverliği inkâr etmiyoruz. Fakat hiçbir zaman şu hakikati de unutmuyoruz ki gerek bu topraklarda gerek Türk hudutları dahilinde kalan topraklarda Ecdadımız asırlarca Türklerle kardeş hayatı yaşamıştır. Bu sebeble, bazı vaziyetlerin icabı olarak bugün yabancı idaresi altında bulunan Sancak’ı her şeyden evvel kendi öz memleketi addettiklerinden, Türklerden ayrılamazlar.

Türk tarafına göre Ermeniler söz dinlemiş olmalıydı, çünkü 15 Kasım 1936 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki başyazısında Yunus Nadi Ermenileri şöyle takdir ediyordu: “Antakya ve havalisi Ermenileri bütün Türkiye’de uyandırdıkları bu fikir ve hislerinden dolayı belki geçmişin hatalarını tamire vesile teşkil edecek çok hayırlı bir iş görmüşlerdir.”

Buna karşılık Ermeni basınına göre Ermeniler tek tip davranmadıkları gibi Kesap’ta Ermeniler arasında adaylık konusundan çıkan çatışmalarda iki kişi ölmüş, altı kişi yaralanmıştı. Benzer gerilimler Kırıkhan’da da olmuştu, “Türkiye davası güden Hınçaklar” Taşnaklardan birkaçını yaralamıştı.

14 Kasım’daki seçimlere katılımın düşük olması üzerine Fransız yönetimi işi daha sıkı tutmaya karar verdi. Ancak 30 Kasım’daki seçimlere de katılım düşük olduğu gibi halkın üstüne kimliği bilinmeyen kişilerce ateş açılması sonucu yaralanmalar olmuş, bazı yerlerde tecavüz iddiaları gündeme gelmişti. Türk tarafı bunun için Fransızları, Fransızlar ise Türkleri suçluyordu.

Ermeni Patriği Mesrop Naroyan seçimlere katılmayan Ermenileri kutlayan bir mesaj yayımladı. Mesajda tarih boyunca bir ırk ve bir millet halinde yaşayan Türklerin ve Ermenilerin “İmparatorluğun sonlarına mütekabil bazı hatalar” yüzünden anlaşmazlığa düştüğü, Cumhuriyet’le birlikte bu iki kardeş ırkın gene tarihsel beraberliğe döndüğü anlatılıyor ve Antakya Ermenilerinin seçimlerde “Türk kardeşleriyle müşterek düşünmeleri, müşterek hareket etmeleri, müşterek hedefe yürümeleri” en büyük dinî reis sıfatıyla takdir ediliyordu. Benzer mesaj Cismani Meclis İdare Heyeti Reisi Bedros Horasancıyan’dan geldi. Son sözü Ermeni Cemaati Umumi Meclisi Reisi Doktor Andre Vahram söyledi. 21 Kasım 1936 tarihli Cumhuriyet’te yayımlanan açıklama şöyleydi:

“Her şeyden evvel şunu söylemeliyim ki, ben cemaat işlerine Atatürk devrinin feyizli başlangıcı ile beraber karışmış bir vatandaşım. Bu vazifede ilk şerefli işimiz Lozan zaferinden dönen İsmet İnönü’yü arkadaşım [Bedros] Horasancı ile beraber Çatalca’da karşılayarak tebrik ve tazimlerimizi (hürmet) sunmak olmuştur. O devri takip eden her gün gayemizde mütemadi inkişaflar (sürekli gelişmeler) temin eden kardeş mesailerile tecelli etmiştir. Biz artık ne azlık, ne de çokluk[uz]. Biz ekalliyet (azınlık) falan bilmeyiz. Biz Türküz ve yalnız bunu bilir, bununla iftihar ederiz. Mekteplerimiz Kültür Bakanlığı’nın programına göre tedrisat yapan birer Türk müessesesidir. İnkılabın bahşettiği bu birlik ve beraberlik ayrılıksız ve farksız Türk vatandaşı yetiştirmeyi temin etmiştir. Hiçbir ecnebi tesir veya hudud haricinde çıkan herhangi bir hadise bunu bozamaz, bunun en büyük misalini Antakya’daki Ermenilerin bizim kendi davamız olan Türk davasında Türklerle beraber çalışmaları göstermiştir. Biz Antakya Ermenilerinin bu mesud tezahürüne hiç şaşmadık; çünkü bundan daha tabii bir şey olamazdı. Sadece memnuniyet ve iftihar duyduk. Çünkü Ermenilerin vatandaşlık hislerini göstermekte Türk kardeşlerinden geri kalmadıklarını anlamıştık. Antakya, İskenderun Türk davasının kazanılması, Ermenilerin de haklarını kazanmaları demektir.”

İlhaka gideceğiz!

Seçimler sırasında ve sonrasında yaşanan kanlı olaylar üzerine Ankara tarafından bölgeye gönderilen Beyrut Büyükelçisi Feridun Cemal Erkin’e göre seçimlere katılımın düşüklüğünün nedeni şuydu:

“Mesela Ortodokslar, seçmen adedi bakımından kendi adlarına bir mebus çıkarmaya yeterli olmadıkları için, seçimden uzak kalmışlardır. Sünni Arapların bir kısmı, Sancak’ta Türk egemenliğinin yeniden kurulması ihtimalini düşünerek, çekinmişlerdir. Aleviler ise, kısmen gösterilen adayın kendilerine hoş görülmemesi, kısmen de tarlalarında çalıştıkları Türk ağalarını gücendirmemek için seçime katılmamışlardır.”

Erkin, raporun Ankara’da okunmasından sonra Atatürk’ün, “Tevfik Rüştü’ye söyleyin, rapordaki mütalaalara hararetle katılıyorum. Biz, şimdiye kadar Sancak’ta genişletilmiş özerkliğe doğru gidiyorduk. Bundan sonra Feridun’un belirttiği gibi özerklik değil, düpedüz ilhaka gideceğiz,” dediğini belirtecekti.

Türklerin Alsas-Loren’i

Fransa bu süreçte Türkiye ile diyaloğu koparmamıştı. Gazetelerde “İskenderun Türkiye için Kilikya kadar mühim bir hayat meselesidir,” şeklinde yazılar çıkıyordu. Aralık ayında MC Genel Kurulu’na katılmak üzere Cenevre’de bulunan Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Fransız yetkililerle yaptıkları görüşmelerde Hatay’a tam istiklal verilmesi, Suriye, Lübnan ve müstakil Hatay’ın bir konfederasyon oluşturması, Hatay’ın askerlikten muaf tutulması, İskenderun Limanı’nın bir bölümünün Türkiye’ye kiralanması ve demiryollarının birbirine bağlanması gibi teklifler götürmüş ancak Fransızlar bunları reddetmişti. Aras, İsveç’in Bern Elçisi Karl Gustaf Westman ve Fransa Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Pierre Vienot’ya Türkiye ile empati yapmaları için Almanya ile Fransa arasındaki tarihi çatışmayı hatırlatıyordu:

“İsveç bir asırdır sulh içinde yaşayan ve yurt derdi çekmeyen bir memlekettir, bu itibarla Mösyö Westman bizim duygularımızı anlayamazsa kendisini mazur görebiliriz, ama Alsas-Loren için kırk yıl ıstırap çekmiş bir milletin evladı olan Mösyö Vienot’nun bir vatan parçasının ayrılığı karşısında aynı ıstırabı çkmekte olan bizlerin hislerimizi takdir edememiş olmasına hayret ve esef etmemek mümkün değildir.”

Cumhuriyet başyazarı Yunus Nadi de “Fransa bir Türk Alsas-Loren’i mi yaratmak istiyor,” diye sorduktan sonra bunun aslında şeklen bir benzerlik olduğunu, çünkü Alsas-Loren’in Fransızlığı veya Almanlığının tartışmalı olmasına karşın, Hatay ülkesinin Türklüğü üzerinde en ufak bir kuşkuya gerek olmadığını söylüyordu.

Bu atmosferden istifa ile 9 Aralık’ta bir Türk heyeti “Yeni bir Montreaux istiyoruz!” sloganları eşliğinde Cenevre’ye doğru yola çıktı. Türk heyeti 14 Aralık’ta Hatay Sorunu’nun Milletler Cemiyeti’nde görüşülmesini Milletler Cemiyeti Paktı’nın 11. maddesi doğrultusunda istedi. Ancak MC, İsveç’in Milletler Cemiyeti’ndeki temsilcisi Rickard Sandler’i konuya dair bir rapor yazmakla görevlendirdi. 16 Aralık’ta okunan raporda bölgeye müşahitler gönderilmesi, en geç Aralık 1937’de tamamlanacak çalışmalar sonunda en iyi çözümün ne olduğuna karar verilmesi öneriliyordu. Türkiye bu rapora itiraz etti. Ama MC raporu oylayarak kabul edince Hollanda, İsveç ve İsviçre temsilcilerinden oluşan üç kişilik gözlemci heyeti gönderilmesine karar verildi. Bu arada Paris’te 21-23 Aralık tarihinde taraflar bir araya gelmişti. 27 Aralık’ta İstanbul’daki Hatay Egemenlik Cemiyeti’ni ziyareti sırasında bizzat Atatürk tarafından çizilen ve armağan edilen Hatay bayrağı törenle göndere çekildi. Hatay bayrağı, Türk Bayrağı’na benzemektedir. Yalnız ortasındaki yıldız kırmızı, kenarları beyaz bir çizgi ile çevrilmişti.

Hollanda temsilcisi Leonard Yuhannes Caron, Norveç temsilcisi Hans Holstad ve İsviçre temsilcisi Charles De Wattenwyl’den oluşan MC heyeti 2 Ocak 1937’de Sancak’ta çalışmalarına başladı. Atatürk’ün ziyaretiyle 5 Ocak’ta Adana’nın kurtuluşunda 40 bin kişilik bir miting düzenlenmiş, burada Sancak meselesi köpürtülmüştü. Mitingde konuşan “İstiklal Madalyalı” Emin Semre “Arkadaşlar Suriye Araplarına haykırıyorum ve diyorum ki: Eğer damarlarımızdaki kan kendilerinden olsaydı siz de bugün başlarında taşıdıkları efendilerini başlarımızda taşırdık. Halbuki tekmelerimizle vura vura onları bu aziz Türk ülkesinden kovduk ve attık,” derken, bir başka konuşmacı Salih Zeki “Arkadaşlar burada tek Arap yoktur. Bunların sesine buradan verilecek Türk sesinden başka bir cevap olmayacaktır,” diyordu.

Atatürk Muğlalı Paşa’ya emri

İsmet İnönü’nün anlattığına göre Atatürk, 5 Ocak 1937’de Genelkurmay’da toplantı hâlinde bulunan Mareşal, Başvekil ve Millî Müdafaa Vekili ile şu telefon görüşmesini yapmıştı:

“[Z]aman kazanmak ve bize zaman kaybettirmek istediklerini görüyorum. – Cemiyeti Akvam kararına kadar bizi oyalamak, Cemiyeti Akvamdan kendilerine müsait bir karar almak niyetindedirler. – Bu kararın aleyhimizde çıkmasına mâni olmak lazımdır. (..) Emrivaki yapmak zamanı gelmiştir. Ancak Cemiyeti Akvam, karar verirken, bu ihtimali katî olarak göz önüne alabilmesi için, hudut üzerinde hazırlık başlamalıdır.”

İsmet Paşa “Hatay için Fransa ile savaşa girmeyelim,” derken Atatürk Fransa Hatay için savaşa girmeyi göze alamaz tezini savunuyordu. Kılıç Ali’nin anlattığına göre Atatürk kendisine şu emirleri vermişti:

“1) Yunus Nadi Bey ile Ordu Müfettişi Fahrettin ve İstanbul Kumandanı Halis Paşaları şimdi buraya çağırınız. 2) İsmet Paşa’ya, Fevzi Paşa’ya, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey’e telefonla söyleyiniz, onlar da hemen Ankara’dan hareket edip Eskişehir’e gelsinler, orada beni beklesinler. Onlar asıl şimdi işin ciddiyetini anlayacaklar! Hâlâ uyuyorlar! Bak mesele nasıl hallolur, onlara göstereyim de görsünler. Bir İskenderun için Fransızlarla savaşılmazmış! Şaşarım onların akl-ı perişanına!”

Bu doğrultuda ani bir kararla İstanbul’dan hareket eden Atatürk 6 Ocak 1937’de Eskişehir’e geldi. Aynı gün Eskişehir’de Atatürk’ün başkanlığında, Başbakan İsmet İnönü, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, İçişleri Bakanı ve Parti Genel Sekreteri Şükrü Kaya ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın katıldığı 4 saat süren bir toplantı yaptı. Aynı gün Eskişehir’den Konya’ya doğru hareket eden Atatürk Afyonkarahisar İstasyonu’nda Kolordu Komutanı Mustafa Muğlalı Paşa’ya da şunları söylemişti:

“Paşa Hazretleri size belki kanundışı bir emir vereceğim. Bu emir hükümete isyan niteliği taşıyabilir. Böyle bir emir verirsem yapacak mısın?” “Yahu sen emir verirsen ben yapmaz mıyım?” Paşa tekrar sordu: “Tamamen sivil kıyafet giyilecek. Bu sivil kıyafetler avcı ceketi içinde camedan yelekten ibaret olacak ve bu sivil elbiseleri sen bizzat temin edeceksin. Bana, subay ve er olarak böyle giyinmiş 5 bin kişiyi 15 gün içinde hazırlayıp teslim edebilir misin?” “Emrettiğiniz bu kuvvet 15 gün içinde hazırdır paşam.”

Atatürk Ulukışla üzerinden 8 Ocak 1937’de Ankara’ya döndü ve aynı gün toplanan Bakanlar Kurulu’na başkanlık etti. Diğer taraftan 8 Ocak 1937’den itibaren Ankara ve İstanbul Radyoları da her akşam Arapça yayınına başladı. Yine o günlerde Atatürk, Kurun gazetesine telefon ederek başyazar Asım Us’u Dolmabahçe’ye çağırdı ve Fransa Dışişleri Bakanlığı’nı şiddetle kınayan, gazetenin ertesi günkü başyazısını yazdırdı. Bu yazı dizisi beş gün devam etti. O sırada Fransa; Nazi Almanya ve Faşist İtalya işbirliğinden korkmaktaydı ve Boğazlara hakim olan Türkiye’nin dostluğunu kaybetmek istemiyordu. Ardından MC’de Hatay’ın kendi gözetimlerinde müstakil bir devlet olmasına karar verildi.

“Ayrı Varlık” statüsü tanınıyor

12 Ocak 1937 günü durumu yerinde izlemek üzere gelen MC heyetini etkilemek için Antakya’da on binlerce (resmî tarihe göre 60-69 bin) kişinin katıldığı büyük bir miting yapıldı. 27 Ocak’ta gözlemci heyetinin hazırladığı rapor üzerinde taraflar anlaştı. Buna göre Sancak, Türkiye ve Fransa’nın garantörlüğü altında “Ayrı Varlık” (Entité distincte) olarak kabul edilecek, içişlerinde bağımsız, dışişlerinde Suriye’ye bağlı olacaktı. Türkiye İskenderun Limanı’ndan yararlanacaktı. Suriye ile Sancak arasında gümrük ve para birliği olacak, resmî dil Türkçe olacak, ikinci dil Arapça olacaktı. Sancak’ın yeterli sayıda jandarma ve polisi olacak, buna karşılık ordusu olmayacaktı.

Türkiye olayı “zafer” olarak görürken Suriye tarafı “hezimet” olarak nitelemişti. Fransa’da ise karışık duygular vardı. Sancak’ın Taşnakları mutsuzken, İstanbul’daki Ermeniler durumdan memnundular, ya da memnun görünmek zorunda hissediyorlardı. Nitekim Ermeni Cismani Meclisi, Cumhurreisi Atatürk’e ve Başvekil İnönü’ye tebrik telgrafı çekerken Ruhani Meclis de kiliselerde Atatürk, İnönü ve kıymetli arkadaşlarının ömürlerinin artması için dua edilmesine karar vermişti. TBMM’deki görüşmelerde ise bazı milletvekilleri sınır dışına çıkarılmış Kürtlerin bu karışıklıklardan istifade ederek Fransızlarla işbirliği yaptığını ileri sürüyordu.

Anlaşma tarihinde Sancak’ın yüzölçümü, 4.085 km2 nüfusu 219.000 idi. Nüfusunun yüzde 39,7’si Türk, yüzde 28’i Alevi, yüzde 11’i Ermeni, yüzde 10’u, Arap, yüzde 9’u Rum, kalanı da Kürt, Çerkes, Yahudi ve Arnavut kökenli olarak tespit edilmişti. Sancak Meclisi 40 kişiden oluşacak, bunun 8’i Türk, 6’sı Alevi, 2’si Ermeni, 2’si Arap, 1’i Rum cemaatinden seçilecekti. Tasnif garipti, çünkü Türk, Kürt, Ermeni vb. gibi etnik grupların dışında bir de Aleviler gibi dinî grup vardı. Raporlara “Alevi” diyen geçenlerin büyük kısmı Arap olduğundan, bu tasnifin Arap toplumunu bölmek için yapıldığı anlaşılıyordu.

Fransız ve İngilizlerin Faşizm ve Nazizm korkusu

Evet, Türkiye diplomatik bir zafer kazanmıştı ama bunda uluslararası siyasi ortamın da rolü vardı. İtalya’da Faşistlerin, Almanya’da Nazilerin izlediği politikalar bütün Avrupa’yı kaygılandırıyordu. İspanya’da süren iç savaş sırasında faşist lider Franco önce Mussolini’nin Kara Gömleklileri’nin desteği ile Cumhuriyetçilere karşı geniş çaplı bir saldırı başlatmıştı. Cumhuriyetçilerin stratejik noktalarından Guernica, Nazi Almanyası’nın hava birlikleri tarafından bombalanmıştı. İşte bu ortamda Britanya ve Fransa Türkiye’nin desteğine ihtiyaç duymaya başlamışlardı. Bu yüzden Türk tarafının “Kürt tehlikesine karşı” Nisan ayında sınır bölgesindeki askerî güçlerini 20 binden 30 bine çıkartmasına tepki gösterilmedi. Buna rağmen bir süre sonra Türk basını Fransa’ya karşı dilini sertleştirmeye başladı. Fransa Taşnak komitacılarına kol kanat germekle suçlanıyordu.

Bir diğer sorun 1921’de Alevi Bölgesi’ne bağlanan Bayır-Bucak ve El Akrad (Hazne) nahiyelerinin statüsüydü. Türkiye bu nahiyelerdeki nüfus çoğunluğunun Türklerde olduğunu ileri sürerek Sancak’a bağlanmasını talep ediyordu. Sonunda taraflar ortak bir noktada buluştular. 4 Mayıs 1937 tarihinde MC Meclisi Sancak Statüsü ve Temel Yasası’nı kabul etti.

Anlaşmanın imzalanması üzerine Atatürk, Başvekil İnönü’ye çektiği telgrafta “İçten ve gerçekten bağlı olduğu dostluklara zarar vermeden milli sorunun çözümünü, Milletler Cemiyeti Konseyi’nde bir sonuca ulaştırmak konusunda gösterdiği yüksek zekâ, uzak görüşlülük ve olgunluktan dolayı Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni” tebrik ediyordu.

Haziran ayına Araplar Sancak’ta gösteriler düzenlemeye başladılar. Türkiye 8 Temmuz’da Afganistan, İran ve Irak’la Sadabat Paktı’nı imzalayarak gövde gösterisi yaptı. Ama çok değil üç ay içinde Atatürk ile İnönü arasında iç ve dış siyasete ilişkin (bunlar arasında Hatay Meselesi de vardı) görüş ayrılıkları, İnönü’nün Ekim 1937’de başbakanlıktan alınması, yerine Celâl Bayar’ın getirilmesiyle sonuçlandı.
Sancak Anayasası’nın yürürlüğe gireceği 29 Kasım 1937 tarihi yaklaştıkça her iki tarafın milliyetçileri ortamı kızıştırmaya başladılar. Türk tarafının lideri Tayfur Sökmen’di. Arap milliyetçilerinin kurduğu Milli Hareket Ligi’nin başında da Zeki Arsuzi vardı. Felsefeci, dilbilimci, tarihçi ve ileriki yıllarda BAAS partisinin kurucularından olacak Arsuzi, Fransız okullarında eğitim görmüştü, ancak Sancak’ın bağımsız bir devlet olmasını istediği için hem Türkler hem Araplar hem de Fransızlar tarafından istenmeyen adam ilan edilmişti.

Ancak, Mart 1938’de Almanya Avusturya’yı ilhak edince, Fransa Türkiye’ye tekrar yaklaşmak zorunda kaldı. 1938 yılının Haziran ayında Paris’te ve Antakya’da yapılan ikili görüşmeler sonucu Sancak Anayasası yürürlüğe girdi. Seçimler ise ancak 3 Mayıs 1938’de MC’nin tayin ettiği Seçim Komisyonu’nun gözetimi altında başlayabildi.

Atatürk’ün son hamlesi

Hatay Meselesi’ni adeta kişisel bir dava haline getiren Atatürk, ilerleyen hastalığına rağmen, Ankara Stadyumu’nda 1938 yılında, 19 Mayıs gösterilerini izledikten sonra, Hatay’ın Türkiye’ye ilhakı projesi kapsamında Mersin gezisine çıktı. 21 Mayıs’ta Mersin’de ve 24 Mayıs’ta Adana’da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin resmigeçit törenlerini izledi. Amacının Suriye’ye ve Fransa’ya gözdağı vermek olduğu açıktı.
Sonunda beklenen oldu. 6 Haziran’da Sancak’ın Fransız Valisi geri çekilerek yerine Abdurrahman Melek atandı. Türk basınında yeni bir “1915” endişesi yaşayan Ermenileri yatıştırmak için birbiri ardına yazılar çıkıyordu. Fransızlar ise Ermenileri ikna etmek için Türk basınının “Rahip Hat” dediği Episkopos Khat Açabahyan’ı sahaya sürdü. Bu arada Kudüs’e giderken Sancak’a uğrayan Episkopos Kevork Arslanyan da Cumhuriyet gazetesine verdiği beyanatla Ermenileri “Türkler geliyor!” korkusundan kurtarmaya çalışıyordu.

Ermeni toplumu endişeler içindeyken Milletler Cemiyeti Seçim Komisyonu 29 Haziran’da Sancak’tan ayrıldı. 3 Temmuz’da Türkiye ile Fransa arasında imzalanan askerî anlaşmaya göre 2.500 kişiden oluşan Türk birliği Sancak’a girecek ve İskenderun, Beylan ve Kırıkhan’da konuşlanacaktı. Ertesi gün iki ülke bir de dostluk anlaşması imzaladı. 5 Temmuz 1938’de Kurmay Albay Şükrü Kanatlı komutasındaki Türk birlikleri Payas ve Hassa üzerinden Türk toplumunun büyük sevinç gösterileri, diğer unsurların endişeli bakışları altında Hatay topraklarına girdiler. Böylece Türk milliyetçiliğinin bir dizi siyasi ve diplomatik hamle ile geliştirdiği ilhak planı askerî bir darbe ile ilk aşamasını tamamlamış oldu. Bu tarihten itibaren endişeleri giderilemeyen Ermeniler Şam ve Beyrut’a yerleşmek üzere Hatay’ı terk etmeye başladılar. Bunlara az sayıda Arap Ortodoks ile Kemalist modernleşme projelerine karşı olan Sünni Türk de katılmıştı. Vali göçleri yasaklarla engellemeye kalktıysa da başarılı olamadı.

“Özbeöz Türk” Hatay’ın inşası

Seçimler silahların gölgesinde yapıldı. Ankara, Sancak doğumluları Türkiye’nin dört bir yanından Sancak’a taşıdı. Araplara, Nusayrilere gereken gözdağları verildi ve sonunda 22 Türk, 9 Alevi, 5 Ermeni, 2 Arap, 2 Rum’dan oluşan 40 kişilik Meclis 2 Eylül 1938 günü açıldı. Yeni devletin adı Hatay Cumhuriyeti olarak seçildi. MC’nin onayladığı Sancak statüsüne göre resmî dil Türkçe ve Arapça olmasına rağmen bütün milletvekilleri Türkçe yemin ettiler. Yemin töreninin ardından, her ikisi de “özbeöz Türk” olan Tayfur Sökmen 40 milletvekilinin oybirliği ile Devlet Başkanlığı’na, Abdülgani Türkmen ise Meclis Başkanlığı’na seçildi. Tayfur Sökmen’in başbakan olarak atadığı bir başka “Türk” Abdurrahman Melek yeni hükümeti kurdu. Hükümetin diğer üyeleri de “Türk”tü. Böylece çok dilli, çok etnisiteli, çok dinli Sancak’ın “Türkleştirilmesi”ne başlandı.

Hükümet güvenoyu aldıktan sonra Milletler Cemiyeti tarafından hazırlanan anayasayı onayladı, devletin adını da Hatay Devleti olarak değiştirdi. Başkent İskenderun’dan Antakya’ya aktarıldı. Ertesi gün Türk İstiklal Marşı milli marş olarak kabul edildi. Türk bayrağına benzer bir bayrak kabul edildi.

Ocak 1939’da Türk Medeni Kanunu ve Türk Ceza Kanunu’nun Hatay’da aynen uygulanmasına karar verildi. Şubat ayında maaşlar Türk lirası ile ödendi. Postaneler Türkiye’den gönderilen pulları kullanmaya başladılar. Mart ayında Merkez Bankası İskenderun’da şube açtı. Türkiye ile Hatay arasında ithalat-ihracat serbest bırakıldı. Ardından Fransız uçaklarına Hatay semalarında uçma yasağı getirildi.

Devletten vilayete

Bu arada Atatürk hayata veda etmişti ve Avrupa’da savaş çanları çalıyordu. 15 Mart 1939’da Almanya Çekoslovakya’yı işgal etti, İtalya 7 Nisan 1939’da Arnavutluk’a asker çıkardı. Bu gelişmeler Türkiye ile Fransa’yı biraz daha yakınlaştırdı. Bunun meyvesi 23 Haziran 1939 tarihinde imzalanan “Türkiye ile Suriye Arasında Arazi Mesailinin Kati Surette Hallini Mutazam Anlaşması” ile arazi sorunlarının çözülmesi oldu. Bu anlaşmanın protokol maddesinde Fransa’nın tüm mal varlığını, hukuki hak ve menfaatlerini 35 milyon frank karşılığında Türkiye’ye bıraktığı kabul ediliyordu.

Hatay Millet Meclisi 29 Haziran 1939 tarihli son toplantısına tüm vekillerinin imzası ile “Türk camiasının ayrılmaz bir parçası olan Hatay’ın Anavatana kavuştuğunun bir kararla tesbitini teklif ederiz” önergesi ile Türkiye’ye iltihak kararı aldı. Türkiye de aynı gün Hatay’da Vilayet kurulması kanunu ile Hatay’ın resmen Türkiye sınırlarına alınması kararlaştırdı. 30 Haziran 1939’da Hatay Türkiye’ye katıldıktan sonra Türkiye’nin Hatay Vilayeti’ne dönüştü. 1934’te Trakya’da Yahudileri kaçırtma operasyonu sırasında Trakya Umumi Müfettişlik Baş Müşaviri olan Gümüşhane Milletvekili Şükrü Sökmensüer yeni vilayete vali olarak atandı. Bu tarihten itibaren Hatay’dan yeni bir Ermeni göçü başladı. Göçle ilgili olarak Yunus Nadi’nin Cumhuriyet gazetesinin 20 Temmuz 1939 sayılı nüshasındaki yazısında şöyle deniyordu: “Neden korkuyorlar? Ne var? Kendilerini yiyeceğimizi mi vehmediyorlar?” 1915 Ermeni Kırımı’nı gayet iyi hatırlayan bir kuşağın bu soruya (elbette içlerinden) verdiği cevabı tahmin etmek zor değildi. Nitekim vatandaşlık konusunda tercih yapma hakkının sona erdiği 1940’a kadar 48 bin kişi Lübnan veya Suriye’ye göç etti. Bunların 26.500’ü Ermeni, 11.500’ü Rum, 6 bini Arap ve 3 bini Nusayri’ydi.

Soyadını Atatürk’ün verdiği Agop (Martayan) Dilaçar, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasından bir yıl sonra (1940’ta) İskenderun Halk Evi’nde CHP adına verdiği konferanstaki tezleri çok ilginçtir. Konferansın amacı, eski adıyla Sancak, yeni adıyla Hatay’da yaşayan halkın “aslında Türk” olduğunu kanıtlamaktır. Rejime göre bu önemli bir meseledir, çünkü Hatay ahalisi yüzyıllardır kendilerini Arap sanmaktadır! Hataylıları ikna etmek için Agop Dilaçar’ın seçilmesi manidardır, çünkü Ermeni kökenli biri bile “Hataylılar Arap değildir, Türk’tür,” derse bunda bir hikmet vardır! Dilaçar’a göre, dil ve mezhep farklılıkları insan topluluklarının asıl unsurları olmayıp sonradan edindikleri unsurlardır. Dilaçar’a göre, etnik=dil+kültürdür. Bu yüzden ne Rumca konuşanları ne de Hataylıları ayrı bir etnik grup saymamak gerekir. Hataylılarla diğer Türkleri bağlayan şey, bir ırk-kültür grubu teşkil eden ve tarihin başlangıcında bu bölgeye gelen Proto-Türklerdir.

“Eski Ermenistan dahi bu cümledendir,” diyen Dilaçar sözlerine şöyle devam eder:
“Bugün Arapça konuşan Hatay Türklerinin Samilikle hiçbir alakaları yoktur. Onları kafatası boyutları ortalama olarak 85 [cm] olduğundan, bunlar eski brakisefal Alpinlerin öz ahfadıdır. (…)

Bugün Hatay’da Arapça konuşan halk, aslen türk olup, zamanın icabı olarak Arapça yazmış olan birer küçük Farabi ve İbni Sina’dırlar. Kemalizm Türkçülüğü bugün onlara kendi öz benliklerini, öz menşelerini bildirmiş ve Türk etnisinden olduklarını göstermiştir. (…) Bizdeki rasizm (ırkçılık) işte bundan ibarettir ve bunun içindir ki, Ebedi Şefimiz Atatürk, yalnız ırk değil, etni ve kültür bakımından dahi Türk olan Hatay’ı, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içerisine almayı” tasarlamıştır…”

Tahmin edileceği gibi Suriye, Hatay’ın Türkiye tarafından ilhakını hiç olumlu karşılamadı. 1950’lerden itibaren Suriye haritalarında Hatay Suriye toprağı olarak gösterildi. Türkiye ise aynı yıllarda kurutulan Amik Gölü’nün arazisini Türkmen aşiretlerine dağıtarak bölgenin Türkleştirilmesi politikalarını hızlandırdı. 1980’lerde GAP Projesi ile kötüleşen ilişkilerin üzerine PKK meselesi tüy dikti. 2000’de Hafız Esad’ın ölümüne kadar süren bu kötüleşme döneminden sonra yaşananlar ise ayrı yazı konusu.

Kaynak:
Ayşe Hür’ün Mustafa Kemal Atatürk Dönemi’nin Öteki Tarihi-III, Parti Devlet, Lider Bütünleşmesi (1934-1938), adlı kitabından (Literatür Yayıncılık, 2021, s. 371-390) ilgili bölümünden.


Özet Kaynakça
Ada, Serhan. Türk-Fransız İlişkilerinde Hatay Sorunu, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2005.
Gönlübol, Mehmet ve diğerleri. Olaylarla Türk Dış Politikası (1919–1983), cilt 1, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara, 1987.
Korucu, Serdar. Sancak Düştü, İskenderun Sancağı’ndan Hatay’a “Ermeni Meselesi”, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2021.
Melek, Abdurrahman. Hatay Nasıl Kurtuldu, TTK Yayınları, Ankara 1991.
Sander, Oral. Siyasi Tarih 1918-1994, İmge Kitapevi, İstanbul, 2003.
Sökmen, Tayfur. Hatay’ın Kurtuluşu İçin Harcanan Çabalar, TTK Yayınları, Ankara, 1992.

Ayşe HÜR