Kemalettin Tuğcu Nesli – Acı var mı acı?

Kırklı yaşlarda olup da bir tane olsun Kemalettin Tuğcu kitabı okumamış olanımız var mıdır acaba aramızda bilmiyorum. Bir kuşak, Kemalettin Tuğcu isimli değirmencinin acılar değirmeninde öğütülerek büyüdük bu ülkede. O Kemalettin Tuğcu ki, çocuk dimağlarımıza tıpkı kitaplarındaki gibi ham bir iyi niyetle Aristo Mantığı’nı kazıyan, yaşamı bizler için siyah ve beyazdan ibaret kılan, tüm ara renklerimizi ve nüanslarımızı çalan adamdır.

İnsanlar ikiye ayrılır Kemalettin Tuğcu dünyasında: Çok iyiler ve çok kötüler! Arası yoktur. Sonracııımaaa, bütün iyiler yoksuldur, bütün yoksullar iyi… Ve tabii ki, bütün zenginler kötüdür, bütün kötüler de zengin…

İyilik, akıldan ve sezgiden yoksun körü körüne bir adanmışlıktan, ölümüne bir kendini feda edişten ve akıllara ziyan bir gururdan geçer. Genellikle aslında zenginken kötü adamlar tarafından yoksul düşürülmüş, ya da yoksul ama gururlu insancıklar, düştükleri batağın içinde mağrur ve vakur kıvranır dururlar; taa ki kaderlerini eline terk ettikleri ilahî adalet tecelli edene kadar…

Tahmin edeceğiniz gibi, bu satırların yazarı da bir dönem Kemalettin Amca’sının tezgâğından geçmiştir.

Efenim, hem çocuğum, hem ineğim hem Kemalettin Tuğcu fanı… Derste sıramın gözünde onu okuyor, teneffüslerimi ona adıyor, günde bir kitabını hatmediyorum; hem de tekrar tekrar… ezberlercesine…

Hiç unutmuyorum, sanırsam ki ilkokul 4’te filanım, sınıf kudurmuş teneffüste, bense satırlar arasında Hırsızın Oğlu’yla bir mahur beste… Öğretmenimiz burnundan soluyarak geliyor, çıkarıyor tahta cetvelini, sıra dayağına çekecek hepimizi. Hani beş parmağınızı birleştirir uzatırsınız da cetvelin yanı tırnaklarınıza iner ya sanki ciğerinize iniyormuş gibi, hah ondan edecek biz veletlere işte… Netekim cetvel tek tek kuduruk arkadaşlarımın ellerine iniyor kalkıyor vee benim Hırsızın Oğlu sevgilimden daha gururlu bir şekilde uzanmış, vakarla kaderini bekleyen elimi es geçerek yanımdaki arkadaşımın parmaklarına iniyor!..

Sıradayağı bitiyor, benim elim inmiyor, inemiyor; hâlâ vurulmayı bekliyor gözlerimden bulgur bulgur süzülen yaşlarla birlikte… Sankim öğretmenim kendince beni meşhur inekliğimden ve usluluğumdan dolayı ödüllendirmemiş de, Tuğcu dünyasının artık kendimce içlerinden biri olduğum, onlarla ağlayıp onlarla güldüğüm iyi insanlarının arasından bir tekmeyle Hades’e sürgün etmiş…

Şimdi buraya dikkat, bir anda, 10 yaşında, cılız, zafiyetli halimle yerimden kalkıyor, öğretmenimin masasının karşısına Jan Dark gibi dikiliyor:

  • “Arkadaşlarıma vurdunuz, bana da vurmak zorundasınız öğretmenim,” diyorum.

Öğretmenim en az on-onbeş saniye süren şaşkınlığının ardından suratı kıpkırmızı, arkadaşlarıma bir vurduysa bana öfkeyle beş vurduktan sonra dünyanın bütün mazlumlarını kurtarmış küçük bir şövalye edasıyla yerime oturuyorum. Artık ben de Kemalettin Tuğcu kahramanlarından biriyim; belki de ‘hırsızın yoksul ama gururlu oğlu’ sevgilime lâyık, en başkahramanlarından biri… Elimin korkunç acısı, kalbimdeki sevincin yanında sivrisinek ısırığı bile değil.

Eminim okuduğunuz satırlar şu anda sizin de kalplerinizdeki küllenmiş Kemalettin Tuğcu ateşini alevlendiriverdi birdenbire! Aman ha, yapmayın, etmeyin tutmayın arkadaşlar, ben bunun için yazmıyorum bu satırları. Tam tersi… Hayatın siyah-beyaz, insanın salt iyiden ya da kötüden ibaret olmadığını kafama, yüreğime anlatabilmek için, acıların efendisi Kemalettin Amca’yı unutabilmek için Adgar Allan Poe’dan Antonin Artaud’ya, Rimbaud’dan Sade’a kaç fırın kötü adam okumak zorunda kaldım ben biliyor musunuz?

Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri’nden Lautréamont’un Maldoror’un Şarkıları’na kadar kaç cehennemî dizenin tezgâhından geçmek zorunda kaldım da, hâlâ bazen insana bu kalıplarla bakmaktan, vıcık vıcık arabesk duygulanımlardan kurtaramıyorum kendimi.

Yaşam, salt iyilik ya da kötülük kavramları ile yargılamanın ve yorumlamanın çok daha ötesinde bir olgu. Hiçbirimiz kötü ya da iyi değiliz; hepimiz aynı anda hem iyi hem de kötüyüz… Ve en önemlisi de, en kötümüz bile insanın doğasına böylesine aykırı bir şekilde kurgulanmış, üstelik de adına uygarlık dediğimiz işkence tezgâhının kurbanı…

Aramızdaki tek fark bazılarımızın acı çekmeyi ve utanmayı biliyor, bazılarımız bilmiyor olması.

Kendimizi kuru kuru, içi boş bir iyi insan olma idealine değil de, kötülükle harmanlı hamurumuzun farkında ve onunla mücadele etme çabasında, acı çekmeyi ve mahcup olmayı bilen bir insan olmaya kurgularsak, belki kendiliğinden iyi olmaya yaklaşabiliriz diye düşünüyorum, nacizane.

Haa, bugünkü aklım olsaydı yine elimi o cetvele uzatır mıydım diye soracak olursanız, evet, bugün olsa bugün gene yapardım; benzeri handikaplar hiçbir zaman eksik olmadı hayatımda. Ama bugün o zamanki çıkış noktamla, yani arabesk bir iyi insan olma kaygısıyla yapmıyorum bu tarz Don Kişot’vari davranışları… İçimdeki kötüden olabildiğince arınmak için, biraz daha iyiye yakın, acı çekmeyi ve utanmayı bilen biri olarak biraz daha insana yakın bir organizma olmak için yapıyorum.

Kemalettin Tuğcu’ya bin selam çakaraktan, acımayla değil, merhametle kalın.

Acınmak utandırır, merhamet iyileştirir insanı.

Rabia MİNE
Latest posts by Rabia MİNE (see all)