Trump’ın gidişi ve faşizmin dönüşü…

ABD de Trump’ın seçilmesiyle belirginleşen otoriterleşme eğilimi Trump’in seçimi kaybetmesiyle sona mı erdi. Trump”ın “seçimlerde nile yapıldığı” iddiasıyla iktidarı bırakmamak istemesi ve birkaç gün önce Trump’ın açık kışkırtmasıyla taraftarlarının Beyaz Saray’a baskın düzenlemesi bir anomalinin ölümünden önceki son çırpınışı mıydı? Yoksa bu gelişmeler liberal demokrasinin ve “Amerikan rüyası”nın öncül ölüm çanları olarak mı tarihe yazılacak?

Kapitalizmin en rafine ideolojisi ve “özgürlükçü” yüzü olan liberalizm tam da bu en rafine olma özelliği nedeniyle gerçek hayatta hiçbir zaman ayniyle vaki olamadı. Ülkelerin gelişme düzeyleri, emperyalist ya da bağımlı ülke olmaları, sınıfların gelişmişlik ve güç dengesi düzeyleri liberal ideolojinin rafine biçiminden sapmalara neden oldu. Ama ABD başkaydı; liberaller, her zaman ABD’de kendilerinin tama yakın bir suretini gördüler. ABD sistemi kapitalizmin, piyasa ekonomisinin ve liberal demokrasinin gerçek anlamda vücut bulmuş tek örneğiydi onlara göre… Gelişmiş ekonomisi, “hoşgörü ve uzlaşma “kültürünün timsali demokrasisi ile ABD liberaller için rüya ülkeydi ve kendi ideolojik konumlarının haklılığını neredeyse sadece bu ülkeye bakarak savunabilir konumdaydılar. Bu ABD’yi, liberalizmin varlık zeminini sağlayan neredeyse yegâne yaşam kaynağı, liberalizmin kutsal ülkesi haline getirmişti. Ta ki Trump iktidarına kadar…. Şimdi Trump’un sebebini tam açıklayamadıkları bir yol kazası olduğunu ve Biden ile birlikte eski mutlu günlere dönüş yaşanacağını söylüyorlar. Gerçekten böyle mi? Yol kazası dedikleri Trump iktidarı bir anlık gafletin, hezeyanın ifadesi miydi gerçekten? Yoksa arkasında çok önemli nesnel faktörler mi var? Ve bu faktörler şu an ve görünür gelecekte zayıflayacak mı ya da güçlenecek mi? Kısaca “Trump gidince dertler de bitecek” ve ABD o eski mesut günlere dönecek mi? Yoksa bu yaşananlar hem liberal demokrasinin açmazlarının hem de ABD rüyasının temellerinin aşınmasının ürünü daha kalıcı bir gelişmeyi mi işaretliyor?

Tartıştığımız sadece Trump değil Trumplar…. 

Trump değil de Trumplar dememin nedeni çok açık… Zira Trump ABD başkanı olmasıyla türünün en popüler örneklerinden biri, ama dünyanın farklı ülkelerinde de Trupvari liderler iktidardalar ve zaman ilerledikçe bunlara yenileri ekleniyor… Bu nesnel olgunun kendisi bile bize Trump”ın tekil bir vaka, bir yol kazası olarak nitelenmesinin çok kolaycı bir açıklama olacağına işaret ediyor. Ama ilginç ve açıklanmaya muhtaç biçimde bu tür liderlerin iktidara gelmesi evrensel bir gelişmenin işareti olarak değil de yerel bir vaka olarak değerlendirilmeye çalışılıyor. Hatta ve ötesi yerel bir nedenle bile açıklanmayıp kişilere indirgeniyor. Yani sorun Trump ya da Erdoğan oluyor ve çözümde onlardan kurtulmaya indirgeniyor. Bu gelişmelerin Trumpizm, Erdoğanizm gibi yerel özgünlüğe işaret eden kavramlarla açıklanma çabalarına oldukça sık rastlamaktayız. Böyle olunca da bu gelişme evrensel planda işleyen dinamiklerin yerine ülkelerin kendi iç özgün tarihsel gelişmeleri açıklamalarda sıklıkla öne çıkarılabiliyor. Merkez-taşra ya da halk-elit çatışması vb. Bu faktörler hiç yok ya da tümden önemsiz demeye çalışmıyorum tabi. Söylemeye çalıştığım bu faktörlerin hep var olduğu ve varlıklarının tek başına hiçbir zaman bugün yaşanan türden gelişmelere kaynaklık etmediğidir. Öyleyse anılan sorunları da tetikleyen bu döneme özgün ve daha evrensel sebepleri saptamadan bu gelişmeleri yalnızca ya da temelde iç-özgün faktörlerle açıklamak olası değildir.

Öyleyse nedir bu evrensel dinamikler…. 

Bana göre bu gelişmenin evrensel plandaki temel nedeni bizzat küreselleşmeci neo liberal paradigmadır. Küresel rekabet yasama ve yargı gibi mekanizmalar karşısında güçlendirilmiş yürütme anlayışını ve gelirin yeniden dağıtım mekanizmalarının tasfiyesini zorunlu kıldı. Dahası bütün sistem partilerini bu alanlarda tek bir hizada toplayarak siyaseti bitirdi; siyaseti bir teknikerlik hizmetine dönüştürdü. Siyaset alanının yarattığı boşluk ise kültür ve yaşam tarzı politikalarıyla doldurulmaya çalışıldı. Bunun devlet organizasyonu katındaki ürünleri ise demokrasinin kadükleştirilmesi, devlet içi ve sistem içi kurumların içinin boşaltılması yani kısaca neo liberal otoriteliğin yaygınlaşması oldu. Yanı sıra toplumsal düzeyde ise cemaatleşme, kültür ve yaşam tarzları kutuplaşması egemen olmaya başladı. Klasik sol partilerin ya tasfiye olması ya da genel kural olarak daha liberal bir çizgiye konumlanarak varlıklarını korumaya çalışması, işçi sınıfının ve sendikaların ideolojik ve fiziksel olarak güçsüzleştirilmesi, parçalanması ise bu gidiş karşısında farklı bir alternatifleri ortadan kaldırdığı gibi sol alanda yaşanan genel liberalleşme, kimlik politikalarına yöneliş kitleler ile siyasal partiler arasındaki temsil ilişkisini tümüyle anlamsızlaştırdı.

Bu temel zeminin üzerine 2008 yılından itibaren bir türlü içinde çıkılamayan küresel ekonomik kiriz ve buna eklenen emperyalist hegemonya krizi de eklenince bu yeni gelişmeler neo liberal paradigmanın ürünü olan yukarıda sıraladığımız anti demokratik gelişmeleri daha da derinleştiren ve evrenselleştiren bir rol oynadı. Neo liberal paradigma tek tek ülkelerde kurumlardan bağımsız bir güçlü yürütme erkini şekillendirmiş burjuva demokrasisi açısından bir tür denetim ve vesayet işlevi gören kurumaları güçsüzleştirmiş ve içini boşaltmıştı. Emperyalist hegemonya krizi ise artık yalnızca iç politikada değil dış politika alanında da otoriter iktidarların hatta liderlerin kurumlardan ve kurallardan azade bir biçimde bir serseri mayın gibi hareket etmeleri sonucunu doğurdu. Artan krizin getirdiği yoksullaşma, iş kayıpları, geleneksel merkez partilerinin yıpranmış halleri vb.  kitlelerde yeni ve güçlü lider arayışını tazyik etti. Uzun süredir tazyik edilen kültürel kodlu politikalar ırkçı ya da dinci demagojik söylemin meşrulaşmasına hizmet etmişlerdi zaten. İktisadi kiriz kapitalizmin evrensel hegemonya krizi ile birleşince ortalığı kaplayan savaş nidaları güvenlikçi bir anlayışın güçlenmesi için ortamı tümüyle hazır hale getirdi. Tabi ki solun tarihsel yenilgisinin moral ve ideolojik etkilerinden hala kurtulamamış olması da…

Faşizm ve Savaş 

Buraya kadar anlattıklarım umarım ki ne Trump’ın ne de başka ülkelerdeki Trumpların yükseliş ve iktidara geliş hikayelerinin beklenmedik ve öngörülmedik bir tarihsel kaza olarak nitelenemeyeceğini yeterince açık biçimde ortaya koymuştur. Ve yine buraya kadar anlattıklarımızla 1920lerde yaşanan faşizm ve savaş döneminin yükselişi arasındaki paralellik son derece bariz bir niteliktedir. (Tabi ki biz Trump iktidarını ya da benzer iktidarların pek çoğunu kurumsallaşmış bir faşizm olarak nitelemiyoruz; tüm bunların faşizmin yükselişinin güçlü emareleri olarak yani bir önfaşizm örnekleri olarak görüyoruz) Buna rağmen neden bu gelişmeler ısrarla tekil örnekler, arızi gelişmeler gibi görülmekte ve gösterilmektedir.  Ya da popülizm gibi hiçbir açıklama değeri olmayan teorilerle üstü örtülmeye çalışılmaktadır. Bu ayrı bir yazıyı gerektirir önemde bir durum aslında. Ama şimdilik şu kadarını söylemekle yetinelim faşizm öncesi dönemde ve hatta sonrasında bile faşizm gerçeğinin ayrıntılı analizinden kaçınma onu İtalya ile, olmadı İtalya ve Almanya ile, olmadı Avrupa’nın bir bölümüyle sınırlı tutma ve iki dünya savaşı arası özgül durum ile sınırlama ve hepsinden önemlisi kapitalizmle ve büyük sermaye ile bağlantısını karartma eğilimleri hep egemen olmuştur. O gün bu perdeleyici çabalar niçin gösterildiyse bugün popülizm, yarışmacı otoriterlik, patriyomanyal yönetim vb. tartışmalarının arkasında aynı neden vardır. Bu gelişmelerle kapitalizm, büyük sermaye, neo liberalizm ve liberal demokrasi arasındaki nedensellik ilişkisini karartmak….

Sonuç yerine…. 

Ortada ne neo liberal paradigmadan vazgeçileceğine ne iktisadi küresel krizin kısa vadede ortadan kalkacağına, ne emperyalist hegemonya krizinin aşılacağına dair hiçbir belirti yok… Bu yalnızca bize ait bir saptamada değildir. Her görüşten akademisyen ve düşünce adamlarının büyük çoğunluğunun dillendirdiği ortak bir görüştür. Nedenler değişmeden sorunların bir ya da iki Trump’ın iktidardan gitmesiyle değişeceğini ummak hiç gerçekçi ve bilimsel bir öngörü değildir. Tüm veriler ne yazık ki dünyanın savaş ve faşizmin cirit attığı daha karanlık bir döneme doğru yol aldığını göstermektedir …. Ama göstergelerden biri, ki o da halkın daha demokratik, eşitlikçi ve özgür bir toplum için dünyanın hemen tüm coğrafyalarında isyanlara ulaşan yığınsal itirazlarıdır, bu itirazların 2010’lu yıllardan itibaren giderek büyümekte ve olumlu anlamda değişmekte olduğunu gözlemlemekteyiz. Bu karanlık gidişattan kurtulmak için tek umut ve dikkatlerimizi ve gayretlerimizi yoğunlaştıracağımız tek sahici seçenek de budur.

Mahmut ÜSTÜN