Psikologlar, tedavi ettikleri hastalarıyla konuşurken onlara illaki çocukluklarını anlattırırlar. Çocukluk dönemi önemlidir, çünkü hayatla ilgili pek çok inanç tohumu o dönemde ekilir. Başta anne ve baba olmak üzere diğer aile fertlerinin, öğretmenlerin etkileriyle biçimlenir çocuğun temel yaşam bilinci. Üstelik, mantık da gütmez o bilinç; gördüğünü, duyduğunu kaydeder. Her ne yaşadıysa onu “dünya” olarak kabul eder. Sürekli azar işitip dayak yediyse “dünya zor, korkutucu ve güvensiz”dir, sevilip şefkat gördüyse “dünya kolay, mutlu ve güvenli”dir, haksızlığa uğradıysa “dünya adaletsiz”dir, sırtı sıvazlandıysa “dünya sevecen”dir… Liste uzar, gider ve hayatın senaryosunu bu inançlar belirler.
Her inanç bir anıyla oluşmuştur. “Anı” dediğimiz şey ise yaşamın hikayeleridir. Dolayısıyla, tüm inançlar aslında birer hikayeye bağlıdır. Bu durumda anılar, hikaye olarak kabul edildiğinde etkilerini yitirirler. Yani kişi, hayatına bir sinema filmine baktığı gibi bakabilirse artık anılarla özdeşleşmeyi de bırakabilir. Anılarla özdeşleşmeyi bıraktığında ise inançları değişmeye başlar, o vakte kadar bağlandığı, gerçek olarak kabul ettiği her inanç anlamını kaybeder. Bir psikoloğun yapması gereken de budur: Gerçeğin yalan olduğunu göstermek! Kişiyi o güne kadar kabul ettiği o yalandan özgürleştirmek!
Kendimizi, hayatımızı ve dünyamızı bu gözle değerlendirdiğimizde içimizde onlarca farklı kişilik barındırdığımızı fark ederiz. Her biri, bir anıya bağlanmış ve özgürleşmek isteyen kişiliklerdir bunlar ve iyi ya da kötü anı diye ayırt etmeksizin, istisnasız hepsi özgürleşmek istemektedir; çünkü, gerçek varlığımızla aramıza girmişlerdir, hikayeyle özdeşleşmiş ve gerçeği görmemizi engellemişlerdir. Onlar, ailenin ve toplumun yarattığı kavramlar içinde, zaman, mekan, koşul olgularıyla oluşmuş ve birer alt benlik haline gelmişlerdir. Biz, o alt benlikleri karakterimiz zannederiz. O alt benliklerin bağlı olduğu anıları ve hikayeleri de hayatımız sanırız. Oysaki değildir!
Bir karaktere yapışıp kalmanın ve onu yegâne kimliğimiz olarak görmenin bizleri ne denli kısıtladığının farkına bile varamadan yaşarız hayatı. Değişime direniriz, kendimiz sandığımız karakterimize dokunmanın bizi zayıf düşüreceğini sanırız ve karakterimizden ödün vermek yerine farkına bile varmadan mutluluğumuzdan ödün veririz.
Öyle insanlar vardır ki yıllar önce savundukları fikirleri hala savunuyor olmaktan gurur duyarlar adeta; zamana ve değişen koşullara rağmen aynı kalmayı tutarlılık diye nitelendirir, hiç değişmeyen karakterleriyle övünürler. Yaşama kesinlik yüklemenin, saplandıkları ve tek doğru olarak benimsedikleri düşünceler ve değer yargıları arasında sıkışmanın onları nasıl da katılaştırdığını, sınırladığını anlayamadan at gözlükleriyle dolaşıp ahkâm keserler. Toprağın derinliklerine kök salmış ağaçlar gibi hissederler kendilerini; güçlü ve sağlam bir görüntü verdiklerini düşünerek eski inançlarla, dogmalarla, edindikleri konserve bilgilerle ve kurallarla besledikleri o köklere sıkı sıkı tutunurlar. Oysaki ağaçlar değişimin en güzel örnekleridir; vakti geldiğinde çiçeklenir, yeşerir, meyvelenir ve sonra güzelim yapraklarını dökerek yeni bir döneme girerler. Kökleri, bu değişimi sürdürmeleri için besler onları; gelişmeleri, büyümeleri için… Ve hiçbir ağaç direnç göstermez değişimine; çiçek açmak için çırpınan, meyve vermek için strese giren, yapraklarını dökmemek için gayret sarf eden tek bir ağaç bile yoktur yeryüzünde. Doğanın döngüsünde değişim ana kuraldır çünkü…
İnsanoğlu masum doğar; dokunulmamış, saf bir halde… Yaptırımlar arttıkça masumiyet yok olur, zekâ zayıflar, duygular körelir… Ortaya, kendisine gösterilen modele uymaya çalışan ve başkalarının takdirini kazanmak için çabalayan bir insan çıkar. Yaratıcılıktan eser yoktur bu insanda; başkalarının sözleriyle konuşur, başkalarının eylemlerini taklit eder, başkalarının doğrularını izler… Birileri, bir seramik gibi biçimlendirmiştir karakterini; hamurunda kendinden başka herkesten bir parça vardır. İşin komiği o, bu karakterin kendi karakteri olduğu yanılgısı içindedir ve çevresi tarafından beğenilip onaylandığı için halinden de memnundur. Değişmesini gerektirecek hiçbir neden yoktur ortada.
Etrafa şöyle bir bakındığımızda farklı farklı karakterler gördüğümüzü sanırız. Evet, her biri kendine göre farklılıklar gösterir, dualite gereği iyi-kötü, ahlaklı-ahlaksız, sevimli-sevimsiz, bilgili-cahil diye nitelendirilir, ancak tümü ortak bir bilincin etkisindedir ve bu bilincin adı ego bilincidir. İnsanın yüzyıllardır hayatını sürdürmek için savaşmak zorunda kalması ve yalnızca güçlü olanların bunu başarabileceği inancı derin bir koşullanma yaratmıştır. Hayat, kazanmak veya kaybetmek üzerine kurulu bir mücadeleye dönüşmüş ve bu mücadele içinde yalnızca kendini düşünmek zorunda kalan insanoğlu, güçlü olmak adına egoist olmayı öğrenmiştir.
Ah, nasıl da büyük bir tiyatro oynanmaktadır aslında. İnsanlar arasında sergilenen tüm o sahte nezaket gösterileri, ucuz kibarlıklar, ilişkileri yürütmek adına söylenen yalanlar, gizli rekabetler, düşmanlıklar, kazık atmalar, çelme takmalar, üçkâğıtlar hep ama hep güçlenmek isteyen egonun davranış biçimleridir. Yapılan iyiliklerin bile ardında çoğu kez takdir toplama ihtiyacında olan, tatmine aç ego bilinci vardır. Ve oyun sürer gider; kazananlar iyice şişmiş egolarıyla sağda solda böbürlenirken, kaybedenler yara almış egolarıyla kendilerini değersiz hissederler.
İnsanoğlunun durumu budur. Kökleriyle yeryüzüne bağlanmıştır, ancak dalları gökyüzüne, kuşlara, en uzak yıldızlara ulaşmak ister. Vazgeçemediği bir mahkûmiyet ve derinlerde hissettiği bir özgürlük özlemi arasında kendi bölünmüşlüğünü yaşar. Kendisini zincire vuranları terk edemez, çünkü onlar onun egosunu, gururunu besleyenlerdir; özgürlük özlemini bastıramaz, çünkü düşlerinde onu görür, hayallerini onunla süsler. Özgürlük özlemi onun ruhunun çağrısıdır, kendisi sandığı karakterinin değil… Bu çağrı dışarıdan gelmez, yüreğinden ulaşır ona. Ve kimileri, sayıları az da olsa, kulak verirler bu çağrıya. Sahte kimliklerini, hikayelerini bırakacak, değişecek cesareti gösterirler. Egonun onlar için yarattığı sözümona güvenli alanları terk eder ve bilinmeyene doğru yürürler. Gerçek benliklerine ancak o bilinmezliğin içine dalarak kavuşacaklarını hissederler.
İşte o zaman bir köşede bekleyen el değmemiş tohumlar filizlenmeye başlar, kimlikler yok olur, film son bulur…
- İnsanlık Adına Utanıyorum - 25 Temmuz 2024
- Zihinsel Obezite - 20 Haziran 2024
- “Hayatımı Yazsam Roman Olur” - 25 Mayıs 2024