İnsanın Sınırlarını ve İnsan-İnsan Olmayan İkiliğini Yeniden Düşünmeye Dair

İnsan-hayvan, insan-insan olmayan, canlı-cansız, iç-dış, içerisi-dışarısı ve daha birçok yapay ikilik, bütün bir Batılı eril düşünüş geleneğinin yinelenen özelliğini oluşturan “ayrılık / ayrı oluş” fikrinden beslenir. Düşünüp tartışırken, araştırır, analiz eder ve kuramsallaştırırken işe koştuğumuz bölünmeler işlevsellikleri, getirdikleri kolaylık ve anlamaya yardımcı oluşları için elbette değerli. Dolayısıyla, “‘ayrılık, sadece ve sadece faydalı bir yanılsama.” İfade, bu haliyle Serge Kahili King’e ait (1983: 25) King, psikoloji doktorasının ardından yıllarca Afrika ve Havai şamanizmi üzerine çalışmış; Havai kültürü, bütüncül sağlık ve geleneksel bir Polinezya öğretisi olan Huna üzerine kitaplar yayınlamış. “Ayrılık faydalı bir yanılsamadır”, bu öğretinin yedi ana prensibinin anası ve çok eski zamanlardan bugüne geliyor. Öte yandan, King’e esin olan “ayrılık yanılsaması”, yaygın olarak, Vietnamlı Zen Budist Rahip, şair ve barış aktivisti Thích Nhất Hạnh’a atfediliyor: “Ayrılık yanılsamamızdan uyanmak için buradayız.”

2012 yılının sonlarında yayınlanan bir haber, anneyle çocuk arasındaki bağlara yeni bir boyut getiriyordu: Fetüsün hücreleri plasenta üzerinde seyahat edip annenin akciğer, tiroid bezi, kas, böbrek, cilt ve dahası beyin gibi birçok organına yerleşebiliyor. Yakın zamanlı bir çalışma kadın beyninde Y kromozomları bulmuştu ve bu, kadının eril bir fetüsü bedeninde taşırken, onun DNA’larını devraldığını gösteriyordu (Chan vd. 2012). Araştırmacılar bunu “fetüs kaynaklı mikrokimerizmin* bir işareti” olarak niteliyorlardı. Bu araştırmayı bahsettiğim haberde değerlendiren Martone (2012), aslında geçirgenliklerimize, ilişkiselliklerimize ve o büyük yanılsamamıza işaret eder:

“Kendimizi tekil, özerk bireyler olarak düşünmeye alışkınız ve bu yabancı hücreler bu fikrimizi çürütüp birçok insanın başka bireylerin kalıntılarını taşımakta olduğunu gösteriyor. … Her birimiz bedenlerimizi kendi biricik varlığımız olarak algılarız, dolayısıyla başka insanlardan hücreleri bedenlerimizde muhafaza ediyor olabileceğimiz fikri tuhaf gelebilir. Daha da tuhaf olan, eylem ve kararlarımızın kendi bireysel beyinlerimizin etkinliğinden kaynaklandığını kat’i olarak düşünmemize rağmen, başka bireylerden hücrelerin bu karmaşık yapı içinde yaşıyor ve işlev görüyor olmasıdır.”

Genetik olarak farklı bireylerin hücrelerinin karışması, nadir rastlanan bir vak’â bile değil: Anne rahminde bebekten anneye, rahimde ve emzirme sırasında anneden bebeğe hücre geçişi olduğu gibi, ikizler arasında da hücre değiş-tokuşu, hatta küçük kardeşin büyük kardeşin annenin bedeninde kalmış hücrelerini devralması da mümkün. Öte yandan kadınlardaki mikrokimerik hücreler sadece kendi hamileliklerinden kaynaklanmıyor: Kendi annelerinden de hücreler almış olabiliyorlar bu durumda. (a.y.)

Çok yakın zamanlarda Perspectives on Psychological Science (Psikoloji Bilimine Bakış Açıları) dergisinde genel psikoloji alanında çalışan iki bilim insanının oldukça çarpıcı bir makaleleri yayınlandı: Süper Organizmalar Olarak İnsanlar: Mikroplar, Virüsler, Baskılanmış Genler ve Diğer Bencil Varlıklar Davranışımızı Nasıl Biçimlendiriyor (Humans as Superorganisms: How Microbes, Viruses, Imprinted Genes, and Other Selfish Entities Shape Our Behavior) (Kramer & Bressan, 2015) Oldukça derli toplu ve alanın uzmanı olmayanlarca da rahatça anlaşılır bir dille yazılmış bu metin, başlığından anlaşılacağı üzere, derimizle diğer her şeyden ve herkesten ayrıldığını sandığımız bedenimizde yaşayan, başka insanlardan aldığımız hücrelerin anlattığı durumu,  yani mikrokimerizimi masaya yatırmakla kalmıyor. On binlerce yıldır büyük hayvanların (ve elbet insanın da) beynini kolonize eden beyin mikroplarından, insan bedeninde aşağı yukarı 100 milyarlık (kendi hücrelerimizden on kat daha fazla!) bir nüfusa sahip olan bağırsak mikroorganizmalarına kadar, her birimiz, ben olmayan ama tam da işte ben olan başka canlılarla derimizin altında bir arada yaşıyoruz. Kimi beyin mikropları, insan bedeninin bağışıklık sistemi karşısında kendilerine bir tür koruyucu kist oluştururken, bazı bağırsak bakterisi türleri kendilerini insan bedeni için öylesine önemli hale getirdiler ki onların çoğalmalarını destekliyor, prebiyotik ve probiyotik kapsüller yutuyoruz. Çift yumurta ikizlerinin hücre değiş-tokuşu, ikizler henüz kendi’ni diğeri’nden ayırmayı öğrenmeden çok önce yaşanıyor. Bu “misafirler”imizi ve psikolojimiz, davranışlarımız, sağlığımız üzerindeki etkilerini bir bir gözden geçiren Kramer ve Bressan, sonuçta, insan olarak kendimize ve sınırlarımıza dair anlayışımızı yerle yeksan ediyorlar:

“Her ne kadar aralarında farklar olsa da bütün bu varlıklar uzun-vadeli olarak bir yeri (insan bedeni), nihai bir amacı (yeni bedenlere soylarını yaymak), bir çalışma biçimini (sinir sistemimizi de içerecek biçimde bedensel sistemlerimizle etkileşimde bulunmak) ve psikolojimizle ilgili güçleri (beynimiz ve davranışımız üzerindeki etkileri) paylaşırlar. … Bizler organizmalar değil, süper-organizmalarız. … Kendimize ilişkin kavrayışımızı değiştirmenin ve bir insan bireyinin ne sadece insan ne de sadece bir birey olmadığını fark etmenin vaktidir.” (a.y.: 474) (vurgular bana ait)

Soluduğumuz havada polenler, deri ve böcek parçacıkları ve dahası gezegenimizin dışından gelmiş madde parçacıkları var. Başka gezegenlerle süpernova patlamalarından gezegenimize ve oradan içimize ulaşan mineraller bunlar. Dünyamıza her yıl yaklaşık 30 bin ton “uzay tozu” düşüyor ve bunların bir kısmı yeryüzündeki canlıların bedenine nefesle giriyor –elbet, biz insanların da. Derimizin, bedenimizi dışfiziksel dünyadan ayırdığını düşündüğümüz sınırımızın üstü de çok farklı değil, o da “biz”den başkaları için bir yaşam alanı: Onları göremesek de bedenimizin üstünde yaşayan yaratıklar var, muhtemeldir ki bütün bir ömrü, örneğin kirpiklerimizde başlayıp biten maytlar da dâhil olmak üzere… Göbek deliğimizde binden fazla bakteri türünün barınıyor olabileceği tahmin ediliyor. Derimizin üzerinde 32 milyon kadar bakteri yaşıyor; ayak kokumuza sebep olan bakteriler gibi bazıları bizi zora soksa da bunların bir kısmı sağlığımız için yararlı bakteriler. Özetle, “iç”imizde, “sınır”ımızda ve “dış”ımızda yaşayan canlı sayısı, kendi hücrelerimizden de yeryüzündeki insan nüfusundan da kat ve kat fazla. (Schwartzberg, 2013) Çok açık ki, insan varoluşu -gayet fiziksel / maddi anlamıyla- insan bedeninin dışına taştığı gibi dışarıdan da insan bedenine, düşüncesine, davranışına akıyor: Varoluş, bir yandan bedenimizdeki bütün hücrelere yayılırken, bir yandan da bedenimizin dışına uzanıyor, dahası cansız dediğimiz nesnelerin canlı bileşenlerine, yani atomlara ve atom-altına gizleniyor.

Aydınlanmacılığın icadı olan eril ussallık iddiası, aradan geçen iki yüzyıllık süreye rağmen hâlâ üstesinden tam olarak gelinebilmiş bir ideoloji değil. Bu iddia pozitivizm üzerinden sosyal bilimlere de bir deli gömleği gibi giydirildi ve hâlâ onsuz çıplak hissediyoruz kendimizi. Hiç değilse 1960’lardan bu yana; aklını ve düşünüşünü bedeninden, duygularından, değerlerinden, geçmişinden, sosyal konumu ve bağlarından vb. ayırabilen, kendisinin ve düşüncelerinin özerk, herhangi bir bağlamla alâkasız ve nesnel olduğuna inanan bir “bilen”in mevcut olabileceği ve olduğu inancına dayanan bu ideolojiye karşı, farklı meşreplerden teorisyenler ve düşünürler tarafından çokça savaşıldı, epey de yol kat edildi. Yine de daha ziyade yapılan, farklı insanların farklı geçmişlerine, farklı oluşlarına dikkat çekmekti. Bir bilen iddiası, üstü örtük olarak ve sinsice,  ayrıcalıklı beyaz erkeğin deneyimine yaslanıyor, üstüne üstlük bir de bu deneyimin sonuçlarını nesnelleştiriyor ve evrenselleştiriyordu. Böylece diyelim işçiler, diyelim kadınlar, siyahiler… ve giderek siyahi kadınlar, siyahi lezbiyen kadınlar… bu evrensellikten, evrenselliğin vaz ettiği bilgiden yapısal olarak dışlanıyorlardı. Bütün bu eleştiriler; bedenler, bu bedenlerin sosyal anlamları, insanların toplumsal konumları ve ilişkilerindeki, tarihlerindeki asimetrilere dikkat çekmek suretiyle geliştirildi. Ama insanın tarihini insandan ve insanın doğayla (doğa-dışıymışız gibi!) ve insanla mücadelesinden ibaret, insan bedenini de -bedenlerin sosyal konumlanışları ziyadesiyle eşitsizlik arz etse de- münhasır, mütekâmil ve kerameti kendinden menkul gördüğümüz ufku pek de genişletemedik. İçimizdeki ve derimizin üstü gibi çok yakın / yapışık çevremizdeki bizden ayrı varlıklardan haberdar olmak, uzayın derinliklerinin bir nefes kadar bize yakın olduğunu öğrenmek, bana kalırsa tam da bu “ilişkisiz, hâkim, farkında, tamam ve bütün insan” fikrini sarsacak olandır.

Son olarak, uzay, hiç şüphesiz bize sadece yerküreye ulaşan tozları vesilesiyle temas etmiyor: Dünya atmosferinin ötesi, ekzosferin, yani buradan 10 bin km.’nin ötesine dair, 20. Yüzyıl ortalarından itibaren giderek artan bilgilerimizin de insan / tür-merkezciliğimizi epey sarsıntıya sokmuş olması gerekirdi. ABD’yle SSCB arasındaki Soğuk Savaş yılları rekabeti, 1957 yılında, önce Sputnik 1’in (SSCB), bundan dört ay sonra da Explorer-1’in (ABD) uzaya fırlatılmasıyla başladığı söylenen “Uzay Çağı”yla, bütün bu evrendeki yerimize dair yeni soruları da beraberinde getirdi. İnsan yapımı uydular bundan böyle hem uzaktaki galaksilerle tanışmamızı sağlayacak hem de dünyaya dışarıdan ve yukarıdan bakışı olanaklı kılacaktı; dünyayla yeniden ve bir başka açıdan tanışmak, hava durumunun tespiti, iletişim, navigasyon, uzaktan algılama gibi takip eden teknolojiler zamanla kültürümüze, gündelik hayatımıza ve zihinsel süreçlerimize nüfuz etti. “Mavi ve yalnız gezegenimiz”i dışarıdan görebildiğimizde yıl 1959’du.

Kimileri dünya dışı uzaya açılmayı mümkün kılan bu atılımları, amfibyumların okyanuslardan toprağa çıkışlarıyla karşılaştırılabilecek önemde bir tarihsel sıçrama olarak nitelerken, kimileri de aradan geçen on yıllara rağmen insan kültüründe pek de belirleyici olmadığını, dolayısıyla büyük önem atıflarını hak etmediğini öne sürer.[1]Dünya ötesi uzaya gönderilen ilk füze olan Sputnik’in 50. Yıldönümünde NASA Tarih Bölümü, aradan geçen süre zarfındaki gelişmeleri değerlendirmeyi amaçlayan bir konferans düzenlemeye karar verir (Dick, 2008). Amaçları, bu gelişmelerin teknik ayrıntılarından ziyade, daha geniş bir spektrumdaki anlamlarını tartışmaktır, ama biraz hayal kırıklığına uğrarlar, zira dar bir alandaki uzmanlardan öte bu meselelerle ilgilenen pek de kimse yok gibidir. Aynı zamanda resmi NASA tarihçisi olan ve Tarih Bölümü’nün de başında olan Dick, bahsi geçen konferans sunumlarını derlediği kitabın Giriş’inde, Uzay Çağı büyük patlamadan bu yana geçen yaklaşık 13,5 milyar yılı hesaba katacak “Büyük Tarih”i mümkün kılmış olmakla beraber, tarihçilerin Dünya Tarihi anlayışlarını bu perspektiften gözden geçirmemiş olduklarına işaret edip bunun sadece birkaç istisnasından bahseder.[2] Kısa bir tarama sonucunda, aradan geçen sekiz yılda (2008-15) daha fazla tarihçinin, tarih kavrayışını, insanın ortaya çıkışı bir yana, dünyanın oluşumunun da öncesine taşıdığını gördüm.[3] Dahası, birçok üniversitede ve eğitim kurumunda Büyük Tarih temalı dersler açılmış.[4] Alana ilginin, tarih perspektifinin de ötesine geçip ziyadesiyle disiplinler-arası / disiplinler-ötesi bir nitelik kazandığını fark ettim. Bu perspektiften çalışmalara yoğunlaşan Enstitüler oluşturulmuş[5] ve 2010 yılında, “evrenin, dünyanın, hayatın ve insanlığın bütünleşik tarihini anlama” arayışını kendine görev olarak tanımlayan bir Uluslararası Büyük Tarih Birliği (IBHA) kurulmuş[6].

Bütün bu çalışmalarla bize hatırlatılan o ki, özerk ve münhasır bir kendilikten ibaret olmadığımız gibi, milyar yıllarla ifade edilen bir tarihin de sadece bir parçasıyız: Küçük, çok küçük bir parçası…

 


Chaisson, Eric J.(2002) Cosmic Evolution:  The Rise of Complexity in Nature, Harvard University Press.

Chan, W.F. ve d. (2012) Male Microchimerism in the Human Female Brain, PLoS One7(9):e45592, http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/23049819, son erişim tarihi 27 Temmuz 2018.

Christian, David & William H. McNeill (2004) ‘Maps of Time’: An Introduction to ‘Big History’, Berkeley, CA: University of California Press.

Christian, David, Cynthia Brown & Craig. G. Benjamin (2013) Between Nothing and Everything: Big History, New York: McGraw-Hill.

Dick, Steven J. (ed.) (2008) Remembering the Space Age, Washington, DC: NASA Office of External Relations History Division.

Hughes-Warrington, Marnie (2002) Big History, Historically Speaking, Vol 4(2) pp. 16-20.

King, Serge Kahili (1983) Kahuna Healing: Holistic Health and Healing Practices of Polynesia,Illinois: Quest Books.

Kramer, Peter & Paula Bressan (2015) Humans as Superorganisms: How Microbes, Viruses, Imprinted Genes, and Other Selfish Entities Shape Our Behavior, Perspectives on Psychological Science, Vol. 10(4): pp. 464–481.

MacGregor, Robert A. (2008) Imagining an Aerospace Agency in the Atomic Age, Remembering the Space Age, ed. Steven J. Dick, Washington, DC: NASA Office of External Relations History Division, pp. 55-70.

Martone, Robert (2012) Scientists Discover Children’s Cells Living in Mothers’ Brains, http://www.scientificamerican.com/article/scientists-discover-childrens-cells-living-in-mothers-brain/, son erişim tarihi 27 Temmuz 2018.

McDougall, Walter A. (1982) Technocracy and Statecraft in the Space Age: Toward the History of A Saltation, American Historical Review 87: 1025.

———- (1997) The Heavens and the Earth: A Political History of the Space Age, Johns Hopkins University Press.

———- (2000) Was Sputnik Really a Saltation? Reconsidering Sputnik: Forty Years Since the Soviet Satellite, ed. Roger D. Launius, John M. Logsdon & Robert W. Smith, Harwood Academic Publishers: pp. xv-xx.

———- (2008) A Melancholic Space Age Anniversary, Remembering the Space Age, ed. Steven J. Dick, Washington, DC: NASA Office of External Relations History Division, pp.389-396.

McNeill, J. R. & William H. McNeill (2003) The Human Web: A Bird’s-eye View of Human History, New York: W.W. Norton.

Schwartzberg, Louis (2013) Mysteries of the Unseen World – Documentary, USA.

Snooks, Graeme (2005) Big History or Big Theory? Uncovering the Laws of Life, Social Evolution & History, Vol. 4 No. 1, pp. 160–188.

Spier, Fred (1996) The Structure of Big History: From the Big Bang Until Today, Amsterdam: Amsterdam University Press.

———- (2005) How Big History Works: Energy Flows and the Rise and Demise of Complexity, Social Evolution & History, Vol. 4 (1).

Stokes Brown, Cynthia (2012 [2007]) Big History: From the Big Bang to the Present, The New Press.

Usluoğulları, Betül ve d. (2013) Her Yönüyle Mikrokimerizm, Türkiye Klinikleri Jinekoloji Obstetrik 23(2): s. 92-98.

 “Mikrokimerizm, bireyin kendisine ait olmayan, başka bir bireyden kaynaklanan yabancı hücrelerin veya DNA parçalarının bireyin dokularında veya dolaşımındaki varlığıdır. Mikrokimerizmin en sık nedeni gebelik olmakla birlikte kan transfüzyonu ve organ transplantasyonu da nedenler arasında yer almaktadır. Fetal DNA veya hücrenin maternal dolaşımda varlığı feto-maternal mikrokimerizm olarak tanımlanır.” (Usluoğulları vd. 2013) “Kimerizm / Kimerik” terimi, farklı hayvanlardan organlara sahip mitolojik yaratık Kimera’dan (Chimera) geliyor; genetik ve mikrobiyoloji, botanik, paleontoloji gibi birçok disiplinde yaygın kullanımı var.

[1] Tartışmalarla ilgili olarak bkz. örn. MacGregor, 2008; McDougall, 1982, 1997, 2000 ve 2008.

[2] Dick, 2008: s.x’dan aktarılan: Christian & MacNeill, 2004; Hughes-Warrington, 2002; McNeill & McNeill, 2003 ve  Spier, 1996. Dick’in istisna olarak kaydettiği bu çalışmaların yanı sıra, bkz. Chaisson, 2002; Spier, 2005; Snooks, 2005 ve Stokes Brown, 2007.

[3] Örn. : Craig. G. Benjamin (Christian & Brown’la, 2013).

[4] Amsterdam Üniversitesi, Eindhoven Teknoloji Üniversitesi (Hollanda) Kaliforniya Dominiken Üniversitesi, San Diego Devlet Üniversitesi, Harvard ve Michigan Üniversiteleri, Tucson-Arizona Ay ve Gezegen Laboratuarı bunlardan sadece bazıları.

[5] Örn. Avustralya Macquarie Üniversitesi. https://mq.edu.au/research/centres_and_groups/big_history_institute/ ve http://bighistoryinstitute.org/, son erişim tarihi 27 Temmuz 2018. Enstitü’nün sayfasında alanla ilgili zengin bir malzeme de mevcut.

[6] http://www.ibhanet.org/, son erişim tarihi 27 Temmuz 2018.