Kore Savaşı, TBM’deki tartışmlar ve Barışseverler Cemiyeti Üyeleri[1]

“Esirgesin Allah dertten belada
Askerlerin gözü gönlü sılada
Bir zaman çarpıştık Çanakkale’de
Nice kara günler görenlerdeniz”

Geycekli Âşık Hasan, (Kore Şehitleri Destanı)

25 Haziran 1950’de Kuzey Kore askerlerinin Güney Kore topraklarına girmesiyle başlayan savaş, Soğuk Savaş döneminin farklı kutuplarını karşı karşıya getiren ilk sıcak temas olarak tarihe geçecekti. Demokrat Parti hükümeti de, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin Kore’de komünist tecavüzüne (!) karşı mücadele kararını destekleyerek komünizm tehdidine karşı aktif destek vereceğini, Kore’ye asker göndereceğini deklare etti.

DP’nin Kore’ye asker gönderme kararı, bırakın TBMM’den çıkartılan bir yasaya dayanmayı, bir Bakanlar Kurulu Kararına bile dayanmıyordu; nitekim bu konuda Resmî Gazete’de yayınlanmış bir Bakanlar Kurulu Kararı bile mevcut değildi. Alınan karar, sadece Başbakan’ın siyasî açıklamaları, Bakanlar Kurulunun irade beyanı mahiyetini taşıyordu: 25 Haziran 1950’de çıkan savaşın akabinde Birlemiş Milletler Güvenlik Konseyi, Kore’deki “komünist tecavüzü”ne karşı üye ülkelerden yardım isteyince, Demokrat Parti, BM’nin bu çağrısına 30 Haziran’da olumlu yanıt verecek ve 25 Temmuz’da Kore’ye asker göndereceğini deklare edecektir.

Uluslararası alanda komünizme karşı verilecek mücadelede, parlamentodaki muhalefet partileri CHP ve Millet Partisi (MP) DP’nin yanında yer almakta gecikmezler. Ancak iş, Kore’ye asker gönderilmesi noktasına kadar gelince, parlamento içinden çatlak sesler yükselmeye başlar. Muhalefetin eleştirisi askerin gönderilip gönderilmemesi noktasında değildir;  tartışmalar bu kararı kimin vereceği noktasında kilitlenir. Bir başka ifade ile TBMM’de tartışılan konu, kararın kendisi, olası sonuçları vb. değil; sadece alınış şeklidir. CHP ve MP’nin itirazı şu şekilde özetlenebilir: DP’nin aldığı bu karar, bir savaş ilânıdır ve dolayısıyla Meclis’in (yani CHP ve MP’nin de) onayından geçmesi gerekmektedir. Oysa DP, savaş kararını verirken kendilerini yok saymıştır ve bu durum, Anayasa’ya aykırıdır. Muhalefetin bu eleştirisine DP’nin cevabıysa, ortada bir savaş ilânının olmadığı; sadece, üye bir ülke olarak BM kararlarının bağlayıcılığına uyulduğu yönündedir. O yüzden DP’lilere göre, hukuken, Kore’ye asker gönderme konusunda bir Meclis kararı çıkarma gereği yoktur. Muhalefetin, Kore’ye asker gönderilmesiyle ilgili Meclis’teki tartışmalarda göze çarpan bir diğer eleştirisiyse, BM çağrısının teknik açıdan, “bağlayıcı” değil; “tavsiye” niteliğinde bir karar olduğu iddiâsıdır. Bir kısım milletvekilinin (örneğin, MP lideri Osman Bölükbaşı’nın) iddiâsına göre, Kore’ye asker gönderilmesi konusunda, uluslararası anlaşmalar açısından bir “zorunluluk durumu” doğmamıştır.

Özetle, Kore’ye asker gönderilmesi kararında CHP ve MP’nin sorguladıkları iki konu, kararın alınış şekli ve bu çatışmaya asker gönderilmesinin uluslararası anlaşmalar açısından gerçekten zorunlu olup olmadığı meseleleridir. Bu iki eleştiri içinde asıl vurguysa, kararın alınış şekline yapılmış, yani gündem daha ziyade, bir Meclis kararının gerekli olup olmadığı tartışmasına kilitlenmiştir. Parlamento içinde, bu şekilde, en azından usulü ve zorunlulukları konu edinen itirazlar işitilmiştir ama parlamento dışında, bu bile yaşanmamıştır. Döneme ait tüm kaynaklar (anılar, gazete yazıları vb.) aynı tespiti yapmaktadır: DP’nin almış olduğu karar, ülke içinde büyük bir heyecan yaratmış ve hükümet, coşkuyla desteklenmiştir.

Bugünden bakılınca, asker gönderme kararının alındığı ilk günlerde değilse bile, bölgeden sürekli gelecek ölüm haberleriyle birlikte hükümetin yavaş yavaş köşeye sıkışacağı görülecektir. Kore Savaşı’nda Türkiye’nin zayiatı çok yüksektir (721 ölü, 2.000’den fazla yaralı, 234 esir ve 175 kayıp). Ancak süreç tam tersi yönde işlemiş; yani Kore’de verilen zayiat arttıkça, DP’nin ülke içindeki prestiji de artmıştır. Zira toplumdaki hâkim görüş, tüm dünyaya, Türklerin ne kadar kahraman ve cesur bir millet olduğunun kanıtlandığı yönündedir. Türklerin, örneğin, üç kurşun yemeden doktora gitmeye gerek bile görmediği vb. hikâyeler dilden dile aktarılmakta ve bu tür söylemlerle insanların gururları okşanmaktadır.

Ahmet Emin Yalman’ın anılarında belirttiği gibi, Başbakan, Kore’deki savaşa verilecek bir desteğin NATO’ya kabulde bir köprü vazifesi göreceği kanaatini taşıyordu. Nitekim 6 Ağustos’ta basına açıklamalarda bulunan Menderes, NATO’ya girmenin Kore’de barışın korunmasına bağlı olduğunu ifade edecektir. DP’nin, NATO’ya kabul ile Kore’ye destek arasında kurduğu ilişki o derece ayan beyandı ki, 25 Temmuz’da Kore’ye destek iradesinin hükümetçe beyanından bir hafta sonra Türkiye, 1 Ağustos’ta, Mayıs 1950 tarihinde NATO’ya kabulü için yaptığı başvuruyu tekrarladı ve ikinci defa resmî başvuruda bulundu.

Görünüşte, yukarıda da özetlemeye çalıştığım gibi, başta CHP olmak üzere, dönemin tüm muhalefet partileri de Menderes’in bu kararına karşıydılar. Hattâ MP’nin Meclis’teki tek milletvekili Osman Bölükbaşı ve Mardin Bağımsız Milletvekili Kemal Türkoğlu, Menderes’in Kore’ye asker gönderilmesi kararıyla ilgili olarak TBMM’ye gensoru bile verdiler; ancak verilen gensoru, TBMM’nin 11 Aralık günü gerçekleştirilen oturumunda reddedildi.

İki milletvekili tarafından verilen gensorunun TBMM’ye sunulan önergesinde, Hükümet tarafından alınan kararın gayri meşru olduğu, kararın Meclis’e getirilmemesinin hukuk devleti ilkeleri ile bağdaşmadığı, Kore’ye asker gönderilmesi ile ilgili kamuoyundaki belirsizlik ve endişenin konunun Meclis’te tartışılması ile giderilebileceği ve yurt dışına asker gönderilmesi kararının sadece TBMM tarafından alınabileceği ifade edildi.

Önerge ile ilgili olarak söz alan Başbakan Menderes, özetle, Kore’ye asker göndermenin bir savaş ilanı hâli olarak değerlendirilemeyeceğinden bir TBMM kararı gerektirmediğinin, bunun bir uluslararası “…tedip ve tecziye” hareketi olduğunun altını çizerek gensoru talebini eleştirdi.

Söz alan Bölükbaşı ise konuşmasına, Kore’de savaşan askerlerin manevî huzurunda saygıyla eğilerek başladı ve her konunun TBMM’de tartışılmasının zaruretinden bahsetti. 30 Haziran tarihinde BM Genel Sekreteri tarafından çekilen ve o tarihte toplanan Meclis oturumunda da okunarak tartışılan telgraf metnine gönderme yapan Bölükbaşı, Genel Sekreter’in telgrafında asker gönderilmesi tavsiyesinde bulunduğunu, bu tavsiyenin BM üyesi Türkiye için hukukî bir bağlayıcılık taşıyamayacağını ve bu nedenle Kore’ye uluslararası antlaşmalar zaruretiyle asker gönderilmesi gerektiği düşüncesinin geçersiz olduğunu vurguladı.

CHP adına söz alan Trabzon Milletvekili Faik Ahmet Barutçu’nun eleştirileri de benzer noktalara ilişkindi: Barutçu’ya göre de BM’nin aldığı karar bağlayıcı değil tavsiye niteliğindedir. Üstelik açıktan bir harp ilanı olmasa da ortada bir harp vardır. Barutçu’ya göre, harbin ilan edilmesi dönemi eski devirlerde kalmıştır. Artık ilan-ı harp yoktur; ilansız harp vardır. Kore’de de bir ilansız harp yaşanmaktadır ve ne olursa olsun harp kararının alınması TBMM’ye aittir.

Gerek 11 Aralık tarihinde Meclis’e verilen gensoru metnine, gerekse de gensoru açılmasına ilişkin müspet ya da menfi görüşler dile getiren milletvekillerinin ifadelerine bakıldığında, Meclis’teki tartışmaların oldukça teknik ve hukukî mülahazalarla sınırlı kaldıkları görülebilir. Açıkçası, dönemin TBMM’si, muhalefeti ve iktidarı ile Kore’ye asker gönderilmesi kararına ilke düzeyinde karşı değillerdir. Meclis’teki tartışma, bunun usulü ve zarureti noktasında kilitlenir. Aslında, tam da bu nedenledir ki, Kore’ye asker gönderilmesine görünüşte çeşitli itirazlar dile gerilmesine karşın, bu konudaki tek ilkesel itirazın Türkiye Barışseverler Cemiyeti’nden geldiğini belirtmek gerekiyor. Nitekim muhalefetin itirazı usule; TBC’nin itirazı ise esasa mütealliktir. Bir başka ifade ile TBC, doğrudan doğruya Kore’ye asker gönderilmesine itiraz ediyordu: Ne BM’nin tavsiye kararı almasının, ne ilan-ı harp, ilansız harp tartışmalarının ne de bu konuda tek yetkilinin TBMM olduğu tartışmalarının kıymet-i harbiyesi yoktu onlar için. İşte tam da bu nedenledir ki asker gönderilmesine ilişkin tek gerçek itirazın TBC’den geldiğini söylemek yanlış değildir.

Tartışmalar süredursun, 4500 asker Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasında Kore’ye gönderilmiş; savaşın ilerleyen dönemlerinde bu sayı 5.460’a kadar çıkmış; Türkiye bu savaşa 721 ölü, 2.000’den fazla yaralı, 163 kayıp, 244 de esir vermiştir.

Sonuçta, Kore Savaşı ile ilgili olarak Menderes’in öngörüsü gerçek çıkacaktır. Gerçi, savaşın başlarında 1 Ağustos 1950 tarihinde NATO’ya yapılan ikinci başvuru da 16 Eylül’de reddedilecektir; ancak, bir yıl sonra, 19 Eylül 1951’de Kuzey Atlantik Paktı Konseyi Yunanistan ve Türkiye’yi NATO’ya katılmaya davet edecektir. Süreç 18 Şubat 1952’de tamamlanacak ve Türkiye NATO’ya üye olacaktır. Aynı gün toplanan TBMM oturumunda Dış ilişkiler Komisyonu Başkanı Firuz Kesim, NATO’ya üye oluşu şu sözlerle tanımlıyordu: “Atlantik Paktına girmekle en doğru yolu seçtiğimizden hiç şüphemiz yoktur. Bu suretle medeniyet ve ilerleme yolunda örnekler vermiş on dört güzide millet, hür dünyayı, insan haklarını ve medeniyetin müşterek varlığını her türlü tecavüz teşebbüslerine karşı müdafaa, azminde birleşmiş bulunuyorlar.”

Aynı Meclis toplantısında, “…insan haklarını ve medeniyetin müşterek varlığını her türlü tecavüz teşebbüslerine karşı müdafaa” için ölen -daha doğrusu ilerleyen Çin kuvvetleri karşısında geri çekilmekte olan ABD’li askerlere zaman kazandırarak onların can güvenliğini sağlamak için ölmelerine göz yumulan- askerler de unutulmaz. Meclis Başkanı Refik Koraltan “İnsanlığın ve Türk milletinin aziz varlığını ve sulhu korumak için Kore’de mübarek kanlarını seve seve akıtan ve büyük fedakârlıklar gösteren kahramanların ve bu uğurda ölenlerin ve aziz şehitlerimizin hâtıralarını tebcil için” milletvekillerini iki dakikalık saygı duruşuna davet eder.

Meclis oturumlarında ya da gazetelerde Kore Savaşı’nın Türkiye siyasî hayatındaki önemini, bu savaşın NATO’ya girişte, NATO’ya girişin siyasî hayattaki başarılardan biri olduğunu dile getiren düşüncelerden bazılarına yukarıda yer verildi. Okumuş, yazmış; devletin belirli kademelerinde yer edinmiş; hukuk siyaset, uluslararası ilişkilere vakıf bu ekâbir, TBMM’deki konuşmalarında Kore Savaşı’nı “kahramanlık”, “komünizmle mücadele”, “Türk askerînin azim ve kararlılığı” ve “medeniyeti korumak” gibi hamâsî kavramlarla ele alıyor; hükümet kararlarını eleştiren muhalefet bile eleştirilerini sıralamadan önce Kore’deki askerlerin manevî huzurunda eğilmeyi ihmâl etmiyordu.

DP’nin Kore’ye asker gönderme kararına, usul ya da zaruret açısından değil; esastan karşı çıkan veya en azından kamuoyunda ses getirecek derecede etki yaratabilen tek oluşumun, Türkiye Barışseverler Cemiyeti olduğu belirtilmişti. Türkiye Komünist Partisi’yle organik bir bağı olmayıp, ancak bu parti çevresinin kurup desteklediği TBC’nin başında, ileride Türkiye İşi Partisi’nin lider kadrosunda da yer alacak Behice Boran vardır. TBC üyeleri, 28 Temmuz’da, yani asker gönderme kararının alınmasından üç gün sonra, İstanbul’un muhtelif bölgelerinde dağıttıkları bildirilerle DP’nin almış olduğu kararı protesto etmişlerdir. Hükümetse, hemen ertesi gün bu girişimi ezmeye yönelmiştir. Dernek üyeleri, “…hükümetin aldığı kararı tenkit etmek, millî mukavemeti kırıcı ve askeri isyana teşvik edici beyannâme neşretmek” suçlarından tutuklanıp, 3 yıl 9 aya mahkûm edilmişlerdir. Temyizde ise ceza, 15 aya indirilmiştir (Behice Boran tahliye olduktan çok kısa bir süre sonra -25 Eylül 1953’te de- TKP üyeliğinden tutuklanacaktır).

TBC’nin, asker gönderme kararına hangi noktalarda itiraz ettiği, dağıtılan bildirilerde şu şekilde ifade edilmiştir: : “Adnan Menderes Hükümeti, Kore’de harp etsin diye 4500 Türk çocuğunu General Mac Arthur’un emrine veriyor. Adnan Menderes Hükümetinin bu kararı Türk milletine nasıl gösterilirse gösterilsin Amerikan menfaatleri uğruna savaşa katılmamız demektir.” Bu bildiride ayrıca tarihsel bir öngörüde de bulunulmuştur. TBC’ye göre, eğer ABD’ye yardım edilirse, yarın bir gün Türkiye de benzer bir talepte bulunduğunda, ABD’nin Türkiye’nin yardımına koşacağı düşüncesi kesinlikle temelsizdir; çünkü böyle bir durumda ABD, kendi çıkarı neyi gerektiriyorsa, o yönde bir tutum alacaktır. Yıllar sonra Behice Boran, Kıbrıs meselesinde ABD’nin Türkiye’ye karşı takındığı tutuma, Johnson’ın İnönü’ye gönderdiği mektuba ve ABD’nin Kıbrıs meselesinde Türkiye’yi yalnız bırakması üzerine Kore gazilerinin protesto amaçlı olarak madalyalarını ABD’ye iade edişlerine dikkat çekerek, 1950’deki öngörülerinin 14 yıl sonra doğrulandığını ifade edecektir. Boran, Türkiye ve Sosyalizm Sorunları isimli eserinde, TBC’nin bildirisindeki bu öngörüyü hatırlatarak şöyle devam etmektedir: “Ama doğruyu söylemek ve Türkiye’nin millî çıkarlarını savunmak, … [bu şekilde düşünenleri] askerî mahkemede yargılanmaktan ve çeşitli hapis cezalarına mahkûm edilmekten kurtaramadı.”

*

DP’nin NATO’ya üyelik başvurusu 16 Eylül tarihinde reddedilmiş, ama Hükümet’in bu konudaki yoğun çabaları devam etmiştir. Nihayet büyük uğraşlardan sonra DP muradına ermiş ve NATO’dan beklediği daveti alabilmiştir. 22 Ekim 1951’de imzalan üyelik antlaşması, 18 Şubat 1952’de de TBMM tarafından onaylanmıştır. Ayrıca DP, tam da bu dönemde, ülke içindeki komünistleri tutuklamaya başlamıştır. Tarihe, 1951 Tevkîfâtı adıyla geçen ve TKP çevresini hedef alan bu tutuklama dalgaları neticesinde, ülkedeki sol çevre uzun bir süreliğine etkisizleştirilmiştir. Böylelikle DP, uluslararası sahadaki antikomünist duruşunu, ülke içindeki icraatıyla da pekiştirmiştir. Dolayısıyla Kore Savaşı’na müdâhil olunması, NATO’ya üyelik ve 1951 Tevkîfâtı gibi gelişmeler, birbirlerini tamamlayan bir bütünlük arz etmektedir.

Yukarıda da ifade edildiği gibi, NATO’ya üyelik girişiminde DP, aslında, CHP’nin başlattığı süreci tamamlamıştır. Zaten Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde Türkiye’nin ABD’den alacağı askerî ve malî yardımlarla ilgili anlaşmaları da CHP iktidarı imzalamıştı. Ülkenin DP yönetiminde NATO’ya girişinden sadece birkaç yıl önce, Türkiye’nin, “ABD’nin müttefikten öte müttefiki” olduğunu açıkça ifade eden de, dönemin CHP’li Başbakan’ı Hasan Saka’ydı.

CHP, muhalefet yıllarında, iktidarda olduğu dönemdeki tutumuyla tutarlı bir davranış sergilemiş ve NATO’ya üyelik konusunun TBMM’de tartışılması sırasında Hükümet’i şiddetle desteklemiştir. Parlamento içindeki diğer muhalefet partisi MP de, DP ve CHP ile aynı görüşte olunca, konuyla ilgili Meclis’ oturumu, yine bir millî birlik ve beraberlik gösterisine dönüşmüştür. NATO’ya üyelik oylamasında olumlu yönde oy kullanmayan tek bir milletvekili olmuştur; DP Seyhan Milletvekili Dr. Cezmi Türk oturumda münkesif (çekimser) oy kullanmıştır. Bu sürece antiemperyalizm bağlamında karşı çıkan bir avuç sol muhalifse, önce TBC, sonra da TKP tevkîfâtı sayesinde büyük oranda tasfiye edildiğinden, bu kesimlerin NATO’ya üyelik sürecinde DP’ye kamusal alanda muhalefet edebilme şansları olmamıştır. Böylelikle DP’nin, dış politikada Türkiye’yi ABD destekçisi ve bağımlısı bir ülke konumuna getirme süreci, geriye kalan CHP ve MP gibi partilerin muhalefetinde, DP adına tamamen dikensiz bir gül bahçesine dönüşmüştür.


[1] Bu yazıyı yazarken, editörlüğünü yaptığım Türkiye’nin 1950’li Yılları (İletişim, 2015) başlıklı kitabımızdaki “Türkiye’nin Ellili Yılları Üzerine Bazı Notlar” makalemden ve yine aynı kitapta yer alan Anıl Varel’e ait, “Ellili Yıllarda Muhalefet, Hükümete Yönelik Eleştiriler ve DP Karşısında CHP’nin İdeolojik Konumlanışı” başlıklı makalelerden yararlandım.

Mete Kaan KAYNAR