Cesaret

Paul Tillich, zihnimizi durmadan korkular üreten bir fabrikanın çalışmasına benzetir. Aslında çok haksız sayılmaz çünkü o kadar çok korkularımız var ki. Ya da sebebini bir türlü anlamadığımız, anlamlandıramadığımız endişelerimiz.

Bir anlamda zihnimiz bizi felce uğratmak için her şeyi yapar. Mesela sürekli kurduğu ve tekrar ettiği kurgularla bedeni ve beyni felce uğratır. Böylece zaten birbirine bağımlı üç parçamız zihin, beyin ve beden üçgeninde bir aşağı bir yukarı gider, bu üç celladı yine bunların kendileri için kurduğu savunma mekanizmaları ile memnun etmeye çalışırız.

Sizce niye bu kadar zavallıyız?

Madem bizim kadim bir doğamız var ve o doğanın içinde de olanak olarak varsaydığımız cesaret, adalet, ölçülü olma, sadakat, sevgi, üretme var. Bu özelliklerimize niye gözümüzü kapatıyoruz. Yani olanak olarak sahip olduğumuz bu değerlere
niye sırt çeviriyoruz.

Eminim bu satırları okuyan üç dostumun kulakları çınlıyordur şimdi. Niye diye soracak olursanız geçenlerde bir sohbette uzun uzun bunları konuştuk, her ne kadar bir sonuca varmasak da Sokrat amcanın izlerinin kaldığı bu kadim topraklarda onu yeniden andık. Çünkü iş gelip Sokrat amcanın ortaya koyduğu erdemlere dayanıyor ve tabi ki onun ölüme giderken gösterdiği
iradeye. Yani cesaret erdemine. Çünkü kişi kendi var olma cesaretini onaylıyorsa ve bunu da herhangi bir Tanrı telakisine, mistik ve animistik bir anlayışa sığınmadan yapıyorsa erdemler tam da bu noktada bir kişinin özelliklerine  dönüşür.

Değer, “insan ve değerleri” konusu açıldığında kendisini her zaman saygı ve minnetle andığım sevgili İoanna Kuçuradi hocam derslerinde öncelikle değeri sadece iktisadın bir kavramı olarak düşünmemiz gerektiğini söylerdi.

Çünkü değerleri insan, toplum ve kişi değerleri olarak görmemizin daha uygun olduğunu ifade ederdi. Onun için de değerlerin aynı zamanda da bir kişi özelliği olduğunu yani kişinin sahip olduğu cesareti göstermesi bakımından, tıpkı Prometheus gibi Kafkas Dağı’na bilerek ve isteyerek zincirlenme iradesi göstermesini örnek verirdi.

Gördüğünüz gibi dostlar kişi değerleri ve eylem birbirleri ile doğrudan bağlantılıdır. Eminim ki hiç kimse ne Prometheus’u, ne Mani’yi, ne Sokrates’i, ne Giordano Bruno’yu, ne Nesimi’yi ve ne de Willy Brandt’ı, Varşova Gettosu Anıtı’nın önünde diz çökerek Yahudi Soykırımı için özür dilemesi için zorlamamıştır. Ya da bu eylemleri yapmaları için hiç kimse onların kafasına silah dayamamıştır.

Onun için de erdem yani iktisadi anlamda kullanılmayan kişi değerleri kavramı kişinin kendisini onaylamasıdır. Yani var olma cesaretini, yokluk duygusunu, bir gün aynı sokaktan yürüyüp kendi evinin kapısına anahtarla açamayacağının, mutluluğun, sevginin onaylanmasıdır.

Bütün bunların kolay olduğunu herkesin bunu hemen kabul edip hadi gidip şu erdemimi gerçekleştireyim demesini de hiç beklemiyorum. Çünkü kuşak aktarımları ve aktarımlarla sonradan oluşan zihin, beyin ve beden denen şeytan üçgenine sahibiz ve bu üçgen yaratılan her şeyin sadece bizi doyurmak için yaratıldığını sanıyor. Freud, “beden egosu” derken sanırım bu doyurulmayı kastediyor. Çünkü beden egosu kompleksi kişinin kendini onaylamasının önünde en büyük engeldir. Yaşamın ilk dönemlerinde oluşan beden egosu kişinin zihnini, bedenini, duygularını ve beynini sonradan esir aldığında bu kişiler sadece bedenleri ile var olur. Bundan sonra onları, şık giysiler, kuaförler, ayakkabıcılar, kokulu sabunlar, kremler, estetiysen ve estetikçiler bekler. Varın gerisini siz sayın.

İşte tam da bunun için “beden egosu” ile başa çıkmanın yolu da yine erdemlerden ve bunların eğitiminden geçiyor. Öyle sanırım ki hem tek tek kişiler olarak hem de toplum ve insanlık olarak hepimizin bu erdemlere ve bunları kişisel yaşamın eylemleri ile harekete geçiren kişilere ve liderlere ihtiyacımız var.

Yani dostlar, Sokrat, Spinoza, Willy Brandt ve adını sayamadığım roman ve mit kahramanlarına ihtiyacımız var. Kısaca olmak cesareti gösteren erdemliler hareketine ve hakikate sadık kalanlara ihtiyacımız var.

Sabahattin MEŞE
Latest posts by Sabahattin MEŞE (see all)