Korona virüsün bangır bangır bağırdıkları

Yaklaşık iki yılı bulan bir dönemdir koronavirüs ile yatıp koronavirüs ile kalkıyoruz. Müthiş bir şokun ardından, herkes çareyi kendini ona ayak uydurmakta buldu. Zira başka yolu yoktu! “Eskiden ne iyiymiş hayatımız…” cümlelerini bile kurar olduk, ne kadar çok berbat şeyi hatırlasak da geçmişe dair. Ancak sokakta rahat rahat dolaşmaktan tutun, maskesiz yürümeye, selamlaşırken öpüşmeye, pek çok rutinimiz alt üst olunca, “ne iyiymiş hayatımız” demek, pek de zor gelmiyordu insana. En azından sıradan, günlük hayatımız…

Yine koronavirüsün insan kitleleri üzerindeki bir diğer etkisi de şu oldu: “Çok korunaklı gösterilse de, aslında ne kadar korunaksız bir yaşam içindeymişiz.” Zira eksiklik gün ortasındaydı! Koca koca ülkelerin böylesi görece basit bir salgına karşı çaresizlikleri, tabii ki herkesi etkilemişti. Tamam, anlaşılır bir şeydi “yeryüzünün lanetlileri” olan garibanların, çekip durduğu sıkıntılar! Ama ya bu zenginlerin, doktorların, takır takır ölmesine ne demeli idi?

Anlaşıldı ki… Aslında son yirmi yıldır görülen salgınlara ve Dünya Sağlık Örgütü gibi örgütlerin, derneklerin açıklamalarına rağmen, hazırlıklar yapılmamıştı! Dımdızlak ortadaydı her şey! 

Doğaya saygılı olmamız gerektiğini bir kere daha hatırladık bir de. İnsan kitleleri bu son salgınla birlikte, küresel ısınmayı tekrardan dillerine dolamaya başlamıştı. Gerçekten de öyle değil mi, küresel olarak yaptığımız saçmalıklar küresel ısınmaya, o da küresel salgına… Küresel salgın da… İşte tam da böyle, demeye başladı, sonunda kitleler. Nihayet!

“Bir yanda komplo teorileri ile bezenmiş dini hezeyanlar, bir yanda bilim çalışmalarının karşılıklı ilerleyişi.” İşte yaşanan, bir diğer olgu da bu idi! Dini yakarış, hezeyan ve “duaların” hiçbir bireysel ve toplumsal olayda somut yararını görmediğimizi bir daha yaşar olduk. Hatta biraz bilimden anlayan az sayıdaki din insanı bile, öncelikle bilim insanlarına dua etmeye başlamak zorunda kaldı, aşı bulsunlar diye!

Ve anlaşıldı ki… İnsanlığın başına gelen tüm büyük belalar ve kaosların ilk tedavi yeri, somut çözüm yuvası, bilim dünyasıdır. Başkası yalan!  

Bu esnada yeryüzünün lanetlilerinden, yani üçüncü dünya ülkeleri denilenlerden, yani geri bıraktırılmış ülkelerden; kimse, aşı çalışması filan beklemedi. Herkesin gözü kulağı “büyük” devletlerde idi. Ve gerçekten de onlardan geldi “çare”. Tabii ki “parasını verene!” Boşuna dememiş Nasreddin Hoca; parayı veren düdüğü çalar diye!

Gerek korunma aşamasında, gerekse herkesin aşı olma zorunluluğuna rağmen; geri bıraktırılmış ülkelere, gerekli yardımların, gereğince yapılmadığı aşikârdır! Üstelik bu durumun “herkesi”, yani kendilerini de (yani muktedirleri de) etkileyeceği bilinmesine rağmen!

İster istemez bu tür durumlarda, insanın aklına ya Kant’ın “dünya vatandaşlığı” fikri, ya da Marx’ın yeryüzünde cennet vaadi, yani “komünizm düşü” geliyor. Bilindiği gibi Immanuel Kant; “İlişkilerin gelişmesi ve barışı zedeleyecek unsurların ortadan kaldırılmasıyla dünya vatandaşlığı anayasasına yaklaşılabilir.” anlayışındadır. Ancak Kant, kapitalizm şartlarında, yani sömürünün, ulusal hezeyanların olduğu bir çağda, bunun nasıl ve ne şekilde olacağını gerçekçi bir şekilde açıklayamamıştır. Kurduğu mantığa göre de açıklaması imkânsızdır. Zira kendisinden sonra da gerek salt hümanist anlayışlarla, gerekse sosyal demokrat ya da liberal anlayışlarla da olsa, hiç kimse kapitalizm şartlarında gerçek barışın nasıl olacağını açıklayamamıştır. Yapıldığı iddia edilen açıklamalar ise boşluktadır!

Karl Marx ise gerçek barış gibi, gerçek kardeşliğin de ancak ve ancak kapitalizmin sosyalizme ayarlı olarak devrilmesi ile yani sosyalist devrimle gerçekleşeceğini, gayet açık bir şekilde belirtmiştir. Artı-değer, sınıf mücadelesi, enternasyonalizm… Hep bu yolda atılan kavramlar değil midir? Zaten boşuna değil, son on yılda, en büyük eseri olan “Kapital”in okunma oranının bu kadar artması! Ve boşuna değil, doğanın bile şu şekilde haykırması: Kapitalizmi yıkın, haydi komünizme! Ve fakat emekçilerin önemli bir kısmı ağaçça, kuşça, yani doğaca, bilmiyor sanırım! Ve de kendi dillerini, yani emeğin dilini! Yoksa onlara bu dilleri öğretmesi gerekenlerde mi sorun var? Buradan, Lenin yoldaşa bin selam diyelim, anlayan anlasın derdimizi! Selam ile…