Ben Annemi Özledim

Ben annemi özledim. Hem de çok… Hayır, zayıf annemi değil, onu da seviyorum, ama böyle özlemiyorum. Belki, şişko annem kadar beni sevmediği için. Şişko annemi, kayınvalidemi çok özlüyorum. Son günlerde ben deyim üç, siz söyleyin beş, her gece rüyamda. Rüya bile olsa onu görmek ne kadar güzel. Yetmiyor tabii, keşke hiç uyanmasam, rüyam bitmese… Çok mutlu oluyorum. Aniden çıkıyor ortaya, bir sürü kalabalığın içinden biri annem oluyor. Şaşırıyorum. Seviniyorum. Bana doğru geliyor… Ben de ona yürüyorum. Bazen koşuyorum… Ama kavuşamıyorum. Birden kaybediyorum onu… “Anne… Anne… Anneciğim… Seni çok özledim…” Ağlayarak hıçkırıklarıma uyanıyorum.

Bir saat önceydi… Yine kalabalıkların içindeydim. Tanıdık, bildik birileri de vardı. Onları hatırlamıyorum, kim olduklarını unuttum gitti. Onlar hayatıma çeşitli zamanlarda girip çıkmış, oralarda bir yerde benden habersiz, ben onlardan habersiz yaşıyoruz. Ondan, rüyalarıma da hayatıma girip çıktıkları gibi… Öylesine girip çıkıyorlar… Hep bir yere gitmeye çalışıyorum. İşte bu süreçte yanımda oluyorlar… Sürekli değişiyorlar… Tabii rüyalarımın çocuklarım ya da bana çok acı çektirenler ya da kısacık bir süre, atmış iki yılın birkaç ayında, beni çok mutlu edip, tamam artık buldum, bu bir rüya değil diye, inandığım, sevdiğim sırada, dorukta birden uzaklaşıp gidenler, rüyalarıma arada sırada konuk oluyorlar.

Ama annem, giderek sıklaşan bir şekilde, ben onu özledikçe daha çok rüyama giriyor. Çok özlüyorum. Hatırlıyorum. Hiç unutmuyorum beni nasıl sevdiğini… Onu nasıl sevdiğimi… Özlüyorum.  İnsan neden bu kadar özler sevilmeyi, sevmeyi… Bilmiyorum. Her şeyi bilmem gerekmiyor. İnsanlığın binlerce yıl, on iki bin yıldır biriktirdiği bilgilerin ömrüme sığacak kadarını bileyim yeter. Eyleme geçmek, teorik olanı pratiğe geçirmek için bilmek gerekiyor. Marks ne demişti; “Praksis”.

Ben diyeyim üç, siz deyin beş gecedir, üst üste onu görüyorum. Bu gece de bir saat önce ağlayarak, içimi çeke çeke uyandım yine. Çünkü, annem yine aniden çıktı karşıma. Oysa ben bazen yürüyerek, bazen koşarak, bazen direksiyonunda ben ya da bir başkasının olduğu bir araçla, kimi zaman bildiğim, çoğu zaman bilmediğim yollardan, yerlerden hep bir yere gidiyordum yine. Hep acelem var… Hep acele yaşadım, herhalde ondan! Bir ürü insan bu arada çıkıyor, yol boyunca karşıma… Çığlıklar duyuyorum kimi zaman… Arada bir yerlerde duraklıyorum, hatırlamadığım karışık, karmakarışık işlerin, olayların parçası oluyorum, o sırada karşıma çıkan tanıdık, tanımadık insanlarla birlikte. Hiç birini hatırlamıyorum… Hatırladığım tek şey nereye gittiği belli olmayan bir yolculuk -halbuki eskiden bilirdim nereye gitmek istediğimi- ve kayınvalidemin hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkması. Yine öyle oldu.

Annem, bildik birinin kullandığı bir araçla –rüya bu ya önce kamyonet gibi bir şeydi- bir yere yetişmeye, daha doğrusu yanımdaki bildik(miş) bir erkek, beni bir yere bırakacak, sonra ayrılacağız. Hem beni yetiştirmeye, hem de kendisi bir şeyleri kaçırmamak için acele ediyor. Karanlık… Kalabalık… Ama insan kalabalığı değil… Çığlıklar mı duyduğum? Sen de duyuyor musun anne? Gece mi, gündüz mü bilmiyorum. Benim içimde, o bir zamanlar hiç tükenmeyen bir umut, acelecilik var. Bayağı ara verdim yolculuğa kimi zaman bir yerlerde durdum… Birileriyle bir şeyler yaptık. Beraber. Sonra bir baktım ben yine yollardayım… Uyanmak istiyorum… Uyanamıyorum.

Aaaa! Hayır rüyamda şaşırmıyorum, şimdi şaşırıyorum sana anlatırken…  Bir yolcu otobüsündeyim bu sefer, yanımda –arkadaşımmış- bir kadın… İkimizde genç, belki otuz belki kırklı yaşlardayız… En arka sırada oturuyoruz. Konuşurken yüzüne bakmak için başımı çevirdiğimde birden annem oluyor. Şaşırıyorum, sevinçle, şaşkınlıkla anlamaya çalışıyorum. “Anneme ne kadar benziyorsun” diyorum.

“Aaaa… Ama çok benziyorsun…” Yok! Hayır… Annem oluyor… Sanki annem yanımda oturan… Yok oturmuyor, oturmaya çalışıyor… Oturdu oturacak…  Dokunacağım neredeyse! “Anne… Anne… Seni çok özledim… Anne…”! Cevap vermiyor bana… Hiç konuşmuyor. Ağlıyorum yine.. “Anne… Seni çok ama çok özledim…” Hıçkırıklarıma, gözyaşlarımı içerek uyandım.

Çığlıklar benim mi? “Sen de duyuyor musun? Gitme anne… Beni de al! Artık yaşamak istemiyorum. Dayanamıyorum. Bir yudum sevgi yok… Sadece acı var…” Böyle yaşamanın ne anlamı var? Sevgi olsa katlanılabilir. O zaman, insan olduğunu fark ediyorsun ya da fark etmiyorsun ama insan gibi yaşıyorsun. Üretiyorsun, mücadele ediyorsun, eyliyor, seviyor, seviliyorsun.

Oysa, uzun süredir giderek azaldı sevmeler… Sevinçler yavaş yavaş kayboldu. Acı… Sadece acı… Hiçbir işe yaramamanın, olan bitene seyirci kalmanın, gönlün istese de gücünün yetmediği yerde çöküp kalmanın. Kulakları yırtan milyonlarca insanın sessiz çığlığı… Dayanılmıyor. Dayanamıyorum… Çocuklarım, çocuklar… Herkesin, hepsinin acısını görüyorum… Aynı acıyı paylaşıyoruz… Güçlü olmak istemediğim halde güçlü olmak zorundaydım hep. Hiçbir şey değişmedi… Dışarda rüzgarın sesi… Hiç öyle fısıltı gibi değil, camlardan, kapılardan da değil bacadan girecek içeri neredeyse… Dövüyor çatıyı, kapıları, pencereleri… Arada yavaşlıyor… Islık çalarak dolaşıyor etrafta.

Penceren bakıyorum. Gözlerim ıslak… Gözlerim ağlıyor ben bakıyorum ayaza. Buz gibi. Ay gökyüzünde buz kalıbı gibi kımıltısız, etrafı gün gibi aydınlatıyor. 2023, Şubatındayız.. Tam iki gün önce, annemi çok özlediğim, bulup da kaybettiğim, ağlayarak uyandığım saatlerde, 6 Şubat 2023 günü, saat 4.36’da… Milyonlarca insanın  uykusu kana bulandı. Barınmak için sığındıkları evleri, ocakları mezar, insanı insan yapan emeğiyle kurdukları şehirleri mezarlık oldu… 7.7 Şiddetinde bir deprem.  Deprem değil, asıl katil yine sermaye, iktidarı, işbirlikçiler… Evet. Çünkü, deprem önlenemez. Öngörülebilir. Evren ve bir parçası, yerküre evrilmeye devam ediyor, hareket halinde. Hareket biterse, yaşam sona erer. Diğer gök cisimleri gibi, kendi etrafında ve güneş etrafında tutturduğu yörüngesinde dönüşü durduğu anda, kütlesiyle orantılı çekim kuvvetinin etkisiyle güneşin kucağına düşecektir.

Dünya dönüyor. Kopernik bilmeden önce de 1500’lerden sonra da dönmeye devam ediyor. Edecek. Dönmenin etkisiyle, milyonlarca yılda oluşan kabuklar levhalar halinde hareket ediyor. Bir türlü yerleşemiyor. Sabitleşemiyor. Bir parçası otursa, bir başka yerde bir levha kırılıyor. Kimi çöküyor… Kimi yükseliyor, sıkışıyor… Sıkıştırıyor. Başka bir levha kırılıyor bu kez. Devinim sürekli ve sonsuz devam ediyor. Etmek zorunda, dünya döndükçe devam edecek oluşum. Bu nedenle deprem önlenemez. Ancak, öngörülebilir. İnsanı insan yapan emeğiyle gelişen dili, beyni, üretimin ve bilginin toplumsallaşması sayesinde insanlık depreme dayanıklı yollar, yapılar, binalar yapmayı, şehirler kurmayı öğrendi. Bu sayede şehirler ve devletler artık deprem, yangın, sel ya da kuraklıkla tarihe karışmıyor! Sınıflı toplumla birlikte, kapitalizmle toplumsallaşan üretim ve bilgi sayesinde insanlık deprem dışında doğa olaylarını kontrol edebilir durumda. Ancak, iktidardaki sınıfın tercihi belirliyor bilimin nerede, ne zaman, kimin için hayata geçeceğini.

Kapitalizmde, bilgi sermayenin tekelinde! Sermayenin egemenliğinde, milyarlarca emekçinin topluca kıyımı bahasına, milyonluk şehirler depreme, yağmura, sele… Bir avuç hergelenin çıkarları uğruna tahrip edildikçe verdiği zarar büyüyen, doğaya terk edilmiş durumda. Bilisiz, bilinçsiz, örgütsüz ve silahsız dolayısıyla çaresiz! Her gün onlarcası, yüzlercesi iş cinayetlerinde, kadın cinayetlerinde, faili meçhullerde ölüyorken… Yetmiyor, yüzyılın depreminde Mezopotamya yıkılıyor… Kahramanmaraş, Adıyaman, Gaziantep, Malatya, Urfa, Adana, Hatay, Diyarbakır, Dersim, Antakya’da yüzbinler enkaz altında… Türkiye işçi sınıfı, emekçiler, üreticiler enkaz altında…  Öte tarafta, sermaye bilinçli ve örgütlü, yıkımı servet kaynağına çevirmenin peşinde. “İktidar partisi”nin İç İşlerine Bakanı Soylu ile “muhalefet partisi” Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, deprem bölgesinde patron örgütleriyle toplantı yapacak kadar cüretkar. Önce çetenin elebaşı, yüzlerce korumasıyla   boy gösterdi deprem bölgesinde… Ardından, kapalı kapılar ardında, Dünya Bankası’nın deprem nedeniyle, “Kaynak” olarak verdiği 2 Milyar Doların, yıkılan şehirleri kuracak olan patronlara “adil ve eşit” olarak nasıl üleştirileceği “iş toplantısı”! Geldiler, gezdiler, gördüler, keşif yaptılar, toplandılar, konuşup, anlaştılar ve gittiler.  İkinci kez gelmeyecekler. İş makinalarını ve ücretli kölelerini gönderecekler.

Dışarda, burada kar yok. Rüzgar ve ayaz var. Ama, daha iki gün önce yıkılan, Türkiye işçi sınıfının, emekçi halkların mezarı olan Maraş, Antep, Adana, Urfa, Diyarbakır, Antakya, Adıyaman, Dersim, Hatay, Malatya, Suriye’nin kuzeyi, kar altında… Köylerden hiç haber yok! Yollar aylar öncesinden kapalı. Kar çığlıkları susturuyor. Bir yandan açlık kurtulanların yakasında… Bastığı yerde kar, sırtında kar… Yağıyor… Kar masum, bembeyaz bir örtü… İçinde devindiğimiz karanlığı, kan çukurunu aydınlatıyor, depremi, sermayenin kıyıcılığını, doymazlığını gözler önüne seriyor.

“Anne… Anne…”! Ne olduğu anlaşılamayan, bir süre sonra kesilen sesler… Kar altında… Batı’dan İzmir, İstanbul, Ankara başta olmak üzere biliyorum, kimini tanıyorum iki gece önce, saat 4.36’dan beri uykusuz… Bir şey yapmalı! Yapıyorlar, örgütleniyorlar, herkesin, hızla mülksüzleşen, toprağından kopan, ailesi parçalanan, yedek işgücü haline gelen milyonlarca  insan, bu kez tırnaklarıyla bir şey yapmaya, ulaşmaya çalışıyor deprem bölgesine. Daha birkaç ay önce onlarca arkadaşını kaybettiği göçükten canları çıkaran Zonguldak Maden işçileri, 500 maden işçisi çoktan ulaşmış olmalı deprem bölgesine!

“Anne… Anneeeee… Çok özledim seni… Al beni yanına… Özledim…”! Her ölüm yaşamdan bir şeyler alıyor… Topluca ölüyoruz. Mülksüzlük bu kadar dokunmazdı, bunun için değil acımız… Ama ölümler… Ölümler olmasa… Deprem engellenemez. Ancak, öngörülebilir. Depreme dayanıklı sığınaklar, yollar, yapılar, hastaneler, okullar, konutlar yapılabilir. Bu bir tercihtir. Siyasi bir tercih. Depremden, iş kazasından, salgınlardan, soğuktan, açlıktan ölmek, dünyayı her gün emeğiyle yeniden yaratan üretici sınıfların, emekçi halkların “fıtratında” yoktur. Sermaye iktidarının tercihi, emperyalist kapitalist yağma ve sömürünün sonucudur. Emekçi milyonları daha da yoksullaştıran, hatta mülksüzleştiren, felaketi olan deprem, yağmur, yangın, soğuk ve açlık sermaye sınıfının tercihidir. Yıkılan şehirler yeni bir servet kaynağıdır onlar için.

Dışarısı çok soğuk. Rüzgar camları kapıları zorluyor. Aydede içimizi ısıtmıyor. Sanki donmuş, öylece asılı kalmış gökyüzünde. Sessiz bir karanlık. “Anne… Anne… Çok özledim seni…”! Dayanamıyorum bunca acıya… Orada… Türkiye’nin güneydoğusunda yer yarıldı… Yarılacak… Hareket durursa yaşam biter… Müşteri garantili yollar, hastaneler, şehirler, konutlar yarıldı… Önce ihaleyle yapılan şehir hastaneleri yıkıldı hasta ve personelin üzerine… Sağlık personeli çoğunlukla bölge dışından Ankara, İstanbul, İzmir ve diğer büyük şehirlerden geliyor. Gönüllü. Dışarda kar yağıyor… Bir süre sonra betonun ağırlığını da ayazı da duymaz oluyor… Yavaş yavaş ölüyor insanlar… Daha şimdiden bir bebek bir de üç yaşlarında bir çocuk, kimsesiz… Ailesi göçük altından çıkamamış…

Yaşamak bu değil. Milyonlarla birlikte ölüyoruz biz de yavaş yavaş… Karın altında, üstünde beton bloklar… Anında ölenlerden çok kurtarılmayı beklerken çoğunu kaybedeceğiz… Kaybediyoruz… Evet, Fatoş’um eskiden yaşam doluydum. Onun için, evet kahkahalarla gülüyordum… Gülüşüm içini ısıtıyor, sevince boğuyordu çevremdekileri de, biliyorum. Ama sen de görmüyorsun, anlamıyorsun.. Çok uzaksın çünkü… Şimdi daha uzaksın… Ama ben öldüm, binlerce defa… Kapitalist Türkiye’de, kadın ve tek başına olmanın getirdiği, aştıkça aşındıran, depremin utandırdığı acılarımdan,  her gün onlarcasını, bir anda binlercesinin yitimine tanıklığım… Onlarla birlikte defalarca öldüm.

Özgürleşemedik, özgürleşemedim ki! Bir de şehrimi özlüyorum, büyüdüğüm sokaklarını, kokularını, TEKEL Tütün İşletmesini, Üsküdar da, tam Şemsipaşa’da sahil kıyısında, Kız kulesinin özelleştirilmediği, tarihe tanıklık ettiği zamanlarda, taş attığımız denizi, denizin kokusunu, vapur seslerini özlüyorum. Dolu dolu yaşadım, gözyaşımı akarken içime kahkahalarla güldüm, sevindim, sevdim. Yaşadıklarımdan pişman değilim. Bütün yaşamımı 17 yaşında değiştiren… Dışında… Bu kadar zor olması gerekmiyor hayatın. Ama zor… Gücüm tükendi, çünkü artık beni hayata bağlayan sevinçlerim, hayallerim, aşklarım yok.

Her gece rüyamda annemi görüyorum. Dokunacağım nerdeyse, sarılacağım. Ama ya yetişemiyorum ya yanı başımdayken dokunamıyorum… “Anne… Anne… Üşüdüm… Üşüyorum anne… Ben çok yoruldum… Çatlasın diye bekliyorum yüreğim çatlamıyor. Ölüm bu kadar zor mu anne? Neden ölmüyorum? Bak onlarca şehirde insanlar hem de hala yaşama sımsıkı bağlıyken, sevinçleri, sevdaları varken… İki gece önce… Ne olduğunu anlamadan toprağa gömüldü kimi, betonların altında ezildi, karın beyazında dondu kimi… Ben ne zaman öleceğim anne? Neden hala yaşıyorum? Anne… Anneeee… Beni de yanına al… Sar beni yine sımsıkı… Beni bırakma…”! 8 Şubat 2023… Yeni günün ilk saatleri, 4 sularıydı hıçkırarak uyandığımda… Sonra uyuyamadım… Beşi gösteriyordu saat bilgisayarı açtığımda. Şimdi saat 7.41… Gün karanlık. Okullar tatil bütün yurtta. Yurdum karlar altında… Ölülerimiz karlar altında. Daha zoru dirilerin umarsız omuzlarına yağan kar… Bir de açlık… İçini burkan… Bütün kamu binaları ya yıkılmış ya kapılar duvar… Köylerden hiç haber yok. Ekranlar yalan söylüyor… Portatifler yalan… Kurtarılan birkaç kişinin görüntüsünü binlerce defa tekrar ederek yıkımı, emperyalist kapitalist yağmanın kıyıcılığını örtmeye çalışıyorlar.

“Anne… Anne…Anne… Özledim… Özledim seni, çok özledim…”! Saçma sapan dertlerin arasında boğulup, gerçek acıların sağaltılmasında çaresiz, seyirci kalmak, hiçbir şey yapamamak… Annemi özledim.