Siyasal ve toplumsal mücadelelerin odağında, devlet iktidarının ele geçirilmesi ve devletin kitleler üzerinde baskı ve terör aracı olarak kullanılması vardır. Bir devlet iktidarı ve bu iktidarı elinde bulunduran egemen güçlerin/oligarşilerin siyasal ve ideolojik hegemonyası, devletin tüm kurum ve kuruluşlarını kapsar. Bu nedenle devletin yüksek bürokrasisini oluşturan yargıç, savcı, asker, polis vb. kişi ve kurumlar, devletin ideolojisinden ayrı davranamaz. Mahkemelerin hükümet aleyhine karar alması veya hükümet kararlarının uygulanmasını engellemesi de mümkün değil.
Cumhuriyetin ilk yıllarında “rejimin korunması” amacıyla kurulan siyasal nitelikteki “İstiklal Mahkemeleri” anlayışı, günümüze kadar varlığını korudu. Konjonktürel gelişmelere göre, çeşitli yöntemlerle güncelleştirilen hukukun siyasileşmesi cumhuriyet dönemi boyunca artarak sürdü. Kitlelerin demokratik hak ve özgürlük taleplerine karşı AKP iktidarı, yargıyı bir baskı aygıtı gibi kullanarak çoğunluk despotizmi kurdu.
AKP’nin yargıyı siyasallaştırma çabaları, 2010 Anayasa Referandumu’ndan sonra oluşan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ile yeni bir sürece girdi. Hükümete, yargıya doğrudan müdahale yetkisi veren HSYK’da iktidar yanlısı kadrolaşmanın ardından, zamanın Başbakanı olan Erdoğan’ın söylediği her söz, polisi ve savcıları harekete geçirdi. AKP, yasama ile yapamadıklarını yargı ile, yargı ile yapamadıklarını da yürütmenin gücü ile yaptı.
Bu süreçte AKP, Anayasa ve yasa değişiklikleri, Kanun Hükmünde Kararnameler, tüzükler ve yönetmelikler ve genelgeler yoluyla meclis denetimini aşarak ülkeyi keyfi kararlarda yönetiyor. Yargıçlar, “bağımsızlık ve tarafsızlık” görünümü altında statükonun korunması ve onaylanması için hukuktan çok hükümet politikalarına uygun kararlar alıyor.
Siyasal ve sosyal mücadeleler tarihinde mahkemelerin özel bir yeri vardır. Egemen sınıflar ve onların çıkarlarına hizmet eden siyasal iktidarlar, her zaman muhalefet edenlere karşı polisi ve yargıyı kullanmıştır. Hukukun siyasileştirilmesi, klasik yargı işlevine siyasi karar alma mekanizmalarının sokularak mahkeme kararlarının hukuki araçlar yerine iktidar yanlısı siyasi kanaatlerle veriyor.
Yargıçların önlerine gelen olaylarda hukuk teknikleri ile değil, siyasi gerekçelerle karar vermeleri ve uluslararası genel hukuk normlarını göz ardı etmeleri, “yargısız yargı” kararlarına dönüştü. Bu da, bir yandan siyasetin toplumsal zeminini dinamitlerken, bir yandan da toplumda adalet duygusunu zayıflatmaya ve dolayısıyla adalet arayışlarını başlattı.
1789 Fransız Burjuva Devrimi’nin öncülerinden olan Rousseau, “Yasama, yürütme ve yargı iç içe geçmişse, özgürlükler garantide değilse, anayasa yok demektir. Kuvvet kimdeyse o egemendir” sözü, AKP dönemini en özlü şekilde anlatıyor. Erdoğan’ın, “Adalet Yürüyüşü” yapan ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu’na “Yargı yarın eğer sizi de bir yerlere davet ederse şaşmayın” diyerek tehdit etmesi, “Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymuyorum ve saygı da duymuyorum” demesi ve birçok kez anayasayı ihlal etmesi, anayasal sistemin ortadan kalktığı anlamına geliyor.
AKP iktidarında artık anayasal bir düzenden söz etmek mümkün değil. Yasamanın, yargının ve yürütmenin iç içe geçmesinin ötesinde artık tek kişinin OHAL ve KHK ile yönetimi geçerli. Lidere mutlak bağlılık, mutlak itaat, hısım-akraba ve adam kayırma, öznel ayrımcılık, menfaatçilik, ekonomik ve sosyal hayatın her alanında adaletsizlik hüküm sürüyor. Artık AKP’nin “adaleti” ve “kalkınması” yok. Türk-İslam milliyetçiliğine dayalı muhafazakârlığını Osmanlıcılıkla bağdaştıran ve emperyal hayaller peşinde koşan AKP’nin kefareti ağır. Sorun bunun bedelini kimin ve nasıl ödeyeceğidir.
Bu nedenle sadece mahkeme kararları üzerinden adalet arayışı yeterli olmaz. Aslolan mevcut sistemin değiştirilmesine ve dönüştürülmesine yönelik eşitlikçi, özgürlükçü, çoğulcu demokratik bir toplum için mücadeledir.
- Siyasal Önderlikler ve Sosyalizm Anlayışı – Şaban İba - 14 Haziran 2024
- Eğitimde müfredat sorunu! - 26 Mayıs 2024
- Solun Durumunu Yeniden Düşünmek! - 20 Mayıs 2023