12 Eylül 1980 darbesi ile 15 Temmuz 2017 darbe girişiminden sonraki sürece ilişkin benzerlikler kurulabilir. Özellikle her iki dönemde gerçekleşen tutuklamalar, tahkikatlar, ihraçlar, basın kuruluşlarının kapatılması gibi cezai prosedürlere dair karşılaştırma yapılabilir ve hatta, rakamlara dayanarak, 15 Temmuz’dan sonra ilan edilen olağanüstü halle birlikte Türkiye açısından daha ağır bir siyasal ve toplumsal momentten söz edilebilir.
Bununla birlikte her iki kriz döneminde dikkat çeken bir “sürekliliği” hukuk bağlamında ayrıca incelemek gerekmektedir. 12 Eylül’den sonra yargının asli fonksiyonu “milli güvenlik”, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” gibi gerekçeler eşliğinde yükselen işçi sınıfı hareketini bastırmak ve Türkiye’de egemen sınıfları korumaya yönelik bir siyasal alan oluşturmaktı. Yıldırım Koç’un aktardığı verilere göre, 12 Eylül öncesinde Türkiye’de 54 bin işçinin çalıştığı 178 işyerinde grev vardı. Bu işçilerin 47 bini DİSK’e bağlı sendikalara, 6 bini Türk-İş’e bağlı sendikalara üyeydi. 1980 yılının ilk sekiz ayında 131 bin işçinin grevleri hükümet tarafından ertelendi.
TİSK Başkanı Halit Narin’in “20 yıldır biz ağladık, onlar güldü” sözünü doğrular nitelikte, hem işçi sınıfı örgütlülüğüne karşı, hem de burjuva fraksiyonları arasındaki önderlik krizini aşmayı ve sermaye sınıfının siyasal egemenliğini pekiştirmeyi hedefleyen bir karşı saldırıya geçildi. Aynı nedenlerle bu dönemin en büyük siyasi davaları arasında DİSK davası bulunmaktaydı. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi Savcılığı tarafından hazırlanan 25 Haziran 1981 tarihli iddianamede, DİSK’in 52 yöneticisi hakkında TCK’nın 146/1. maddesini ihlal ettikleri iddiasıyla idam cezası istendi. Daha sonraki aylarda 160 ayrı dava DİSK dosyası ile birleştirildi. Böylece davadaki sanıkların sayısı 1477’ye, hakkında idam cezası istenenlerin sayısı ise 78’e yükseldi. İddianamede, DİSK’in 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası’nın 15/L maddesi ve 274 sayılı Sendikalar Yasası’nın 30/4. maddesi uyarınca kapatılması da talep edildi.
Cunta o günlerde emeğin anayasal haklarına saldırırken, bugün “özgürlükleri” dilinden düşürmeyen TÜSİAD memnuniyetini dile getirmekteydi. KOÇ grubundan Vehbi Koç’un Kenan Evren’e yazdığı mektupta “Bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler göz önünde bulundurulmalıdır. DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler, sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar bu işçileri tahrik etmek … niyetindedirler. Bu durum bilinmeli, hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır” cümleleri, hem bir teşekkür hem de siyasi bir öneriydi.
15 Temmuz sonrasında ilan edilen olağanüstü hal, 12 Eylül’ün sınıfsal mirası üzerinde yükselmektedir. Cuntanın temel attığı neoliberal kompozisyon, hukuksal düzenlemeler ve emeğe saldırılar eşliğinde sürdürülmektedir. Olağanüstü halin “darbecileri devletten temizlemek” görevine, devlet aygıtları aracılığıyla sınıf mücadelelerine müdahale görevi de iliştirilmiştir. Bu doğrultuda grev yasakları ile birlikte 678 sayılı KHK incelenebilir. 678 sayılı KHK ile 6356 sayılı Kanunun 63. maddesinin birinci fıkrası değiştirilmiştir. Bu değişiklikle, büyükşehir belediyelerinin şehir içi toplu ulaşım hizmetlerinde ve bankacılık hizmetlerinde grevi altmış̧ gün süreyle erteleyebilmesinin önü açılmıştır. Bir hatırlatma yapmak gerekirse, Anayasa Mahkemesi’nin 2014 yılında iptal ettiği şehir içi toplu ulaşım ve bankacılık sektöründeki grev yasakları 678 sayılı KHK ile dolaylı olarak geri getirilmiştir. Olağanüstü hal döneminde, Akbank’taki grev, “ekonomik ve finansal istikrarı bozucu grev” ifadesinin mevzuata tekrar girmesiyle ertelenen grevlerden birisiydi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sermaye çevreleriyle katıldığı bir toplantıda “Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Şimdi grev tehdidi olan yere OHAL’den istifade izin vermiyoruz. Bunun için kullanıyoruz” sözü, zamanın ruhunu adlandırması nedeniyle sıradan bir beyanat değildir. Bir burjuva deklarasyonu niteliğindeki bu açıklamada alınan sınıfsal pozisyon şöyle vurgulandı: “Fotoğraf oldukça net. Bir yanda 80 milyon vatandaş, diğer yanda ruhunu ve bedenini şarlatana adamış terörist vardır. Biz OHAL’i iş dünyasının daha rahat çalışması için getirdik”.
Türkiye’de egemen sınıfların kriz koşullarındaki söylemlerinin benzerliklerinin rastlantısal olmadığı, ideolojik ve siyasal bir sürekliliğe sahip olduğu 15 Temmuz’dan geriye, 12 Eylül’e ilerlendiğinde de görülebilir. Erdoğan’dan çok önce Kenan Evren de benzer nitelikteki bir açıklamayı 12 Eylül’ü gerekçelendirirken şöyle yapmıştı: “Tüm işverenlerin iş barışının koşullarını sağlayacak esaslardan ayrılmadan üretimin arttırılması ve ihracata yönelik gayretlerin gelişmesine yardımcı olmaları için her türlü̈ tedbir alınacaktır.” Evren’in “tedbirler” dediği grev yasaklamaları, sendikacıların tutuklanması, işçi sınıfına yönelik sistematik baskı olarak cisimleşti.
Siyasi davalar, grev yasakları, grevdeki işçilerin gözaltına alınması, vb. baskı pratiklerinde hukukun rolü tanıdıktır; hegemonya krizi yaşayan siyasi iktidarların savaşım halindeki rakip sınıf veya sınıfları bastırmak amacıyla hukuka başvurması yeni bir olgu değildir. “Hukuk devleti” olgusu, liberal yaklaşımların aksine, başlı başına sınıf mücadelesi ile şekillenmektedir. Hukuk, hakim sınıf ilişkilerinin bir ifadesi olarak, “hukuk devleti” ise, günümüzde, “kapitalist toplumsal ilişkilerden türeyen hukukla içerik” kazanmaktadır. Kapitalizmin tarihsel olarak aldığı biçimlere göre “hukuk devleti” (refah devleti hukuku, otoriter devletçilik vb.) de farklılaşabilmekte, dönüşümler yaşanabilmektedir.
Onur Karahanoğulları’nın vurguladığı üzere, sınıfsal çelişkilerin güçlü siyasal iradeler olarak ortaya çıktığı durumlarda hukukun, gerek tedirgin egemen sınıfın düzeni korumak adına her türlü sınırlamadan bağışık olarak bastırıcı müdahalelerde bulunma arayışı veya gerekse iktidarı yeni alan sınıfın dönüştürücü müdahalelerine engel tanımama arayışı karşısında salt bir araca, gerektiğinde hukukla kılıflanmamış çıplak zor ile yer değiştirebilecek bir araca dönüşümüdür.
12 Eylül’de Evren’in yüksek yargıya verdiği talimat hukuk ve siyaset arasındaki ilişkiye dair çarpıcı bir örnek sayılabilir. Bülent Tanör, Evren’in Anayasa Mahkemesi (AYM) üyelerine yaptığı bir konuşmada, AYM’nin öncelikle “devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğü”, “milli güvenliğin idamesi” açısından sorunları ele almaları gerektiğini öğütlediğinden bahseder. Yüksek yargının siyasi iktidarın organlarından birisine dönüşmesi, erkler arasındaki bütünleşme ile ilişkilidir. Yasama ve yargının yürütmenin kontrolüne ve denetimine girmesi, hukukun müstakil yapısını parçalayarak yürütmede temsil edilen sınıfların çıkarlarına uyumlu hale getirir.
16 Nisan Referandumundaki skandal mühürsüz oy pusulaları hakkında AYM’nin verdiği karar hatırlanabilir. Yüksek Seçim Kurulu’nun sandık kurulu mührü taşımayan oy pusulası ve zarfların dışarıdan getirilerek kullanıldığı kanıtlanmadıkça geçerli sayılmasına ilişkin kararına karşı yapılan bireysel başvurunun “yetkisizlik” nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar vermesi, AYM’nin kritik siyasal gündemlerdeki pozisyonunu gözler önüne sermektedir. Benzer şekilde Danıştay’ın 149. kuruluş yıl dönümü nedeniyle düzenlenen törende konuşan Danıştay Başkanı Zerrin Güngör’ün “16 Nisan referandumuyla kuvvetler ayrılığı güçlendi. OHAL ve KHK’lerin amacı demokrasiyi korumak. Kişilerin hak ve özgürlüklerine herhangi bir sınırlama getirilmedi” sözleri, yüksek yargı ve siyasi iktidar arasındaki bağın başka bir kanıtıdır.
12 Eylül ve 15 Temmuz sonrası sürece dair belli başlı söylemler ve eğilimler tasnif edildiğinde ortaya çıkan gerçek, egemen sınıflar açısından “hukuk devleti” adlandırılabilecek veya bir prensip olarak “hukukun üstünlüğü” şeklinde tanımlanabilecek nötr ve bağımsız bir yapının ya da niteliğin aslında var olmadığıdır. İktidar bloğu içerisindeki sınıf fraksiyonları arasındaki uyumun sağlanmasında veya gerilimlerin azaltılmasında, “hukuk” operasyonel bir nitelik kazanmaktadır. 12 Eylül’de neoliberal politikaların yürürlüğe konması için inşa edilen otoriter devlet biçimi, o günlerden başlayarak erkler arasındaki ayrımları kademeli şekilde azaltmış ve sistematik bir bütünleşmeyi başlatmıştır. Bu anlamda otoriter devlet biçimi ve neoliberal politikaların tohumları o gün atılmış, hakim ifadesini tam olarak AKP iktidarında kazanmıştır.
AKP iktidarının ve süreklileşen olağanüstü halin sınıfsal niteliği, 12 Eylül’ün tarihsel ayakları üzerinde yükseldiği kadar, sermaye birikiminin güncel ve nesnel ihtiyaçlarınca da belirlenmektedir. İktidarın sınıfsal karakterini göz ardı ederek ve liberal ideolojinin ölçütleriyle belirlenmiş bir “hukuk devleti” çağrısı yetersiz kalacaktır. “Ne sıkıyönetim ne olağanüstü hal” gibi bir sloganın karşılık bulabilmesi sınıf siyasetini sendikalardan siyasi partilere ve hareketlere muhalif tüm yapıların merkezine almasıyla mümkün olacaktır. Elbette imkansızı değil mümkün olanı istiyorsak. Bu cihetle Antonio Gramsci’nin İtalyan faşist reaksiyonerliğin yükselişi ile İtalya’da işçi sınıfı hareketinin gerilemesi arasında kurduğu ilişki üzerine ayrıca düşünülebilir.
https://devletvesiniflar.blogspot.com.tr/2017/09/12-eylulden-15-temmuza-turkiyede-egemen.html
- Madencilik Sektörünün Dinamikleri: İlksel Birikim, İhracat ve Ekstraktivizm - 26 Eylül 2023
- “Yeni Sanayi Devrimi”: Üretken Sermayenin “Yeniden” Mekânsallaşması - 2 Eylül 2023
- Kapitalist Devlette Organize Suçun İşlevleri – Kansu Yıldırım - 23 Ağustos 2023