Yeni Hayal Kırıklığı: Z Kuşağından ZPlus (Covid) Kuşağına*

Muhalifmiş gibi davranan ancak milliyetçilikten de hiç ödün vermeyen bir televizyon kanalında sabah sohbeti: neredeyse yirmi aydan bu yana olduğu gibi ana konu pandemi… Birçok genç gazetecinin “abla” diye hitap ettiği bir gazeteci pandemi hakkında bir kardiolog ile söyleşi yapıyor, olasılıkla tanıdık. “Kardioloğun ne ilgisi var” diye sorulabilir; bende bu merakla hastalığın kalp üzerine etkisi herhalde tartışılacağını umuyor ve bu tartışmadan –belki- birkaç yaralı bilgi edinirim diyerek kulak kesiliyorum. Konuşmalar beklentimden uzak; değerli kardioloğumuzdan pandemi hakkında herkesten duyduğumuz (herkes= gazeteci, ekonomist, hukukçu, doktor, toptancı, emekli vs. televizyonlarda ego doyurma “şansını” yakalayan herkes) şeyleri dinliyoruz. Bolca dile dolanan, belki binlerce kez konuşulmuş, bayatlamış ve aradan geçen bunca zamana rağmen tarafların yapmadığı bilimsel çalışmalara ya da tıbbı kanıtlara dayanmayan “gözlembilimsel bilgiler”. (Pandemi sürecinde ülkemizde filizlenen yeni bilim kolu :gözleme dayalı bilim!) Böyle anlarda “sosyal medya” işi kolaylaştırır;  öğrendiğimiz o ki hekimimiz kendi “uzmanlık” alanında herhengi bir üretime sahip değilken COVID-19 ve aşı hakkında bolca üretmiş, üretmişlikten kastettiğim bolca konuşmuş. Z kuşağının başlıca –dayanaksız- bilgi kaynağı olan internette var olabildiği kadarıyla –ki Z kuşağı bunu yeterli görür- hastalık hakkındaki bilgileri beraberce tekrarladığımız bilim insanı açıklaması. Sanırım ellili yaşlarındaki bilim insanı da Z kuşağı gibi davranmakta bir sakınca görmüyor!

“Alanında uzman” addedilenlerin her konuda konuştuğu ve bu fikirlerinin bir değermişcesine medya aracılığıyla paylaşıldığını, pazarlandığını biliyoruz, görüyoruz. (Hekimler için böyle programlarda yer almak bir reklam aracı olabiliyormuş!) Fırsat bu fırsat diye düşünüyor olmalı gazetecimiz, hazır “her alanda uzman bir konuk”  bulmuş gibi gözüküyorken, konu birden bire Gezi sürecinden başlayıp Boğaziçi öğrencilerinin protestosuna, oradan da barınamıyoruz eylemlerine ve 15-18 yaşlarındaki gençlerin “bireysel” “isyanlarına” geliyor; devlet memuru olmayan ya da kayyumlu bir üniversitede değil  yedi yıldızlı özel bir hastanede çalışan hekimimiz bu protestolar hakkında da rahatça konuşuyor, onların haklılığını tesbit ediyor. Benim gibi düşünen birisi; rahatlıyorum! Konu buradan da hızla “Z kuşağına” geliyor. Kim demişti “somut durumlar/örnekler zenginleştikçe biriktikçe somut genellemeler yapma hakkına sahip oluruz” diye? “Z kuşağının ülkenin umudu olduğu” tesbitinde hemfikir oluyorlar. İşte o en başından beri aslında bozuk olan zurnanın daha çekilmez sesler çıkarmaya başladığı an “konumuz özelinde” burası. Doğum yılları aralığına bakarak altı milyonu aşkın gencin (ki bunlar Z kuşağını oluşturuyor; aynı zamanda yarım kilo nohuta veya meydanlarda yediği yarım ekmek köfteye seçim oyunu belirleyen anababalarını  da unutmayalım) il seçimlerde oy kullanacağını ve ülkenin kaderini bu oyların belirleyeceği görüşünde de hemfikir olunuyor. 

Burada bir ara not gerekli diye düşünüyorum: daha önce yapılan birtakım genelleştirmelere bağımlı kuşak tanımı söz konusu Z olduğunda pek tutarlı olmuyor, çünkü akışkan bir yapı var. Dün “Gezi” yi Z kuşağı ile nitelerken bugünkü örneğimizi yeni olaylar üzerinden veriyoruz. Akışkan ve geçişken bir kuşak söz konusu sanki, bizim kuşak tamımımızla örtüşmeyen! 16-25 yaş arası deniyor birçok konuşmada, ancak Gezi günlerinde 23 yaşında olanlar 30’una ulaştı: Z kuşağında  kuşağına “terfi etmiş” olmalılar…

Bir tane daha: bu ve benzeri durumlarda sıkça kullanılan bir kelime isyan; gençlerin isyanı! Bugün gelinen nokta itibarıyla uzatılan mikrofonlara konuşmak isyan sayılır oldu; evlerde dahi konuşmaktan korkulan günlerde hak verilerbilir(mi).

Kuşkusuz varılan bu noktanın birçok sorunu içerdiğini sanırım herkes kabul edecektir. Bu bağlamda öncelikle ele alınması gereken konunun demokrasi, özgürlük ve mücadele gibi kavramların değersizleştirilerek “seçim demokrasisi” kavramının yeniden üretilmesi olduğunu düşünüyorum. (Eşitlikten söz eden ise neredeyse kalmadı.) Otoritenin/devletin bu bağlamda istediği dil, yaygın bir biçimde kullanılmakta: demokratik katılım ya da siyasi katılım denince akla sadece seçimler getirilmekte. Seçimden seçime oy kullanarak demokrasinin gereğinin yerine getirileceği, gerisinin yürütmeye bırakılması gerektiği –itiraza açık bir vargım- dolaylı yoldan ifade edilmiş oluyor. Bu konuşmada siyasi katılımın diğer yollarından hiç söz edilmemesi, “okumuşların” bu durumdan ne anladığını örneklemesi açısından önemli. 

Buradaki bir diğer sorun, kuşkusuz söz ettiğim türden bir dar görüşlülüğün etkisiyle de olsa gerek umudunu gelecek seçimlerde kullanılacak 6 milyon genç/ Z kuşağı oyuna bağlayanlardaki özgüven eksikliği. (Ve yukarıda söz ettiğim gibi her geçen an bu altı milyonun bileşenleri değişmekte.) Bu hesabının verilmesi gereken bir özgüvensizlik ki, bu durumdan sorumlu olduklarının da aslında açık bir ifadesi. Sorun şu ki kendilerini pek de sorumlu görmediklerinden en azından bir özeleştiri yapma gereği de duymuyorlar. Anlaşılan o ki geçmişlerine bakarak var olan “durumla” mücadele edecek cesareti de bulamıyorlar ya da çok olmuş yitireli. Bu geçmişin sorumluluğunu üstlenmekteki eksiklik ve gelecekteki mücadeleye dair cesaretsizlik, umutsuzluk onları hamalat hayallere sürüklüyor: Z kuşağına dair duyulan abartılı, mesnetsiz güven hali. Çok beklersiniz diyorum içimden…

Tabii her konuda fikir sahibi olanlar YÖK’ten bahşedilmiş akademik payelerinde etkisiyle bilgi sahibi olmadan, bırakın bilgi sahibi olmayı, en basitinden bir okuma yapmadan, araştırmadan sorumsuzca fikir üretmekte sakınca görmüyorlar. Bu Z kuşağının da davranış şekli değil mi? Küçük gözlemlerini genele yayarak konuşmaya devam ediyorlar; “mesela” diyor prof’umuz  “Amerikada okuyan kızım Türkiye’ye geldiğinde etek ya da şortla dolaşırken rahat edemediğini, özgürlüğünün kısıtlandığını söylüyor”

1) Z kuşağının “seçkin bir üyesi” ile karşı karşıyayız! Çoğu tanımlarda bu “seçkinlik” hali dikkat çekiyor.

2) Z kuşağı üyesi gencimizin ve annesinin –ve hatta yaşlı gazetecimizin de, onayladığına göre…- özgürlük kavramı algısında, tanımında bir sorun var. Kuşkusuz giyim kuşam rahatlığı özgürlüğü niteleyebilir ancak indirgenemez ve bir sorun olarak kuşağın özgürlük arayışı olarak ilk sırada dile getirilemez.

3) Zaten Z kuşağı denilen “özgürlük” denince ilk sıralarda bu ve bunun gibi sorunları gündemine –bireysel gündemine- getiriyorsa… gerisi yalandır, ya da başlıkta dediğimiz gibi hayal kırıklığı beklemektedir.

4) Bu bağlamda yolumuza devam edersek gerçek bir sorunla ve net bir hayal kırıklığı ile karşılaşmaları neredeyse yüzde yüz… Gözlerini islamcı faşizmle açan bu kuşağın teknoloji onlara hangi imkanları sunmuş olursa olsun önemli bir kısmının ilkel milliyetçi, bir diğer önemli kısmının ise dindar-kindar olduğunu rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. Üstelik asımsanmayacak bir yekün oluşturuyorlar, umudunu seçimlere bağlayanlar –tekrarla bu en basit demokrasi tanımı için kötü bir indirgeme basitleştirmedir = asgari demokrasi!. Ve buna rağmen- ve Z’nin oylarından seçimlerde müjde bekleyenler bu gerçeği görmeli. Aynı sorun “gelecek” beklentisinde daha sofistike bir hal aldığından rastgeldiğim konuşmaların çoğunda “geleceğin” yerini “seçim” alıyor. (Hele bir seçim olsun ve Z oylarıyla fundementalist-faşist rejim devrilsin “gelecek sorununu” biz hallederiz diye düşünüyor olsa gerek eskimiş kuşaklar.) Gençlik protestolarına Türkiye çapında gençlerden verilen desteğin öğrenci ve Z kuşağı niceliği dikkate alındığında çok çok zayıf kaldığı ortada, bunu görmemeyi yeğliyorlar. (=Eski kuşak oportünizmi dedikleride bu olsa gerek) 

Gezi sürecinde “eylemi okumak” ya da ona katılmak yerine güvenli mekanlarında “çeşitli” bahanelerle katılmadıkları eylem hakkında  “teori üretmeyi” seçenlerin, ötekinin eylemi üzerinden kendisine ve teorisine gelecek kurguladığına neredeyse hergün şahit olmuyor muyuz?

Ekrandaki sohbet ilginç açılımlarla devam ediyor ve gerçeği söylemek gerekirse sıradan bir kahvehane sohbetine dönüşürken dikkatli izleyicilere bekleyen ve beklenen hakkında ilginç gözlemler yapma fırsatı veriyor. Prof’umuz Z kuşağı temsilcisi gördüğü ABD’de eğitim gören kızından söz etmeye devam ediyor. (Keşke bir ara da özel hastanesinde tanı için zorunlu olabilen bir tetkikin SGK’lılara bile asgari ücrete yakın maliyeti olduğunu da söylese.) “Bize” diyor “Direnelim mücadele edelim” dediğinde, sosyal medyada onlara (!) destek verdiğinde –twit atarak olsa gerek!- kızıyoruz, tepki gösteriyoruz” deyiveriyor. Buna da “secaat arz ederken merdikıpti sirkatin söyler” derler!

Andy Warhol’un “birgün herkes 15 dakikalığına meşhur olacak” şeklindeki aforizması tüketime şartlanmış tüketime tapan bir kuşağın geleceğinin kehaneti olarak da sayılabilir. Bu bağlamda Z kuşağı ise söz edilen tüketim fetişizminin objelerini ve kavramlarını birkaç dakikada tüketen bir kuşak olarak tanımlanmalıdır.  Yukarıdaki anekdotun verdiği hızla devam edelim:

5) Bugün Z kuşağı olarak tanımlananlar, ebeveynleri kanımca Warhol’un kehanetinde kendisini göstern kuşak (Bu arada pandeminin birçok yeni meşhur yarattığını ve bu meşhurluğun 15 dakikalık kalmaması için bilim dışılıkta sınır tanmadığını da dile getirelim) . Yani 12 Eylül faşizminde dünyayı tanımaya başlayan, Özal’lı neoliberal yağma çağında “tüketimle” tanışan bir ebeveyn kuşaktan söz edilebilir. Eylemden, eylemlilikten korkan, sinizmi yaşam biçimi haline getirmiş ve hatta onu idealleştiren, siyaset dışı ya da apolitik olmakla övünen ve bu övüncünüde  “siyasete” ve “sokağa” küstahça bakarak dışavuran bir kuşak. Varoluşunu mülkiyet ile tanımlayan bir kuşak; üstüne üstlük sol dünyada bir hegemonya kurma hakkını kendisinde gören ve “mülkiyeti” aracılığıyla bu yolda da epeyce bir başarılı olabilen bir kuşak…

6) Bugün Z kuşağı tanımlanırken, bu tanımı niteleyen bazı unsurlar göz önüne alındığında sınıfsal bir betimlemeden itinayla uzak durulduğunu da görüyoruz. Eğer kuşağı doğum yılları aralığında bir bütün olarak ele alacaksak  onu toplumsal sınıflaşmadan bağımsızlaştıramayız. Ancak bu ve benzeri umutkar ve heveskar tartışmalarda gördüğümüz o ki belli varsıllıklara ulaşmış olmak, çeşitli stigmatizasyonlara dahil olmak Z kuşağının üyesi olarak görülmek için örnek koşullar olarak dillendirilmekte.

7) Teknoloji bağımlılığını överken bu bağımlılığın getirdiği sorunları görmezden gelmeyi yeğliyorlar.  Teknoloji bağımlılığı bireyselliği, kapalılığı ve teknoloji özelinde iletişimi önceliyor. Üstelik bu teknolojiyle kurulan ilişki varsıllıkla birebir bağıntılı. Aynı zamanda sınıfsal mesafelerinde  alabildiğine arttırılmasının nedeni. Bu nedenle tümüyle anlık “tüketimi tüketmeye” koşullanmış kuşak bir araya gelmekte zorluk çekmenin ötesinde, bırakın örgüt olmayı, grup olmayı bile beceremiyor. Paylaşma kavramından da bihaberler.

8) Tepkisellikleri sadece bireysel düzeyde kalmaya, bireysel meselelerle sınırlı kalmaya mahkum görülüyor. Twit atması engellenince çok kızıyor ya da giyimine birisi bir laf deyince “özgürlüğünün” gidiverdiğini, bitiverdiğini düşünüyor.

9) Evren-Özal kuşağının evlatlarından oluşan Z kuşağının bireyselleşmesi bile tüketim fetişizasyonu bağlamında alabildiğine sorunlu. Emek ve ortaklaşa çalışma kavramlarının onlar için bir değeri ve anlamının olmadığı kolaylıkla görülebiliyor. Kolay yoldan para kazanmaya hevesliler, birçoğumuz gibi (!), aynı şekilde olsun olması –işte burası asıl sorun- tüketim fetiş objeleriyle ancak varolabileceklerini düşünüyorlar. İlişkilerini niteleyen bu objeler oluyor. 

10) İletişim konusunda “sıkıntılılar”, ne var ki bu sıkıntılarından bihaberler. Kötü bir tanım gibi gelsede, amiyane bir söylem gibi gözükse de kullanacağım “sosyalleşme” konusu hayatlarında yok. Tartışmalı bir örnek vermek isterim: eğer görürseniz –çünkü görme olasılığınız çok az- bir restoranda akşam yemeği ortamlarını gözlemleyin. Hemen hepsi şekil şartını yerine getirmek için sanki orada, çoğunun telefonuyla “oynadığını” ve hatta masanın sohbetinin dışında kalıp sanal bir isim kullanarak sanal bir isimle, belkide gerçek varlığı şüpheli bir şahısla, iletişim kurmayı tercih ettiğini göreceksiniz. Bir yemek masası sosyal ortamının nasıl paylaşılacağını bilmiyorlar.

11) Teknoloji bağımlılığı onlarda “tüm bilgiye” sahip olduklarını sanmalarına neden olmaktadır. Yaşam gurusu gibi dolanırlar! Kitap okumazlar; tüm araştırmalar kitaptan uzak durduklarını göstermekte. İnternet aracılığıyla ya da sosyal medyadan “konu hakkında” öğrendikleri birkaç satırlık yalan yanlış bilgiyle işin sırrına vakıf olduklarını  sanırlar. Bu “bilginin”, mesnetsiz özgüvenlerinin eşliğinde onlara sınırsız ukalalık yapma hakkı verdiğini düşünürler.

12) Israrla ve tekrarla vurgulamak istediğim şey ise kesinlikle apolitik olduklarıdır. Umut bağlanan yüzde beşlik “politize” olanlardır. Beklenti içinde olanların seçime ait umutları belki Z tarafından doyurulacaktır ancak bu geleceğe ait olan için bir şey ifade etmeyecektir. Tümüyle bireyselleşmiş, erişilemeyen tüketime ve toplumdan bağımsız algılanan, toplumun bu bağlamda pek de umursanmadığı yoksunluklara ait tepkiler seçimde ifadesini bulabilse de bunun “daha iyi bir gelecek” için anlamı yoktur. Diğer taraftan şartlandırılmış ve fetişe edilmiş apolitiklik halinin ideolojik olarak çok kolaylıkla gideceği yer her zaman milliyetçilik ve bağlantı yolu liberalizm üzerinden faşizm ve kökten dincilik olacaktır. Tarih tekerrür halinde olsa bile ülkemizde her seferinde yaşanan trajedi olmaya mahkum gibi görünmektedir.

Devam edelim;

13) Zaman’ın da onlar için ne soyut ne de somut anlamı ve değeri vardır. Olsa boş zamanlarının –ki çok boş zamanları vardır!- neredeyse tamamını youtube vs. kanallarda ve sosyal medyada “bozdururlar”. Bir not: Briç oynamayı bilmezler çünkü ne sabırları vardır ne de sosyal kurgu becerileri!

14) İlişkilerde iletişimde iyi olmadıklarını söylemiştim. Ne ikili ilişkilerde ya da işlerde ne de birlikte çalışmada başarılı olma olasılıkları yoktur.

Aslında  Z kuşağı ile konuşulduğu şekliyle ilgisi olmayan gençlik protestoları gibi hareketleri evirerek Z kuşağına anlam yüklemek ve bu anlam üzerinden beklenti oluştururken bence daha fazla düşünmeli. Bu tarz bir düşüncesizlik halinde karşılaşılacak hayal kırıklıklarına hazır olmalarında –beklenti sahiplerinin- fayda var. Onlara önerim kendilerininde “bizden artık geçti” bahanesinin arkasına saklanmak yerine birşeyler yapmaları. Gereksinim duyulan A, B, …, X, ya da Z kuşağı değil A’dan Z’ye mücadele cesaretine ve durumun bilincine sahip özgürlüğe eşitçe kavuşmaya kararlı bir örgütlülük ve buna inanmış kuşaklar topluluğu.

Alabildiğine kötümser olduğumu biliyorum ancak iyimser olmak için –keşke olsa- diğerleri kadar bir neden göremiyorum. Üstelik bu kötümser olma halim gün geçtikçe daha da niteliksel ve niceliksel birikim sağlıyor. Bu “birikimimin” en somut örneğini ise pandemi süreci ile birlikte görme “şansını” yakaladık. Z kuşağının bildiğimiz kuşak tanımlamalarına uymadığını akışkan-hareketli olduğunu söylemiştim. Bu nedenle dün öndört, on altı yaşlarında olanlar birkaç sene sonra –alfabelerde son harfe geldiğimize göre; yoksa bu da “tarihin sonu” safsatasının yeni bir versiyonu mu?-  Z kuşağının üyesi olacaklar, yedi sekiz seneliğine! Z kuşağının bütün özelliklerini taşıyarak ve bir takım yeni eklemelerle. Bu “eklemeler” tanımlanan Z kuşağı tarafında kolaylıkla benimsenebilecek, koşullara ve duruma uygun “yenilikler”. Şimdiden onları Zplus ya da Z+Covid kuşağı olarak adlandırabilir ve yeni dönem hazırlıklarına başlayabiliriz. Neler olabilir bu yenilikler: 

15) Pandemi krizi ile ekonomik krizi birlikte yaşayan bu kuşak net bir şekilde dekadansın / çöküşün, çürüme ve yozlaşmanın  en görünür, somut haliyle tanıştı. Ne var ki bu tanışıklık hali ile olup bitenleri algılamanın aynı şey olmadığını söyleyelim. En başında apolitiklik durumu bu algının önünde en büyük engel. 

16) İlk gençliklerini bu günlerde yaşayanların “bilim” kavramı ile tanışıklıkları sorunlu bir şekilde gelişti. Bunda –sağ olsunlar- bilim insanlarımızın da önemli bir katkısı oldu. Diğer taraftan bu bağlamda bir kaygısı olanların bile bilimle olduğu kadar sanat ve kültür ile de aralarına zamansal uzaklıklar girdi. Örnek olsun tiyatro ve konser ile mutlaka tanışmış olmaları gereken bir yaşta mahrum kaldılar, ilgili olanlar bile. Ne yazık ki tiyatronun sahenede, konserin konser salonunda izlenen toplumsal bir eylem olduğunu, bunların kültürel ve sanatsal bir edinim olduğunu öğrenemediler. Ya da öğrenmekte geciktiler. Zaten Z kuşağı da bu bağlamda masum değil!  

17) İletişimsizliklerini ve asosyalliklerini biraz olsun giderebildikleri okul ortamından uzak kalmaları ve bu zamanın telafisinin teknoloji aracılıyla sağlanması abi-abla Z’lerden daha da olumsuz bir şekilde yüklemlenmelerine neden oldu.

Diğer taraftan bir olumluluk arayışında böylesine kurgulanmış bir devlet-ülke-toplum ortamında okulla tanışmamış olmasının, okula gitmemiş olmasının başlıbaşına bir şans olarak değerlendirilmesi de mümkün. 

18) Kalıcı ve yansımalı etkilerini hemen görmeye başlasak da yıllarca sonra bile kimliklerine-kişiliklerine kazınmış bir durum yaşandı pandemi sürecinde Zplus  kuşağı için. Ekonomik krizin en yıkıcı sarsıcı etkilerini günbegün aile içinde yaşadı; günden güne yoksullaştıklarını, belki yeterince tanımlayamasa bile açlıklarını –daha sonraki yaşlarında daha iyi yorumlayabileceği gibi- yaşadı. Bunun kimlik-kişilik oluşmasındaki gelişimindeki etkileri daha sonraki yıllarda acı bir şekilde ortaya çıkacaktır. Ne var ki politik olmama durumu ve hatta fetişe edilen apolitik olma hali bunun nedenlerini sorgulamayı öteleyecek ve gündeme getirmeyebilecektir. Bu bağlamda toplumsal ya da örgütlü bir algılayışın olamayacağını düşünüyorum.

19) Aslında tüm bu sıralamalardan bağımsız ve hepsinin önünde gelen kuşağın kimlik ve kişiliğinin, karakterin oluşmasında, nitelenmesinde, belirlenmesinde en büyük unsur ise ülkenin tümüyle üstüne çöken, yaşamı gasp eden ırkçı ve dinci faşizmin karanlığı… Ülkede yaşayan herkesi bir şekilde etkiliyor, ancak en büyük etkinin söz konusu kuşakta olacağı geleceği kurgularken anımsanmalıdır.


*-Z ve Zplus kuşağına dair beklentilerin bir kenara bırakılması ya da öncelenmemesi elzemdir. Asıl sorun A’dan Y’ye bütün kuşakların sorumlulukları –ve geçmiş ve süregiden hataları- ile yüzleşebilmeleridir. En azından Z kuşağı üzerinden bir seçim zaferi ya da totaliter bir rejimin bu yolla yıkılabileceğine dair beklentilerin revize edilmesi, asgari beklentiler dahilinde bile olsa demokrasinin yeniden tanımlanması gerekiyor.

*-Söz konusu televizyon programı yeni koşullara göre neredeyse deja-vû duygusu uyandıracak biçimde karşıma çıkınca geçtiğimiz kış yazılan bu yazı “güncellenmiştir.”

Tolga ERSOY
Latest posts by Tolga ERSOY (see all)