Devlet kendi şiddetine “hukuk” bireyinkine ise “suç” adını verir.
Max Stirner
Genel Unsurlar
Toplumu oluşturan bireyler tarih boyunca statü, mülkiyet, iktidar gibi alanlar itibariyle eşitsiz konumlara dağılmışlardır. Bu farklılık ve eşitsizliklerin ifade edilmesi için çeşitli kavramlar geliştirilmiştir. Bu kavramlar zamanla sosyal bir tabaka veya günümüzde kullanılan sınıfları işaret eden nitelik taşımıştır. Sınıflar, hem toplumun hiyerarşik, hem de eşitsiz konumları belirlemek için kullanılmıştır. Günümüzde bu sınıfların ezen ve ezilen olarak nitelendirilmesinin nedeni üretim ilişkileri ile ilgilidir. Üretim ilişkileri aynı zamanda bağımlılığı ve çatışmayı bir arada barındırır. Bu nedenle toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir. Ezen ile ezilen sınıflar sürekli çatışma halindedir; kimi zaman örtük, kimi zaman açık… Çatışmalar, ilkel köleci toplumdan feodalizme, sonraki aşama olan kapitalizme geçişin itici gücü olan ekonomik yapıya bağlı sınıflar arasındaki savaşımdan ibarettir. Antik uygarlıklardan tutun da Roma İmparatorluğu’na ve günümüze kadar süregelen savaşların tümü sınıfsal niteliğe sahiptir. Savaşlar kimi zaman egemen sınıflar için ezilenler kendi aralarında; kimi zaman egemenler ile ezilenler arasında geçmiştir. Hukuk kuramına baktığımızda savaşanların değil, savaştıranların hukuku, yani egemen sınıfların hukuku olmuştur; hep egemenler korunmuştur ezilenlere karşı. Bu nedenle bağımsız ve toplumların haklarını kapsayacak düzenlemeler yapılmamıştır. Düzenlemeleri gerektiren mevzuatlar her ne kadar tüm toplumu kapsar gibi görünür olsa da hiçbir zaman geniş kesimlere yönelik olmamıştır.
Toplumsal yapı denildiği zaman karşımıza iki ana unsur çıkar. Bunlar “Altyapı ve Üstyapı” dır. Marks’a göre “altyapı, üstyapıyı belirler.” Bunu da insan ilişkileri belirler. Günümüzde insan ilişkilerinin temelinde de üretim ilişkileri yatar. Buna sınıfsal ilişki diyoruz. Bu sınıflar üretim araçları üzerindeki mülkiyet hakkına sahip sınıf olarak nitelenen “Burjuvazi” ile emekten başka hiçbir sermayesi olmayan işçi sınıfını oluşturan “Proletarya”dır. Burjuvazi ile proletarya arasındaki fark, üretim araçlarına sahip olup olmamakla ilgilidir. Russel Keat’a göre… [1] “Buna ek olarak iki sınıf arasındaki ilişkiler hem bağımlılık hem de çatışma üzerine kuruludur.”
Altyapı ve üstyapı, toplumsal kurumlar ile toplumun manevi, siyasi düşünsel olaylarının oluşturduğu unsurlardır. Bunun içine kültür ve ideoloji de girer. Altyapı, üretici güçler ve üretim ilişkilerinden oluşur. Geniş bir tanımlama ile üstyapıda; inanışlar, felsefe, hukuk, ahlak, sanat, din, ideoloji, siyaset ve kültür yer almaktadır. Üstyapı maddi olmayan ögelerden kuruludur ama maddi tabanı oluşturan altyapıyla ilişkilidir. Altyapı, üstyapıyı oluşturan kültür, kurumlar, ideoloji, siyasi yapı, roller, ritüeller, devlet ilişkilerini ve düşüncelerini belirler. Diğer bir deyişle Marks’ın 1859 tarihinde kaleme aldığı Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsöz’ünde dediği gibi “üretim ilişkilerinin toplamı, toplumun ekonomik yapısını oluşturur. Yani hukuki ve siyasi üstyapıların dayanağı ve toplumsal bilinç biçimlerinin denk düştüğü gerçek temel” [2] bu ilişkilerdir.
Marksist hukuk sisteminin temel ilkesi, liberal siyaset felsefesinin merkez noktası olan “Hukukun Üstünlüğü” olarak adlandırılan ideali eleştirmektir. Eleştirel bakış açısı toplumsal dinamiklerin asıl belirleyicisi olan altyapıya yönelmiştir. [3]
Hukuk da tıpkı devlet gibi sınıflı toplumla birlikte ortaya çıkmıştır. Sınıflı topluma geçiş aynı zamanda “hukuklu toplum”a geçiş anlamındadır. Dolayısıyla hukuk, mülkiyet biçimindeki değişikliklere duyarlı bir gelişim göstermiştir. Bir mülkiyet biçiminin kendi içinde derinleşmesi, gelişmesi ya da yeni bir biçime dönüşmesi, hukukta benzer sonuçların doğmasına neden olmuştur.
Hukuk aynı zamanda sınıflı toplumlarda devletin varlığı ile özleştirilen bir kurumdur. Hukuk ile devlet genel anlamda aynı kavramı ifade eder. Hukuk kurallarının uygulanması, devletin varlık nedenidir. Otoriter rejimlerde bu uygulama, devleti elinde bulunduran otoriterin uygulama biçimi ile de özdeşleştirilir. Yani hukuk, otoriterin kendisini devlet yerine koyması ile bunu istediği gibi uygulayabilme imkânını bulan bir araçtır. Bu araç giderek mevcut hukuk kurallarının rafa kaldırılmasına kadar varabilir. Hukuk kurallarını uygulamakla görevli yargı organını esir alır, gerektiğinde mevcut burjuva hukukunun çiğnenmesini onlar adına yapar, her koşulda hukuksuzluğu oldubittiye getirir.
Egemen sınıfın çıkarlarını gözeten ve koruyan hukuk, bu bağlamda egemen sınıf adına tüm toplumu kapsayacak biçimde düzenlenmiştir. Üstyapı aracı olarak varlığını koruyan ve sürdüren hukuk, üretim araçlarını elinde bulunduran burjuva sınıfına ait bir kurumdur, tıpkı devlet kurumu gibi… Bir üst yapı kurumu olarak hukuk, tarihsel süreç içinde hâkim sınıfların kullandığı bir araç olmanın ötesinde bir varlık gösterememiştir. Kapitalist dönemden önceki feodalitede hukuk, hâkim olan feodalitenin, derebeylerin ve kölelerin ilişkilerini düzenliyordu. Bu düzenleme ve karar verme mekanizmaları hiç şüphesiz ki bugünkü kapitalist sistemde gördüğümüz gibi o dönemin egemen sınıfı olan feodallerin ve derebeylerin lehine işletilmiştir.
Marksizm’in hukuka bakışı
Toplumsal yaşamın temel alanlarından biri olan hukuk konusunda Marksizm’in sessiz kalması düşünülemez. Bir hukukçu olarak Marks, ekonomi, siyaset ve felsefe üzerinde yaptığı çalışmaları hukuk alanında göstermemiştir. Bununla ilgili ulaşabildiğimiz kaynaklar sınırlıdır. Bu kaynakları Komünist Manifesto’da, Ekonomi ve Felsefe Elyazmalarında, Kapital adlı eserlerinde satır aralarında görebiliyoruz. Ayrıca Marks ve Engels’in “Devlet ve Hukuk” adlı eserinde de görüşlerini okuyabiliyoruz. Tüm kaynaklar bir araya getirildiğinde Marksizm’in hukuk tezi ortaya çıkıyor. Hukuk ve yargı gibi kavramlar devletin uzantılarıdır. Özel bir çalışma yapılmamasının nedeni bu olabilir. Buna rağmen Marks ve Engels’in Devlet ve Hukuk adlı yapıtında belirttiği gibi, “Modern bir devlette hukukun yalnızca genel ekonomik duruma uygun düşmesi ve onu yansıtması gerekmez. Hukukun bir de iç çelişkilerin yumağına dolanmamak için kendi içinde tutarlı bir bütün olması” gerekir. Bu süreç giderek toplumsal ilişkileri yansıtma özelliğini kaybeder ve burjuvaziye özgü hukuk kurallarına dönüşen üstyapısal bir olgu olma özelliğini kazanır.
Marks’ın ifade ettiği gibi kapitalist topluma bakarken hukukçu gözlüğünü takarak bakılmaması gerekir. Hukuk penceresinden bakarak burjuva toplumunu ve çelişkilerini açıklamak mümkün değildir. Çünkü hukukun tanımladığı toplum, burjuva çıkarları doğrultusunda idealize edilmiş bir toplumdur. Bu, aynı zamanda çıkaracağımız birinci tespittir.
Marks ve Engels’in belirttiği gibi “Kapitalist toplumlarda yürürlükteki yasalar, yalnızca sınıf egemenliğine ve sınıf sömürüsüne dayalı toplumsal ilişkileri korumuşlardır. Egemen sınıf devlet gücünü kullanarak iradesini yasa yoluyla açığa vurur. Bu öyle bir açığa vurmadır ki yasaların içeriği özel hukukun ve ceza hukukunun da apaçık kanıtladığı gibi, her daim, söz konusu egemen sınıfın kendi ilişkilerince belirlenir.” Bu nedenle: “Bütün tarih boyunca, günümüze dek, şu ya da bu ölçüde yürürlükte kalmış olan yasalar, yalnızca sınıf egemenliğine ve sınıf sömürüsüne dayalı toplumsal ilişkileri korumuşlardır.” [4]
Hukuk, üstyapı bir kurum olup, köken olarak üretim biçimiyle kopmaz bağları bulunan bir olgudur. Hukuk, devlet konusunun bir uzantısıdır. Marks’ın ifade ettiği gibi “hukuk, çözümlenmesi değil, aşılması gereken bir yabancılaşma konusudur.” Din bu yabancılaşmanın “kutsal görüntüsü”dür. Hukuk ise bu yabancılaşmanın “dünyevi (lokal) biçimi”dir. Hukukun tanımladığı toplum, burjuva çıkarlarına göre idealize edilmiş bir toplumu ifade eder. Dolayısıyla “hukuk, gerçek sosyal bir olgu değildir, türev ve üst yapısal bir olgudur. Varlığı ve içeriği tamamen altyapıya bağlıdır. Hukukun kendisine özgü bir evrimi yoktur. Dolayısıyla tarihi de yoktur. Bu nedenle hukuk kurumsallaşmış şiddettir ve silah gücüyle sınıf egemenliğine dayanır.” Yani hukuk her şeyden önce bir tahakküm aracıdır, hem de ideolojik nitelikte!.. Bu nitelikle hukuk, bir burjuva icadı ve ideolojisidir.
Marks, Gotha Programı’nın eleştirisinde kısaca şu hususlara değiniyor: “Burjuvazinin hukuk hayali işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu bütünüyle ifade etmeye yetmez. İşçi sınıfının kendisi, şeylere ancak kendi gerçeklikleri içinde, hukuksal renklerle boyanmamış gözlüklerle bakarsa, bu durumu tam olarak tanıyabilir.” Engels ise, doğru bakış açısının ne olması gerektiğini şöyle ifade etmektedir: “Marks materyalist tarih anlayışıyla, insanların bütün hukuksal, siyasal, felsefi, dinsel vb. düşüncelerinin, son tahlilde onların ekonomik yaşam koşullarından, ürünleri üretim ve değişim tarzından geldiğini tanıtlayarak işçi sınıfına bu iş için yardım etti.” [5] Marks, hukukun aynı zamanda ideolojik bir araç olduğunu ve modern hukukun burjuvazinin dünyaya bakış açısını yansıttığını belirtmiştir. Engels, ortaçağ hukukunun dinsel inançlarla şekillendiğini, burjuva hukukunun ise bilimsel temellere dayandığını ve burjuvazinin siyasal aracı olduğunu vurgulamıştır.
Hukuk kuralları uygulandığında devlet iradesi aranmaz. Bu da Marksizm’in hukuk konusunda ikinci tespitidir. Bir üstyapı kurumu olarak hukuk uygulamasını doğrudan üretim ilişkilerinden alır ve toplumsal ilişkileri bu kurallara göre düzenler. Hayata geçiren güç, devlet erkidir. Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı adlı yapıtında bu gerçeği ortaya koymuştur. Hukuk, kaynağını devlet iradesinden almadığı gibi, burjuva hukukçularının iddialarının aksine, soyut bir “özgür irade” de değildir. Burjuvazi nazarında “özgür irade”, toplumun ortak çıkarları adı altında egemen sınıfın çıkarlarını gözeten bir kurallar bütünüdür ve modern hukuk olarak ifade edilen bu kurallar, toplum ilişkileri adı altında özünde burjuva ilişkilerini düzenleyen bir hukuk sistemini inşa etmiştir. Kaldı ki bir soyut kavram olan “özgür irade”nin de temeli yoktur.
Burjuvaziye göre bağımsız bir yargı, hukuk devletinin olmazsa olmasıdır. Hukukçular bağımsız yargıyı, hukuk devletinin önemli bir unsuru, bireyin özgürlüğünü korumaya yönelik bir önlem olarak tanımlarlar. Bu tanımlamaya göre de yargının bağımsız olabilmesi için “kuvvetler ayrılığı” burjuvazi prensibinin uygulanması, yargının yasama ve yürütmeden bağımsız olması ve kendisini koruması gerekiyor. Teorik temellerini burjuva ideolojisinden alan Locke ve Montesquieu’nün ortaya attığı bu prensiple amaçlanan, her bir gücü diğeri karşısında özerk kılmak, her gücü kendine özgü işlevlerle sınırlamak ve güçlerin kötüye kullanılmaması için dengenin korunması gerekmektedir. Dolayısıyla hâkimin ve yargının bağımsızlığını koruması için de yine bağımsız organlarca denetlenmesi ilkesi getirilmiştir.
Kerem Dağlı’nın 1 Ocak 2011 tarihinde kaleme aldığı “Hukukun Üstünlüğü ve Bağımsız Yargı Üzerine” adlı makalesinde belirttiği gibi “Kanun yapıcılar” diye adlandırılan burjuva hukukçularda somutlanan bu ‘özgür irade’nin, gerçek anlamda özgürlükle hiçbir ilgisi yoktur. Bu kanun yapıcıların tamamı egemen sınıfın parçası” olmasıyla ilgilidir. “Burjuvazi, bu ‘özgür irade’ kavramıyla, hukukun toplumu oluşturan sınıfların hepsine eşit mesafede durduğunu, hiçbir sınıfın özel çıkarlarını yansıtmadığını, bir anlamda sınıflar üstü bir niteliğe sahip olduğunu iddia etmektedir. Bu durum, burjuva hukukunun temelini oluşturan “eşitlik, özgürlük ve adalet” kavramları için geçerlidir.
Burjuva düzeninin bir kurallar bütünü olan ve gücünü devletin yaptırımından alan hukuk, gerçek hayattan tamamen kopmuş ve kendi soyut ve ideal gerçekliğini yaratmıştır. Engels’in 1890 tarihinde Conrad Schmidt’e yazdığı mektupta bu olguyu adeta doğruluyor. “Modern bir devlette, bu hukukun yalnızca genel iktisadi durumu dile getirmesi, onun dışavurumunun olması değil, ama içsel çelişkileri olmayan, tutarlı dışavurumu da olması gerekir. Bu amaca erişmek için, iktisadi koşulların doğru yansıması gitgide yok edilir. Öyle ki, bir yasanın, bir sınıf üstünlüğünün kesin, saf, içten dışavurumu olduğu çok ender görülür: Böyle bir durum ‘adalet kavramı’na aykırı olurdu.” [6]
Marksizm’in hukuka bakışı en kaba haliyle özetlersek şu sonuca varabiliriz: Hukuk, üretim ilişkilerine dayanan ve altyapı tarafından belirlenen bir üst yapı kurumudur. Diğer üstyapı kurumlarıyla birlikte toplumun üretim ilişkilerini yansıtır. Burjuva toplumlarında hukuk, burjuva değerlerini yansıtır. Diğer bir deyişle burjuvazinin çıkarını korur. Bu nedenle böyle bir toplumda hukuk başta proletarya olmak üzere toplumun alt sınıfları üzerinde bir baskı aracı olma özelliğini taşır. [7] Sınıfsız toplumda herhangi bir tahakküm aracı olmadığına göre, hukuk da devlet gibi varlığını devam ettirmeyecek ve sönümlenecektir.
Hukuk salt kurallardan ibaret değildir. Cebir unsurunun olmadığı bir hukuk düşünülemez. Dolayasıyla hukuk her zaman zor kullanma aracını elinde bulunduran bir iktidara yaslanır. Öylesine izole edilmiştir ki, hukuku yaratmak ve mahkemeler aracılığıyla uygulamak da metazoriye dayanır.
İlkel toplumlardan ortaçağ toplumlarına kadar kentliler, köleler asil sınıflar ve köylüler, vardı. Hukuk, kölelere karşı kentlileri, köylülere karşı da asil sınıfları koruyordu. Günümüz kapitalist toplumlarında niteliksel bir değişim görüyoruz. İlkel, feodal toplumlarından farklı olarak iki temel sınıf gözümüze çarpıyor. Kapitalist sınıf ile işçi sınıfı… Bugün de hukuk işçiye karşı kapitalisti koruma özelliğini taşıyor.
Marks ve Engels “Devletin ve Hukukun Mülkiyet İlişkisi” başlığı altındaki yazılarında buna ayrıntılı olarak yer vermiştir. Sınıflı toplum demek, bir sınıfın, başka bir sınıf üzerindeki tahakkümü demektir. Baskı kuran sınıf, egemen sınıftır. Tarih boyunca hukuk, egemen sınıfın haklarını koruyan bir sistem şeklinde tezahür etmiştir. Hukuk, egemen sınıf tarafından kendi çıkarları doğrultusunda yaratılmış kurallar bütünüdür. Bu olgu dün böyleydi, bugün de böyledir. Dolayısıyla hukuk bir bakıma egemen sınıf tarafından çıkarılır ve ezilen sınıf ilişkilerini düzenler. Aynı zamanda hukuk, sınıflar arası ilişki ve çelişkilerin denge unsuru olarak uygulama alanına sokulmak istenmiştir.
Burjuva sınıfının hukuk kurallarını bunca tercihe meraklı olması tesadüfi değildir. Üretim ilişkilerinde emek ve sermaye çatışmasını sermayenin lehine meşru göstermek için bu kurallara ihtiyacı duyulmuştur. Bu nedenledir ki hukuksal dünya görüşünün savunuculuğu da kapitalist sınıfa ait bir olgu haline gelmiştir.
Yukarıda belirtildiği gibi hukuk, üretim ilişkilerinin sonucu olarak doğmuştur. Evrensel hukuk teriminin ortaya çıkışı da kapitalist dönemle birlikte olmuştur. Hukuku özel mülkiyetten farklı düşünmek mümkün değildir. Hukukun gelişmesinin temel nedeni de özel mülkiyet ile ilgilidir. Özel mülkiyet genişledikçe hukuk da buna paralel olarak kendisini yenileyecektir. Günümüzde toplumdaki ezilmişliğin temel nedenini de kapitalizmin ve kapitalist üretim sisteminin genel işleyişinde aramak gerekir. Kapitalist üretim ilişkileri toplumsal çatışma üzerine kurulduğu için bir üstyapı kurumu olan hukuk da toplumsal çatışmayı temsil eden normları içinde barındırır. Sonuçta hukuk müeyyideleri, burjuvazinin proletarya üzerindeki tahakkümüdür.
Hukukun yaptırım gücü
Hukukun, tıpkı devlet gibi üretim ilişkilerinde egemen olan mutlu azınlığın denetimi altında bulunan bir üstyapı kurumu olduğunu daha önce belirtmiştik. Üretim ilişkileri aynı zamanda toplumun ekonomik yapısını, belirli toplumsal bilinç biçimlerini de belirler, hukuki ve siyasi yapının somut temellerini oluşturur. Bununla birlikte hukuku sadece ekonomik ilişkilerin bir yansıması olarak kabul etmek doğru değildir. Hukuk bir sistemler bütünü içinde farklı bir sınıflandırmaya sahiptir.
Hukuk, zora dayanan bir müeyyideler bütünüdür. Engels, zorun sadece polis, jandarma, emniyet türü kuvvetlerin ifade ettiği güçlerle sınırlı olmadığını, hukuk ile devlet arasındaki ilişkilerin sınıfsal niteliğini de içine aldığını ifade etmiştir. Dolayısıyla hukuk kapitalist sistemde egemen sınıflarca zora dayanan bir yaptırımlar bütünüdür. Hukuk, aynı zamanda törelerin ve alışkanlıkların meşru ve yasal sınırlarını, üretici güçlerin gelişim düzeyine bağlı olarak mülkiyetin yapısını, egemenliğini oluşturan, toplumsal yapıya uygun düzenlemelerin belirlenmesini temsil eden bir aygıttır. [8] Kapitalist toplumlarda egemen sınıf burjuvazi olduğuna göre, hukuk ve devlet temel olarak burjuvazinin sınıf çıkarlarının koruyucusu, gözetleyicisi ve düzenleyicisidir. Hukuk kurallarının herkes için bağlayıcı olması gerekir. Yaptırım demek, bir hukuk kuralına aykırı davranılması halinde hukuken öngörülen sonuçtur. Yaptırım bir hukuki kuralı diğer düzen kurallarından ayıran özelliktir. Diğer bir deyişle zor kullanma yöntemidir. Müeyyideler ceza, cebri icra, iptal, tazminat, müsadere vb. şeklinde tezahür eder. Her ne kadar teorik olarak herkesi bağlıyorsa bile, hukukun bu tür cebri, müsadere vb. uygulamaları ezilen sınıflar üzerinde yapmakta mahirdir. Egemen sınıfa yönelik bu tür uygulamaya bugüne kadar rastlamadık. Yönetim biçimi ister liberal kapitalist olsun, ister otoriter tarzda olsun, sınıf tahakkümü değişmemektedir,
Egemen sınıflarda hukuk
Proleter hukuk ile burjuva hukukunun kavrayışında ve uygulamasında önemli tezatlar mevcuttur. Bunların belli başlı olanları aşağıya çıkarılmıştır.
- Marks’a göre “Toplum hukuk üzerine kurulmaz, bu bir hukuksal uydurmadır. Tersine, hukuk, topluma dayanmalı; kişisel kaprislerinden farklı olarak, toplumun, belirli bir zamanda egemen olan maddi üretim biçiminden doğan ortak çıkarlarını ve ihtiyaçlarını ifade etmelidir.”
- Sosyalist hukukta egemen sınıf bir avuç azınlık değil, çoğunluktur; Komünist topluma geçişte devlet gibi hukuk kurumu da ortadan kalkacaktır. [9] Hukuk, üstyapı bir kurum olup, köken olarak üretim biçimiyle kopmaz bağları bulunan bir olgudur.
- Hukuk, devlet gibi baskıcı bir nitelik taşır ve burjuva hukukunun zorlayıcı niteliği “toplumsal kriz dönemleri”nde daha fazla yoğunlaşır. “Kapitalist hukuk, taviz hukuku ile sulandırılmış bir tahakküm hukukudur.” Sosyalist toplumlarda hukuk belki biçim olarak burjuva hukukuna benzeyebilir, ancak temel farklılık, tahakkümde egemen sınıfının değiştiğidir.
- Hukuk, kuralları ile bir bütün olarak topluma kendi üretim biçimini dayatan bir sınıfa verilen rolün gerçekleşmesini sağlayan bir araçtır. Burjuva hukukunda mağdur, her zaman burjuvazinin kendisi olmuştur. Proleter hukukunda ise mağdur olgusu yoktur.
- Sosyalist hukuk, insanın insan tarafından sömürülmesine ilişkin herhangi bir sistem getirmemektedir. Egemen sınıf, toplumun genelinde burjuvaziden farklı olarak bir azınlık değil, çoğunluktur. Kapitalist toplumlarda egemen sınıf üretim araç ve gereçleri üzerinde mülkiyet hakkına sahip bir avuç mutlu azınlıktır. Kapitalist hukukta egemen sınıf tahakkümü demek, mutlu bir azınlığın, büyük çoğunluk üzerindeki ezici baskısı demektir. Sosyalist hukukta ise, büyük çoğunluğun, azınlık üzerindeki hâkimiyeti anlamındadır.
- Burjuva hukukunun cebri niteliği burjuva devletinin içeriğinde olan ve ona yapışmış zorlama olgusundan ve devlet aygıtının bütününden kaynaklanır. [10] Sosyalist toplumda baskıcı unsur nitelik değiştirir, baskıcı özellik zaman içinde sönümlenir.
- Kapitalist toplumlarda hukuk, egemen sınıf tarafından kendi çıkarları doğrultusunda yaratılmış bir olgudur. Egemen sınıf, kendi çıkarlarını uzun dönemde nasıl koruyacağının bilincindedir ve hukuku kendi ideolojik kavramlarına dayatır. Proleter hukukunda egemen sınıf işçi sınıfıdır. Hiçbir çıkar veya karşılık beklenmeden uygulanacak kurallar herkes için eşit özellik taşır.
- Kapitalist legalitenin sınıf muhtevası, sınıfsal tahakkümü sürdürmek amacına dayandığı halde sosyalist legalitenin sınıf muhtevası, toplumun sınıflara bölünmesinin tasfiyesine dayanır. Bu nedenle sosyalist toplumda da devletin zorlama işlevi sürecektir. Çünkü kapitalist sınıfın tasfiyesi bir anda gerçekleşmez; ayrıca toplumsal yaşamda anarşi ve başıboşluğun hüküm sürmesi mümkün değildir. Toplum gerekli aşamaya ve kültürel düzeye gelinceye kadar devletin zorlama özelliği [11] devam edecektir.
- Kapitalist sistemde özel hukuk büyük öneme sahiptir. Sosyalist sistemde özel hukuka ihtiyaç duyulmaz. Kamu yararı ön plandadır. Burjuva toplumlarında üst yapı kurumu olan hukuk bir avuç egemen sınıfın yararına toplumu idare edenler için bir araçtır. Oysa proleter hukukunda toplumun çıkarı ön plandadır. Dolayasıyla sosyalist hukukta hukukun amacı burjuva adaletini değil, proleter adaleti tesis etmektir.
- Burjuvaziye göre hukuk olmazsa kaos ortamı ortaya çıkar ve herkes birbirini öldürür. Bu sav burjuvazinin aptalca mazeretinden ve bahaneler üretmesinden başka bir şey değildir. Oysa sosyalist toplumda henüz hukuk tesis edilmemişse bile yargıç, gelenek ve görenekler, toplumun vicdani ve ahlaki kuralları ile büyük yığınların çıkarını gözeterek gerekli kararları verir.
- Otoriter rejimlerde hukuk her zaman otoriter liderin, ailenin veya zümrenin elinde bir sopa niteliğine bürünür. Bugün Türkiye’de gördüğümüz ve yaşadığımız hukuk niteliği bundan öteye gidemiyor.
Avrupa’da ve zamanla ülkemizde kriz dönemlerinde rıza veya cebir yöntemlerin kolaylıkla işlemediği, hukuk ve devletin zaafiyet gösterdiği ve kitlelerin katkısının zayıfladığı dönemlerde egemenler hukuk ve devlete olan inancı korumak için reformlara başvurarak işçi sınıfını aldatmaya yönelik girişimlerde bulundular. Reformların aldatıcı yönü kitlelere yapılmış gibi gösterilmesiydi. Oysa egemen sınıflar krizleri ötelemek ya da hafifletmek için kitlelere değil bizzat kendileri için reformlar yaptılar ve yapmaya devam ediyorlar.
Marks, işçi sınıfının en zayıf olduğu dönemlerde bu politikayı bile teşvik etmiş ancak bel bağlamamıştı. Çünkü söz konusu olan burjuva hukukuna ve devletine olan inancın yitirilmesidir. Bu duruma günümüzde “havuç-sopa” politikası denmesinin nedeni de budur. Proletarya kendi çıkarlarını radikal yöntemlerle geliştirmezse krizler her zaman egemen sınıfları rahatlatma [12] eğilimini göstermeye yönelecektir.
Türkiye’de hukuk
Cumhuriyetin ilk yıllarında savaştan çıkmış bir Türkiye’de halkın bitkin, yoksul, harap olmuş hali, örgütsüzlüğü nedeniyle herhangi bir devrim tehlikesi mevcut değildi. Uluslararası tekelci burjuvazinin emrindeki yerli kapitalizmin hâkim olduğu 1960’lı yıllarda işçi sınıfı örgütlenmiş, Türkiye proletaryası baskısını kullanmıştı. İşçi sınıfının gerek özlük hakları için ve gerekse yoksulluk ve sömürü düzenine karşı başkaldırmış olması, devrim yapacakları korkusuyla 12 Eylül cuntası harekete geçirildi. Bunda güdülen amaç güçlü bir yürütme organının oluşmasına zemin hazırlamaktı. Bu nedenle 12 Eylül cuntası, asker ve teknokratlardan oluşan bir hükümet modeline geçti. İşçi sınıfı örgütleriyle birlikte bir daha bir araya gelmeyecek şekilde dağıtıldı. Tıpkı bir zamanların Fransa’sında Louis Bonaparte ve Nazi Almanyası’nın Hitler faşizmindeki diktatörlüğün sahne alması gibi… Dolayısıyla Türkiye kapitalist Avrupa’da görülen burjuva demokratik devrimi sonrasındaki işçi haklarının hiçbirine sahip olamadı. Kapitalistlerin ağızlarından düşürmediği “müreffeh bir Türkiye” ideali gerçekleşmedi. Avrupa’da işçi haklarının belli bir sosyal güvenceye bağlanması, ülke kazanımlarının küçük bir parçasının kemik artığı örneği gibi, işçi sınıfına sus payının verilmesi ve son olarak dünyaya örnek olmuş bir “Sovyetler Birliği Sosyalizmi”nin içerden ve dışardan yıkılması sonrasında artık burjuvazinin devrim korkusu giderilmiş oldu.
Zor kullanıma gelince; hukukun işlevsel kuralları geçerliliğini yitirmiş, tamamen “cebir” unsuruna dayanmıştır. Bu kavram “zor kullanımı”nı tekeline almış siyasi iktidara yaslanmıştır. Kaldı ki Türkiye tipi otoriter rejimlerde burjuva hukukundan söz etmek de pek olası değildir. İnsanlar, düşüncelerini serbestçe ifade edemiyorsa, keyfi olarak tutuklanıyorsa, insan hakları sözleşmelerini uygulanmıyorsa, Anayasa’da yazılı temel hak ve özgürlükler çiğneniyorsa, yüksek mahkemenin verdiği kararları uygulanmıyorsa, insanlar keyfi olarak tutuklanıyorsa hukuktan, adaletten bahsetmek mümkün müdür? Bağımsız mahkeme diye bir mahkeme kavramı yoktur. Yargı erki, yürütmenin emrine girdiği Türkiye’de hukuktan, hak aramadan, adaletten, eşitlikten ve özgürlükten bahsetmek abestir.
Kapitalist sınıfın hâkim olduğu ve otoriter rejimin tesis edildiği Türkiye’de demokratik hak olarak kabul edilen gösteri ve yürüyüşe, bir valinin, bir kaymakamın yasak koyması hukukun ırzına geçmekten öteye herhangi bir şey ifade etmiyor. Bu nedenle burjuva hukuku her yöne bükülmeye elverişli bir sistemin kurumu olarak görülmektedir, yeter ki burjuvazinin çıkarlarına ters düşmesin. Burjuvazi, yönettiği toplumda kendisine karşı olabilecek yanlış davranışları engellemeyi amaçlar. Her insan bu kurallara uymaya zorlanır. Sınıfsal çıkarlarına aykırı davranılmasının sonucunda da “cebir” unsurunu kullanır. Amaç, bireyi mevcut düzene karşı ehlileştirmektir. Bu nedenle günümüzde Marksist hukuk gerçek bir ihtiyaç haline gelmiştir. İşçi sınıfının örgütlü mücadelesinin siyasal alandaki ağırlığını yitirdiği bu dönemde, hukukun, uluslararası siyasetin ve siyasal mücadelenin bu kavramın eşiğinde yürüdüğüne tanık oluyoruz. Ancak bu tanıklık tek taraflı olup, ezilen sınıfın çıkarı kavramını tanımamaktadır. Dolayısıyla hukuktaki “cebir” kavramı siyasal otoriteye dayanır.
Eşitsizlik olgusuna gelince; Avrupa Konseyi, yıllık Cezaevi İstatistik Raporu’nda (SPACE) 31 Ocak 2020 tarihinde 47 ülkenin cezaevinde toplam 1 milyon, 528 bin, 343 tutuklu bulunduğunu belirtmiştir. Bu ülkeler arasında en fazla tutuklu ve hükümlü sayısı Türkiye’dedir. Türkiye’de tutuklu ve hükümlü sayısı 357 bindir. [13] Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre Temmuz 2021 sonu itibariyle Türkiye’de; 259 kapalı, 82 açık, 10 kadın kapalı, 6 kadın açık, 7 çocuk kapalı, 4 çocuk eğitimevi olmak üzere toplam 368 ceza infaz kurumu bulunuyor. Bu tutuklu ve hükümlü arasında mahkûm burjuva sayısı birkaç yüzü geçmiyor. Bu da bize hukukun adalet, eşitlik ve özgürlük ilkelerinin yazılı kaynaklarda yazıldığı gibi yakından uzaktan ilgisinin bulunmadığını gösteriyor.
Pratik bize herkes kanun karşısında eşit değildir diyor. Örneğin, sendikalı olmak, işçiler için anayasal bir hak olarak nitelendirilmektedir. Bu da binlerce işçinin sendika üyesi olduğu gerekçesiyle işten atılmalarını engelleyememektedir. Hak arayan işçilerin yaptıkları toplantı, miting türü anayasal haklarla ilgili protesto ve gösteriler polis tarafından biber gazı, yerden sürüklemeler, cop ve tekme türü pratiklerle engellenmektedir. Bu hak, mevcut sermaye devleti tarafından tamamen gasp edilmiştir. Yani Anayasal suçtur. Burjuva hukukunu bile uygulamayan sermaye devletinin hangi haktan, hukuktan ve adaletten bahsetmeye hakkı olabilir ki? Bu nedenle hukukun “gerçek hayattan kopuk bir kurallar yumağından” başka bir şey ifade etmediği açıktır. Günümüzde hukuk sistemleri burjuvazinin çıkarına olan sömürü düzeninin aksamadan yürütülmesini sağlayan kurallar bütünü olmaktan öteye gidemiyor.
Eşitlik ilkesi gerçekten geçerli bir kavram mıdır, yoksa havada kalan boş bir söylemden ibaret midir; bu konuyu aşağıdaki örnek en iyi şekilde açıklıyor. Örneğin, simit çalan bir burjuva çocuğu ile yoksul çocuğun cezası bellidir; 20 yıl hapis cezası ile cezalandırılır. Bu şekilde eşitlik ve adalet sağlanmış olur. Bu ilke yaşamın gerçeklerinden tamamen kopuk bir kavramdır. Burjuva çocuğunun simit çalıp çalmadığına ilişkin yorumu siz değerli okuyucularımıza bırakıyorum. İşte burjuva hukuku, işte bağlantısı olmayan gerçek yaşam… Burjuva hukukunda yer alan bu kanun maddesi, sözüm ona adaleti sağlıyor! Burjuva yasaları hep sokak çocuklarına uygulanacaksa, o yasadan o hukuktan, o eşitlikten, adaletten bahsetmek mümkün müdür?
Hukuksal muhafazakârlık, hukuk eğitiminin temelidir” söylemi boşuna söylenmemiştir. Ne yazık ki günümüzde Hukuk Fakültelerinde okutulan hukuk derslerinin içerikleri bu kavram üstünde kuruludur.
Hukuk öylesine izole edilmiştir ki, hukuku yaratmak da, hukuku mahkemeler eliyle uygulamak da bu “eşitsizlik” ve “cebir” unsuruna dayanmıştır. Marks’a göre hukuk aynı zamanda ideolojik bir araçtır. Modern hukuk, burjuvazinin bakış açısını yansıttığı gerçeğine dayanır. Hukuku uygulamakla yükümlü olan yargı erki ne yazık ki egemen sınıfların emrinde olan kurum kimliğini devam ettirmiştir. Türkiye’de farklı etnik gruplara yönelik uygulamalar bu olguyu doğruluyor. Örneğin Kürtlere yönelik kolluk güçlerinin uygulamaları, saldırı, baskı ve tutuklamaları, bunun ispatıdır. Günümüzde yargı erki tamamen siyasallaşmış bir kurum haline gelmiştir. “Yargı bağımsızlığı” kavramı içi doldurulmayan boş bir iddiadan öteye gidemiyor. Mevcut burjuva hukuku siyasallaşmış yargı erki tarafından bizzat katledilmektedir. Yasal çerçevede yapılan hak aramalarında orantısız güç kullanan, gerektiğinde katliamla sonuçlanan olaylarda kolluk kuvvetleri hakkında soruşturma açmayan bir savcının, ya da mülki idare amirinin hukuku nasıl katlettiğini göstermeye yetiyor.
Sonuç
Hukuk; kurallarıyla, içtihatlarıyla, uygulamalarıyla, müeyyidesiyle, yargısıyla bir bütün olarak ele alındığı zaman tamamen sınıfsal bir karakter arz ediyor. Burjuva hukukunda örneğin, sınıflar arasında herhangi bir yasal anlaşmazlık durumunda kararlar her zaman egemen sınıfın lehine verilir. Ezilenlerin lehine verilen kararlar ya hiç yoktur ya da bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdadır. Bu olgu genel anlamdadır. Özele indirgediğimiz zaman gerek iş hukukunda olsun, gerekse, medeni hukuk, borçlar hukuku, ticaret hukuku ceza hukuku ve diğer dallarda bu kuralın değişmediğini görüyoruz. O halde denilebilir ki, burjuva hukuku, ezilenlerin hukuku olma niteliğine sahip değildir. Egemen sınıflar arasındaki ihtilaflarda da en güçlü olan taraf lehine kararların verildiğine dünya kamuoyu tanıklık etmiştir.
Türkiye’de Hukuk sistemini sınıflandırdığımız zaman gerek Kamu Hukuku olsun, gerek Özel Hukuk ve gerekse ayrı bir dal gibi görünen Karma Hukuk’ta ihtilafların çözümlenmesinde gerek bilirkişi raporları ve gerekse arabulucu heyetler her ne kadar hukukun üstünlüğünü savunduklarını iddia ederlerse de çoğunlukla kararların güçlüden yana kullandıklarına tanıklık ediyoruz.
Burjuva ideologlarının ağızlarından düşürmediği ve sol popülist muhalif liderler aracılığıyla “hukukun üstünlüğü” söylemleri geçmişten günümüze kadar geçen süre içinde dillendirdikleri “burjuva hukuku” uygulanamadı. Burjuva egemenliğinin hüküm sürdüğü devlette, bir yandan uluslararası sermayenin, öte yandan buna bağlı istikrarsız yerli burjuvazinin yaptığı tahribat giderilemedi. Kesintisiz askeri darbelerin hüküm sürdüğü bir ülkede burjuva hukukundan ve dolayısıyla demokrasiden söz edilmesi mümkün değildir. Küresel sermayede çevre ülke olması itibariyle Türkiye’nin 1980’lerden itibaren neoliberalizme geçişi ile birlikte burjuva hukuku uygulama alanını bulamadı. Tek adam rejimine girdiğimiz günden itibaren gölgesini bile göremediğimiz hukuk tüm kurumlarıyla birlikte otoriter rejime devredildi.
Sol popülist yazarların ve solcu geçinen siyasi partilerin sık sık nakarat halinde tekrarladıkları “hukukun üstünlüğü” kavramına gelince; bir toplum burjuva demokratik devrimini bitirmeden bu tür kavramları ağızlarında sakız etmesinin hiçbir anlamı yoktur. Bu deyim her ne kadar burjuva hukukunun tüm topluma dayatması ilkesinden hareket ediyorsa da işçi sınıfının, sol ve sosyalistlerin ve komünistlerin burjuva demokratik devrimini tamamlaması ve otoriter rejimden, gerici feodal yapıdan burjuva demokratik düzenine geçmesini bugüne kadar desteklediler. Fransız burjuva devrimi bunun en bariz örneğidir. (1789’daki Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıkan Fransa Bayrağı’nda bulunan mavi renk özgürlüğü; beyaz renk, eşitliği; kırmızı renk ise kardeşliği sembolize ediyor). Burada sözü edilen “hukukun üstünlüğü” ilkesi, her ne kadar bizim gibi toplumlarda “boş yere söylenen bir söylem” niteliğini taşıyorsa da burjuva demokrasilerinde yine burjuva hukukunun tüm topluma, işçi sınıfına ve yoksullara dayatılmasıdır. Dolayısıyla tüm toplumun buna uyması beklenir. Uymayanlar devlet erkinin yaptırımlarıyla tabir yerindeyse “hizaya” getirilir. Burada esas olan hukukun üstünlüğü ilkesi, egemen sınıfın çıkarlarının üstünlüğü olarak yorumlanabilir. İşçi sınıfının ve yoksulların, ezilenlerin haklarının sınırı, egemen burjuvazinin hakkının başladığı yerde sona erer ki, zaten işçi ve diğer ezilen sınıfların hakkı hiç olmamış ki sona ersin! Sınıflı toplumların hiçbirinde hukuk sınıflar üstü bir konuma sahip olamamıştır. Aynı şekilde yargı, egemen sınıftan ve onun devletinden bağımsız hareket edememiştir.
Burjuva hukukunun oluşumunda işçi sınıfının payı büyüktür. Burjuva demokratik devrimlerinde bile işçi sınıfı önderlik etmiştir. Avrupa’da yaşanan burjuva devrimlerin tamamında işçi sınıfı burjuvazinin yanında yer almış, kendi çıkarları ile ilgili bazı hakları hukuk sistemine, yasalara koydurmayı başarmıştır. 8 saatlik işgünü yasası, sosyal güvenlik sistemi, İş kanunu, genel oy hakkının kullanılması gibi. İşçi sınıfı, burjuvazinin yaydığı “bağımsız yargı, hukukun üstünlüğü” vb. içi doldurulmayan boş sözlere kulak asmamıştır, asmayacaktır. Geçmişten günümüze çetin ve bir o kadar da zor geçen mücadelelerde elde ettiği hak ve özgürlükleri neoliberal politikalar uğruna budanmasına göz yummaması, kendi somut sınıf çıkarları uğruna mücadeleyi genişletmesidir. Bu da ancak işçi sınıfının devrim mücadelesinin kopmaz bir parçası olacaktır.
[1] Russel Keat, Bilim Olarak Sosyal Teori (İmge yayınları, sf. 175)
[2] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (Yayım tarihi 1859; Sol yayınları, 2011)
[3] Onur Karahanoğulları, Marksizm ve Hukuk (Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, s.91)
[4] Marx / Engels, Devlet ve Hukuk Üzerine (İren Şanlı, Marksist Ceza Adaleti Eleştirisi sf. 10 ve 149)
[5] Engels, “Hukukçular Sosyalizmi”, Din Üzerine içinde, Sol Yay., 1995, s.253 (Onur Karahanoğulları, Marksizm ve Hukuk S.73)
[6] Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, Sol Y., cilt 3, s.597
[7] Onur Karahanoğulları, “Marksizm ve Hukuk” Yazın İncelemesi, Hugh Collins, Oxfort Universty Press Yayınları, 1980
[8] Bora Erdağı, Marksist Devlet ve Hukuk Teorisi (Ankara, 2013, Sf. 74)
[9] K. Stoyanovictch ‘Marxisme et droit’ (Paris: LDGJ 1964, sayfa 84). Çeviri Onur Karahanoğulları
[10] Albert Brimo, Hukuk Felsefesindeki başlıca eğilimler, Çeviri Orhan Karahanoğulları, 1967, sf. 225
[11] Monique Weyl, Gerçekte ve Eylemde Hukuk’un Payı Marksist-Leninist Bir Yaklaşımla (İstanbul: Konuk Yayınları) (Çev.: Şiar Yalçın, Sf. 280).Onur Karahanoğulları, Marksizm ve Hukuk Yazın İncelemesi, sf.13
[12] Karl Marx 1844 Elyazmaları, Ekonomi Politik ve Felsefe (Ankara: Sol Yayınları) (Çev.: Kenan Somer, 1976)
[13] Avrupa Konseyi: Tutuklu oranı en yüksel ülke Türkiye, (BBC NEWS, 8 Nisan 2021.
- Irkçılık - 31 Aralık 2022
- Azgelişmişlik Üzerine (3) - 26 Kasım 2022
- Azgelişmişlik Üzerine (2) - 12 Kasım 2022