Türkiye’nin 1970’li Yılları kitabında yer alacak “Umudumuz” Bülent Ecevit yazısında Levent Odabaşı ve Kerem Hocaoğlu, Ecevit’in lise arkadaşı Dimitri Andriadis’in 1944 yılında Robert Kolejdeki mezuniyet yıllığında onun için yazdığı bir cümleye yer verirler “Bir bardak çay, bir yaprak kâğıt, bir kurşun kalem ve bir şiir kitabı”
Bir Bardak Çay, Bir Yaprak kâğıt, Bir Kurşun Kalem ve Bir Şiir Kitabı
Gökyüzünü, özgürlüğü ve barışı simgeleyen mavi gömleğiyle katıldığı mitinglerle halkın zihninde olumlu bir yer edinen Ecevit için yıldızının esas olarak 1970’li yıllarda parladığı söylenebilse de onun hikâyesini biraz geriden başlayarak okumak gerekmektedir.
Mustafa Bülent Ecevit, 28 Mayıs 1925’te İstanbul’da doğar. Babası, bir dönem CHP Kastamonu Milletvekilliği yapan adli tıp hocası Prof. Dr. Fahri Ecevit, annesi ise ressam Fatma Nazlı Hanım‘dır. 30’lu yıllarda yıllarda aile Ankara’da ikamet etmektedir. Bu dönemde Ecevit, bu dönemde annesinin sanatçı yönünden çok fazla etkilenir. Derslerinden çok edebiyat ve şiirle ilgilenmesinden dolayı çok da başarılı bir öğrenci değildir. Ecevit çifti, daha iyi bir eğitim hayatı sürdürmesi için Mustafa Bülent’i, Robert Koleje yazdırırlar.
Dönemin şartlarına göre üst düzeyde ailelerin çocuklarının okuduğu bir okul olan Kolejdeki ilk günlerinde Bülent Ecevit, sessiz ve içine kapanık kişiliğiyle arkadaşlarından farklı bir gençtir. Ecevit’in Hint felsefesine ve edebiyatına merakı da lise yıllarına kadar gider ki daha sonra Hint felsefesinin en önemli yazarlarından biri olan Tagore’un “Gitanjali” ve “Avare Kuşlar” adlı kitaplarını çevirecektir. Artık okulunun “Eco”su olarak anılan edebiyat kurdu Ecevit, okulda İzlerimiz adındaki edebiyat dergisini de çıkarmaya başlar.
Lise yılları, Türkiye’nin dünyanın ve Türkiye’nin siyasal çalkantılar yaşadığı, yepyeni bir dünyanın kurulmakta oladuğu yıllara denk gelse de Kolej yıllarında siyasetle ilgili değildir; arkadaşları arasındaki siyasi tartışmalara dahil olmadığı gibi eğlence hayatına da mesafeli mesafelidir. Hayatını değiştirecek kadın olan Rahşan Aral‘la da ortak arkadaşları Altemur Kılıç’ın vesilesiyle lise yıllarında tanışır. İki gencin hayatlarının merkezinde sanat ve edebiyatın olması onları kısa sürede yakınlaştırır. Bülent okulun sonlarına doğru Rahşan’a evlilik teklifinde bulunur. Rahşan ise ailesinin tutumundan endişelenmiş olsa da Bülent’in teklifini kabul eder. İki genç, okullarını bitirir bitirmez ailelerinin yanlarına, Ankara’ya, dönerler. Genç Bülent, ailesinin baskısı üzerine Ankara’da Hukuk Fakültesine başlar fakat okula üç ay gider. Ailesi, Bülent’in okulda mutsuz olduğunu gördüğü için okuldan ayrılmasına tepki göstermez. Üniversite eğitimini yarıda bırakmasından iş aramaya başlar. İlk iş tecrübesi, yabancı dile hâkim oluşunun katkısıyla Basın-Yayında tercüme işi olur. Genç çift, ailelerin onayını da aldıktan sonra evlenip hayatlarında yeni bir sayfa açar. Basın-Yayında işe başlamış olan Ecevit’in Londra’ya atamasının çıkması, genç çift açısından bambaşka deneyim olur. İngiltere’ye gider gitmez ciddi bir ekonomik krizle karşılaşır ve zor şartlarda yaşarlar ama Ecevit bir yandan da entelektüel dünyasını zenginleştirmeyi ihmal etmez. Erken yaşlarında Hint dünyasına merak duyuşu, onu İngiltere’de Sanskritçe öğrenmeye yöneltir. Diploma alacağı bir okuldan ziyade edebiyatla ilgilenmeyi tercih eder. Ecevitler, zor şartlarda yaşadıkları durumdan çıktıkları sırada ülkelerine dönme kararı alırlar. Babası Fahri Bey Türkiye’ye dönen oğlunun geleceği için partiden yakın arkadaşı olan Nihat Erim’den yardım ister. Dönemin en önemli gazetelerinden biri olan Ulus gazetesinin de sahibi olan Erim, Ecevit’i gazeteye alarak entelektüel çevresini genişletmesini sağlar. Gazeteci Ecevit de siyasetten uzaktır; sanat ve edebiyat yazıları yazar. Bazen de dış haberler servisine yardım etmek için İngilizce’den çeviriler yapar. Ancak 1950’lerin ortalarına doğru gelinirken Ecevit’in de yaşamı değişmeye başlayacaktır.
North Carolina’da Winston-Salem Jounal gazetesinden gelen staj teklifini değrlendirir. Dönemin Amerika’sında şahit olduğu ırkçı politikalar üzerine stajının son günlerinde ırkçılığın kabul edilemeyecek olduğunu belirten bir yazı yazar. Yazı üzerine tahditler almaya başlayan Ecevit Türkiye’ye döner ve kapatılan Ulus gazetesinin devamı olan Halkçı ve Yeni Ulus gazetelerindeki yazılarına da devam eder. 1956 yılında Amerika’dan bir burs kazanır ve Harvard Üniversitesinde seminerlere katılır. En çok Henry Kissinger’den etkilenir. O günleri Altan Öymen’e anlatırken, hocasını “iyi bir düşünür, hatta bir filozof” olarak tanımlayacaktır.
1957 yılında yapılacak olan genel seçim nedeniyle Ecevit ABD’deki burs programını bırakıp Türkiye’ye geri dönmüş ve aynı yıl yapılan genel seçimlerde CHP’den milletvekili seçilmiştir. 1960 yılında yaşanan siyasal krizin ardından 1961-1965 yılları arasında İsmet İnönü’nün başbakanlığında koalisyon hükümeti kurulmuş ve Bülent Ecevit bu hükümette Çalışma Bakanı olarak yer almıştır. Ecevit’in Bakanlık teklifini kabul etmesinde kendisinin halkçılık ve sol anlayışının büyük katkısı olduğunu söylemek mümkündür. Levent ve Kerem, yukarıda andığım makalelerinde Ecevit’in, Mehmet Çetingüleç ile yaptığı söyleşide de bu görevi hakça bir düzen yolunda kendisine önemli imkânlar sağlayacağını düşündüğü için kabul ettiğini ifade ettiğini aktarırlar.
Üçüncü Adam
7 Mayıs 1972 tarihli gazeteler, iki önemli haberle çıktılar: Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı, Ecevit’in CHP kongresindeki zaferi. Cumhuriyet gazetesi, “Ya İnönü, ya CHP” manşetiyle çıkar. Baş sayfanın hemen solunda “Gömülen Gezmiş, Aslan ve İnan’ın Son Sözleri Açıklandı” haberine yer verilir. O günün Milliyet gazetesi üç fidanın katlini “Gezmiş Aslan ve İnan İdam Edildi” başlığıyla sürmanşetten verir; gazetenin başlığı “İnönü ‘Ya Ben Ya Bülent’ Dedi” şeklinde. Hürriyet gazetesinde de aynı iki habere rastlıyoruz. “İnönü ‘Ecevit’le Çalışmam’ dedi” başlıklı haberin hemen sol altında “Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan Aynı Mezarlığa Defnedildiler” haberi yer alıyor.
CHP’de Ecevit dönemi bugünden sonra başlar. Ecevit bu tarihten sonra adım adım, CHP’nin Üçüncü Adam’ı, Türkiye siyasî tarihinin de Esfane Dörtlü’sünün, dört yapraklı yoncanın bir üyesi haline gelir. Bülent Ecevit’in, parti tarihinin Üçüncü Adam’ı olarak anılmasına vesile olanın sadece ve sadece Ecevit’in, Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’den sonra “üçüncü” genel başkan olmasıyla ilgili bir durum değildi: Vaka, Ecevit, Parti Genel Başkanlığına seçilen üçüncü kişiydi; ancak, 70’li yıllar sona ererken Ecevit artık sadece partinin genel başkanlığını yürüten üçüncü isim olmaktan çıkacak, CHP tarihinin Üçüncü Adam’ı haline gelecekti. İşte Ecevit’in bu özelliği onu, Türkiye siyasetinin Efsane Dörtlü’sü içerisinde de nev’i şahsına münhasır bir yere yerleştirir: Efsane Dörtlü’nün diğer üç üyesi, Demirel, Erbakan ve Türkeş; kendi kurdukları, isimleriyle özdeşleşen siyasi partilerin efsaneleriydiler. Ecevit ise kendi parti tarihinin karizmatik liderlerinin üçüncüsü.
Çoban Sülü, Başbuğ, Mücahit ve Karaoğlan: Dört Yapraklı Yonca ya da Mahşerin Dört Atlısı
Türkiye’nin 1970’li Yılları aynı zamanda Türkiye’nin popüler/popülist liderler dönemidir. Döneme damgasını vuran bu liderleri dört yapraklı yonca esprisi ile anmak da mümkündür. Evrimsel biyologlar genetik çeşitlilikten dolayı doğada 160 bin üç yapraklı yoncaya karşılık dört yapraklısından sadece bir tane bulabileceğimizi söylüyorlar. Özetle doğada dört yapraklı yoncaya rast gelmeniz biraz şans işi. Türk sinemasının dört kadın starı, Türkan Şoray, Filiz Akın, Fatma Girik ve Hülya Koçyiğit için de aynı tabir kullanılır. Tabii mevzuu sinema olduğunda dört yapraklı yonca, her biri aynı dönemlerde meşhur olan, her birini seyretmekten zevk aldığımız, her birinin meftunu olduğumuz dört kadın artisti imgelemektedir. Ancak konu siyaset olunca da aynı olumlu tavrı 1970’lerin siyasal yoncasının her bir yaprağı için gösterip göstermeyeceğimiz tartışılır. Hatta bunun Türk siyaseti için 160 bin de bir denk gelebilecek bir şans olduğunu düşünerek mutlu olmamız ise neredeyse imkânsız. Acaba bu dört lideri dört yapraklı yonca ile değil de Hıristiyan teolojisinin kıyamet günü görünecek olan Mahşerin Dört Atlısı ile mi tanımlasaydık; hani şu, en başta beyaz atıyla İsa’nın tasavvur edildiği, kıtlık, kan ve savaş; son olarak da salgın hastalıklar ve ölümü temsil eden kıyametin alâmeti dört at ve binicisi olan Mahşerin Dört Atlısı’yla?
Baba’dan, Büllende’ye, Hoca’dan’dan Başbuğ’a her birinin Türkiye’yi bir siyasal kıyamete doğru taşıdığını söylemek ne kadar yanlış? Dönemin hangi popüler liderinin kıtlık, hangisinin kan ve savaş, hangisinin salgın hastalık ve ölüm olduğunu kestirmek de çok zor olmazdı; ama hangi kahramanımızı beyaz atıyla Hz. İsa kılığına sokacağımızı epey tartışmamız gerekebilirdi: Tam da Celal Oral Özdemir’in sadece onlar popülistti dediği, kır atıyla Çoban Sülü? ak güvercinleriyle Karaoğlan? Çözümü gerçekten zor bir problem!
Dönemin dört siyasî lideri, sinema yoncasının dört kadın yaprağı gibi, 1970’lerin insanlarının her bir yaprağına ayrı ayrı hayran oldukları kadın artistler gibi değil de sadece dördünden birinin hayranı oldukları popüler figürlerdi: İnsanlar hepsini aynı anda sevemediler, dördünü birden Türkiye için bir şans olarak görmediler ama 1970’lerin insanlarının çok ama çok büyük bir çoğunluğu onlardan birini mutlaka sevdi; onlardan birinin ülkenin şansı, kurtuluşu olduğunu mutlaka düşündü.
Döneme damgasını vuran liderlerden ilki AP’nin Genel Başkanı, Çoban Sülü, Morrison Süleyman, Barajlar Kralı, Baba, Süleyman Demirel’dir. 27 Mayıs öncesinin ordu komutanı, darbe ile birlikte Genel Kurmay Başkanı ve aynı yılın 30 Ağustos’unda emekliliğe sevk edilmesinden sonra siyasete atılarak AP Genel Başkanlığına seçilen Ragıp Gümüşpala’nın 1964’te vefatının ardından partinin liderlik koltuğuna, 1965 Genel Seçimleri’nden sonra da Başbakanlık koltuğuna oturan olan Süleyman dört yapraklı yoncamızın ilk yaprağıdır.
1970’li yıllar siyasetinin bir diğer önemli lideri ise komünizmle mücadelenin sokaktaki gücü; para-militer ülkücü komandoların lideri Başbuğ, Kurmay Albay Alparslan Türkeş’tir. 27 Mayıs Darbesi neredeyse onun etrafında örgütlenmiştir. Ancak darbeden sonra tasfiye edilir. Türkeş, Talat Aydemir‘in 1962’deki darbe girişimine karıştığı iddiası ile de tutuklanır ve Mamak Askerî Cezaevinde dört ay kalır. Bir darbe girişimine gerekçe olarak planlandığı iddia edilen Kanlı 1 Mayıs’ın (1977) hemen ardından emekliye sevk edilen Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Namık Kemal Ersun ve 200 askerin de Türkeş’in denetiminde bu kanlı eylemi/darbe girişimini gerçekleştirdikleri iddia edilir. 13 Kasım 1960’ta Millî Birlik Komitesinden 13 arkadaşı ile birlikte tasfiye edilmesinden sonra yurtdışında pasif göreve atanarak sürgüne gönderilen Türkeş, Türkiye’ye dönmesinden sonra ekibi ile birlikte Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine (CKMP) girecek, genel başkan seçilmesinin akabinde partinin ismini –Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)- ve ideolojisini de değiştirecek, Türkiye sağının milliyetçi hâli Türkeş’in ellerinde şekillenecektir.
Türkiye sağının İslâmcı hâli ise Mücahit, Hoca, Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın liderliğinde şekillenecektir. Hoca’nın akademide başlayıp TOBB’a, AP Milletvekili Adaylığına, Demirel’in Erbakan’ın adaylığını veto etmesinden sonra Konya Bağımsız Milletvekilliğine, Millî Nizam Partisine (MNP), ve nihayet MSP’ye ve 1980’de nsonra da Refah ve Saadet partilerine uzanan uzanan uzun bir siyaset macerası olacaktır.
Popülizm
Ecevit’e Karaoğlan lakabının takılması 1973 yılında olur. Onu Karaoğlan yapan da Kars’ın Susuz ilçesinde Şahzede Şahin isimli yaşlı bir kadının sözleri olmuştur. Şahin’in torunu eski CHP Milletvekili Barış Yarkadaş Hepsi Yaralar Sonuncusu Öldürür isimli kitabında bu olayı şöyle anlatır: Babası Rasim Yarkadaş ile Bülent Ecevit yakın dostlardır. Ecevit, eşi Rahşan Hanım ile birlikte 1973 seçimleri öncesindeki seçim gezilerinde yolları Kars’ın Susuz ilçesine düşünce arkadaşları Rasim Bey’in de köydeki evin ziyaret etmek isterler. Köye vardıklarında arabadan inen Ecevit çiftini Rasim Bey’in annesi Şahzede Hanım beklemektedir. Bülent Ecevit’e doğru adımını atar, ellerini açar ve boynuna sarılır. Herkesin duyacağı şekilde, “Ay Garaoğlan, bizi bu dertlerden, sıkıntılardan kurtar!” der.
Türkiye’nin 1970’li Yılları kitabında yer alacak Yetmişli Yıllarda Halkçı ve Halktan Siyaset başlıklı makalesinde Celal Oral Özdemir, 70’li yılların siyaset yapış tarzını Demirel ve Ecevit popülizmi üzerinden incelemektedir.
Ecevit, halka hitaben sarf ettiği cümleler ve geliştirdiği söylemler itibariyle geniş kitlelerce sahiplenilmiştir. Bu sahiplenmede Ecevit’in onlara gerçek çıkarlarının nerede olduğunu gösterebilmesinin, ezen-ezilen ayrımını doğru bir şekilde anlatabilmesinin, hak ve adalet temelli talepleri artiküle edebilmesinin ve düzenin destekçileri ile mağdurları arasındaki antagonizmayı doğru bir noktadan kurabilmesinin önemli bir payı olmuştur. Bu nokta Ecevit popülizminin görünürlük kazandığı noktadır. Bilindiği üzere popülist siyasette halka doğrudan seslenebilen lider, seçkinlere, halkı sömürenlere, onları ezenlere karşı kendisinin inşa etmiş olduğu halkı seferber eder. Artık toplumsal alan iki kutup arasında bölünmüştür ve bir tarafa güçlü bir lider arkasında kenetlenmiş gerçek halk yerleştirilirken diğer tarafa onun düşmanları yerleştirilir. Ecevit de Emin Alper’in Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce/Sol isimli kitapta bulunan Bülent Ecevit başlıklı yazısında da belirttiği gibi, yarattığı antagonizmanın bir tarafına tekelci sermaye, aracılar, tefeciler ve büyük toprak sahipleri koyarken öbür yanına ise işçi, esnaf, köylü ve küçük işletme sahiplerini yerleştirerek bu denklemi olması gerektiği şekilde kurabilmiştir. Bu kapsamda Ecevit’in ezen-ezilen retoriği onun popülizminin kilit noktası olmuş; kitlelere hitap edebilmesinde önemli bir işlev görmüştür. Dahası, halkın popülist liderlik tarafından yeniden inşa edildiği ve karşısına düzen bekçilerinin (müesses nizamın) konulduğu bu popülist strateji ile Ecevit, Türkiye sağının hegemonyasına karşı koyabilmiş ve popülizmin olmazsa olmazı olan ötekinin inşasını da gerçekleştirebilmiştir.
70’lerin siyasi liderleri toplumun karizmatik önderleriydiler. Ne Başbuğ Türkeş’in, Ne Karaoğlan Ecevit’in ne Mücahit Erbakan’ın ve tabii ki ne de Çoban Sülü’nün (Barajlar Kıralı mı demeliydim?) karizması, bugünün medya müdahaleleriyle karizma aşıları yapılmaya çalışılan “Reis” ya da “Gandi”lerine benziyordu. Efsane dörtlü, medyanın karizmatik ilan edip, lakap taktığı şişirilmiş/popüler liderler değil, kendi taraftarlarınca, toplumca, bizzat toplumsal süreçlerin kendi içerisinde totemik bir figür olarak bağlanılan karizmatik önderlerdendiler.
Efsane Dörtlü’yü Cumhuriyet tarihinin herhangi bir dönemindeki diğer liderlerden ayıran temel unsur, Cumhuriyet’in ilk kuşağının siyasetin tepe noktalarına gelmeye başladığı tarihsel kesitle, siyasetin sokağa taşındığı tarihsel kesitin çakışmasıdır; onları Efsane Dörtlü olarak tanımlamaya neden olan tek şey bu değilse de bu çakışma göz ardı edilerek onların karizmasının açıklanması da zor görünüyor: Bu tarih, Türkiye’nin 70’li yıllarıdır. Gerçekten de 70’li yıllar (altmışların ortalarından başlayarak) Cumhuriyet’in ilk kuşağının siyasal sistemin tepe noktalarını ele geçirdiği tarihtir. Bu trene en son binen de 1972 Mayıs’ın da Bülent Ecevit (doğum 1925) olacaktır. Demirel’in (doğum 1924) 1964 yılında AP Genel Başkanı seçildiği, Türkeş’in (doğum 1917) 1967’de CKMP’ne girip 1969’da parti liderliğini ele geçirdiği, Erbakan’ın (1926) 1970 Ocak’ında Milli Nizam Partisi’nin başına geçtiği hatırlanırsa; Cumhuriyet’in ilk kuşağı olan bu Efsane Dörtlü’nün siyasetin tepe noktalarına ele geçirmesinden kastımın ne olduğu da anlaşılabilir.
Efsane Dörtlü, sadece 70’li yıllar Türkiye’si için anlamlı değildi; etkileri azalsa ya da rolleri değişse de 2000’lerin başlarına kadar aktif siyasetin içerisinde kaldılar.
Efsane dörtlünün ilk yaprağı 4 Eylül 1997’de koptu: Başbuğ Türkeş vefat etti. Onu 2006’nın 5 Kasım’ında Karaoğlan Ecevit izledi. Mücahit Erbakan Şubat 2011’de, Cumbaba Demirel ise 2015 yılında aramızdan ayrıldı.
Komünizmle Mücadele’nin Sol Ayağı
Mevzu, tam da Ecevit’in Başbakanlığı döneminde geçiyor. 1974 yılı Ocak ayının sonlarında Bülent Ecevit’in Başbakanlığında 37. Hükümet kurulmuştur. Bu hükümetin ömrü uzun olmayacak ve Ecevit, aynı yılın 17 Kasım’ında yerini Sadi Irmak’a bırakacak; daha doğrusu, bırakmaya çalışacaktır. Çünkü Irmak’ın, 450 milletvekilin sadece 18’inden güvenoyu alabilen hükümetinin hiçbir zaman kurulamadığını söylesek bile yanlış olmaz. Bu gelişme üzerinde Demirel diğer sağ partilerden aldığı destekle, tarihe Milliyetçi Cephe Hükümetleri olarak geçecek olan ilk hükümetini kuracaktır.
Bu tarihten 1980’e kadar ülkeyi Milliyetçi Cephe Hükümetlerinin yönettiğini söylemek ,teknik açıdan değilse de, siyasi açıdan doğrudur. Demirel liderliğindeki ilk Milliyetçi Cephe Hükümeti 1975 Nisandan 21 Haziran 1977’ye kadar görevde kalacaktır. Bu hükümeti, yine bir Bülent Ecevit hükümetinin takip ettiğini görüyoruz. Sadece bir ay (21/06/1977 21/07/1977) görevde kalan Ecevit’ten sonra Demirel, İkinci Milliyetçi Cephe Hükümeti’ni kurar. İkinci Milliyetçi Cephe iktidarı 1978 yılı başına kadar görevde kalır. Bu hükümeti yine bir Bülent Ecevit iktidarı izler ama talihsizlikler yine Ecevit’in peşini bırakmaz. 1978 yılında kurulan Ecevit hükümeti (42. Hükümet) 1979 Kasım’ına kadar görevde kalabilir.
1980 darbesi öncesinin son hükümeti yine bir Milliyetçi Cephe hükümetidir. Ancak bu sefer, Milliyetçi Cepheyi oluşturan partiler hükümet bileşiminde yer almak yerine, onu dışarıdan destekleyerek hükümeti teşkil ederler.
*
1974 yılına geri dönelim. Ecevit CHP Genel Başkanlığı’na seçileli, yaklaşık iki yıl olmuştur. 1965 seçimlerinin hemen öncesinde partide gündeme taşınan Ortanın Solu düşüncesi, artık, hem İnönü’nün yüklediği anlam ve işlevden çok farklı bir mecraya akmış hem de bir fikir olmaktan çıkarak Demokratik Sol adıyla CHP’nin yeni politik yöneliminin atını çizmeye başlamıştır. Artık ne İnönü’nün, kitleleri, güçlenmeye başladığı sezilen Türkiye İşçi Partisi’ne kaptırmamak adına ortaya attığı Ortanın Solu’ndan eser vardır, ne de İnönü’nün kendisinden: Bir seçim taktiği olarak gündeme gelen Ortanın Solu Demokratik Sol’a evrilirken, Ecevit de İnönü’nün yerine parti genel başkanlığına seçilmiştir.
İnönü için Ortanın Solu, bir siyasi mücadelenin fikri cephanesi değildi; ama Ecevit için de hiçbir zaman CHP’nin sola temayülünün ifadesi haline gelmedi. Ecevit, 1980 sonrasında Demokratik Sol Parti’yi kurduktan sonra da onlarca kere dile getirdiği gibi, Demokratik Sol düşünceyi, komünizmle mücadelenin en etkili yolu olarak sunmayı tercih etti.
Ecevit’in Demokratik Solu’nun bir Komünizmle Mücadele Hareketi olduğu fikrinin benim analizim değil, bizzat Ecevit’in değerlendirmesi olduğunun altını çizmek isterim. Ecevit’in açıklamalarına dair aşağıda sunulan haber buna ilişkin 1980 öncesinden verilebilecek en nadide örneklerden biridir.
DSP liderliği döneminde Demokratik Sol’un, sosyalizmin panzehiri olduğuna ilişkin Ecevit’in ifadelerinden oluşan bir antoloji yapılsa hayli ilgi çekici olabilirdi. Ancak yine de, Ecevit’in Demokratik Sol ve sosyalizm arasında kurduğu önleme/engelleme ilişkisinin en çok, sosyalizmi değil 1980 sonrasının sosyal demokrasi düşüncesini yaraladığını söylemek gerekiyor. Sosyal demokrasi düşüncesi Türkiye’de Kemalizm’in bir yan ifadesi, bir “diet-sosyalizm”, bir “şekersiz-komünizm” şeklinde anlaşıla geldiyse bunda Ecevit’in açtığı bu yolun (koruyucu sol/Demokratik Sol) etkisi olduğunu da belirtmek gerekiyor.
*
5 Ekim 1974 tarihinde Başbakan Bülent Ecevit, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ile haftalık olağan görüşmesini yapmak üzere Çankaya Köşkü’ne çıkar. Bu sırada basın mensuplarının sorularını cevaplayan Başbakan, “AP Genel Başkanı Süleyman Demirel’in sol ve komünizm karşısında bir hükümet kurmak için girişimlerde bulunduğunu” hatırlatan gazeteciye “Demokratik solu biz bir tehlike olarak” görmüyoruz dedikten sonra, sözlerine şöyle devam eder: “…komünizmi önlemenin en etken yolunun da demokratik sol yönünden tedbirler olduğuna inanıyoruz.” (Milliyet 6 Ekim 1974, s.1,10)
Demokratik Sol’un kendini solun karşısında bir tedbir ve önlem olarak meşrulaştırmaya gayret ettiği, solun, solun prezervatifliğini yapmaya heveslendiği bir ülkede herkese
Keyifli Pazarlar