Siyasi Yozlaşma (2)

Yozlaşma ve buna bağlı yolsuzluk, rüşvet ve kayırmacılık türü kokuşmuşluk, Türkiye gibi geri kalmış, kaynakları sömürülmüş ülkelerde içinden çıkılması zor hastalık haline gelen bir olgudur. Toplumsal çöküntüye neden olan yozlaşma, görsel ve yazılı medyanın düzeysizliği, toplumun tüm alanlarını kuşatan rüşvet, kayırmacılık, mafyatik ilişkiler, eğitim alanlarına kadar inen uyuşturucu kullanımı, çeteleşme, kadınlara yönelik saldırılar olağan olaylarmış gibi karşılanmaktadır. Toplumu sarmalayan bu olgu, sosyal, ekonomik, ahlaki ve kültürel yozlaşmayı beraberinde getirmiştir. 

Yolsuzluğun, rüşvetin, adam kayırmacılığının, torpilin vb. çürümenin tarihi oldukça eskilere dayanır. Eski Türklerde yolsuzluk olgusunun varlığını biliyoruz. Türk tarihinin en eski belgeleri olan Orhun yazıtlarında ve Divanu Lugat-it Türk’te rüşvetten söz edilmektedir. Daha sonraları Selçuklularda, Osmanlılar döneminde de rüşvet ve diğer siyasal yozlaşma türlerine rastlanmaktadır. Yolsuzluğun ayyuka çıktığı dönem III. Selim zamanıdır. 18. Yüzyıl sonlarına doğru kökeni padişaha kadar dayanıyor. Bu nedenle İttihat ve Terakki döneminden başlayarak süregelen gelenek, memurların rüşvet almayacağına dair Kur’an’a el basmaları ve yemin etmeleriydi.

1912 yılında Tevfik Fikret’in dönemin yöneticilerine ilişkin “Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,/ Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin” sözlerini içeren şiiri “Han-ı Yağma”, 100 yıllık bir süredir yolsuzluğun, rüşvetin boyutları hakkında net bilgi veriyor.

Cumhuriyet döneminde de yerli ve milli burjuva sınıfını yaratma gayretleri ve 1950’li yıllardan başlayarak yaygınlaşan “Küçük Amerika yaratacağız” rüyası, her mahallede milyoner yaratma sevdası siyasi yozlaşmanın belirgin bir hal aldığı dönemdir. 1950’li yıllarda KİT mallarının pazarlanması, torpilli kesimlere bayilik/acentelik verilmesi, bazı kesimlerin devlet eliyle zengin edilmesi bunun en belirgin örneğidir. 1970’li yıllarda ülkeyi sarmalayan işçi hareketi, öğrenci eylemleri, toplumsal talepler karşılığını alamamıştır. 12 Mart döneminde bazı rötuşlar yapıldı, 1961 Anayasası’ndaki özgürlüklerin büyük bölümü kısıtlandı.

1950’lerden başlayarak AKP döneminde hız kazanan yozlaşmanın dar anlamda kullandığımız yolsuzluk olgusu, başlı başına toplumsal bir sorun haline gelmeye başladı. Otoriterleşme sürecinde yolsuzluk ile ilgili denetlenme bilerek göz ardı edildi. Diğer bir deyişle, siyasi, hukuki, idari, ahlaki ve cezai altyapı büyük ölçüde tahribe uğradı. AKP iktidarı tüm olanakları devreye sokarak tepeden tırnağa tüm birimleriyle ilgili yolsuzluk konularını gündemin dışında tuttu. Geçmiş dönemlerde yolsuzluk iddiaları nedeniyle iktidarları deviren medya sindirildi, susturuldu ve muhalif olanları kapatıldı; kapatma pratikleri hala devam ediyor. Devlet harcamalarını denetlemekle yükümlü olan parlamento devre dışı bırakıldı, yolsuzluğa bakan yargı tamamen siyasi denetim altına alındı.  Hükümetin ve bürokrasinin icraatlarını denetleme görevi verilen kurumlar ard arda tasfiye edildi. Denetleme mekanizmaları zayıfladıkça yolsuzluk, rüşvet, ihaleye fesat karıştırma eylemleri dizginlenemez boyutlara ulaştı. Bugün geldiğimiz noktada yolsuzlukla ilgili söylemlerde bulunmak, “darbecilik ve terör” olarak nitelendirilmekte, konuyu sosyal medyaya taşıyanlar hakkında savcılık yıldırım hızıyla soruşturma açmaktadır.

Tüm bu olup bitenlere rağmen 17-25 Aralık yolsuzluk olayları hafızalarda hala taze duruyor. Zarrap olayında AKP yöneticileri ABD’de görülen davada şüpheli-suçlu duruma düştü. Bakanların ve belediye başkanlarının bulaştıkları yolsuzluk ayyuka çıkınca, Erdoğan iktidarı tarafından bazılarının görevine son verildi. Son dönemlerde yaşanan bakanların ve bürokratların yolsuzluk skandallarının ayyuka çıkması, yozlaşmanın geldiği son aşamayı gözler önüne seriyor.

Günümüzde siyasi ahlak, siyasi dürüstlükle birlikte erozyona uğramıştır. Siyasi ahlak sorununun temel nedeni yürütmenin aşırı güçlenmesi ve tüm kurumlar üzerinde baskı kurmasıdır. AKP siyasi iktidarında gücün tekelleşmesi, muhalefetin ve ilgili kuruluşların mücadele kapasitesini kısıtlamıştır.

Sencer Ayata hocamızın dediği gibi, “Yasama denetiminin başlıca unsurları arasında yer alan Meclis araştırması, soruşturması, Yüce Divan’a sevk, gensoru, sözlü veya yazılı soru gibi siyasi mekanizmaların etkinliği büyük ölçüde kırılmıştır. Yasal düzenlemeler yapılırken Meclis komisyonları devre dışı bırakılmaktadır. OHAL sonrasında pek çok yasal düzenleme TBMM devre dışı bırakılarak gerçekleştirilmiştir.” [5]

Yöneticilerin ve kuruluşların yaptıkları hırsızlık, münferit olay olmaktan çıkmış, yapısal bir sorun haline gelmiştir. Tüm bunlar kapitalist sistemin yan etkileridir. Yozlaşmayı körükleyen üç temel eğilim görüyoruz. Bunlar; rejimin otoriterleşmesi, denetimsizlik ve üretim ekonomisi yerine ikame eden rant ekonomisidir

Kökeni 2010 yılına dayanan ve fiilen 2016 yılında Türkiye’nin otoriterleşmesiyle birlikte Dünya Yolsuzluk Algısı Endeksinde alt sıralara doğru itildik. Sudan, Yemen, Afganistan, Libya, Somali vb. gibi ülkelerde otoriter rejimlerin hâkim olduğu sömürge tipi rejimlerde yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma, talan vb. suç kapsamına giren eylemlerin meşrulaştırıldığını görüyoruz. Türkiye 2019 Yolsuzluk Algı Endeksi sıralamasında düne kadar Belçika sömürgesi olan, Ruanda’dan (Orta Afrika ülkesi) sonra gelen, 100 üzerinden 39 puanla 91. sırada yer almış bir ülkedir. Ruanda’nın yolsuzluk algı endeksindeki yeri Türkiye’nin bir hayli üstündedir. 

Bir ülkede siyasi yozlaşma varsa, ekonomik büyümeden bahsetmek mümkün değildir. Ekonomik büyümeye ilişkin verilen hayali rakamlar, popülist söylemlerin ötesine gidememektedir. Bu nedenle günümüzde sıkça kullanılan % 5 büyüdük, % 10 büyüdük türü söylemler gerçek dışıdır, tıpkı bir çobanın hayali kurt masalı gibi… Yalancılıkta ön sırayı kimseye kaptırmayan çobanın birisürüye kurt saldırdı” diyerek köylüyü telaşlandırır, köylü silahlanıp sürüye doğru ilerler; sürü yerinde. Bir müddet sonra yalanı tekrarlar, güç bela köylüyü inandırır. Günün birinde sürüye gerçekten kurt daldığında köylüyü inandıramaz. Yolsuzluğun, rüşvetin, vurgunculuğun hüküm sürdüğü bir toplumda ekonomik büyümeden bahsetmek de çobanın hayali kurt yaratması gibi gerçek dışıdır. Kaldı ki vergi gelirlerinin nerelere gittiği hakkında da net ve açıklayıcı bilgiler mevcut değildir. Çünkü yozlaşma aynı zamanda büyümeyi de vergi gelirlerini de yutar.

Kamusal ve özel çıkarlar adeta iç içe geçmiştir. Doğal ve kamusal kaynaklar, iktidar elitlerinin zenginleşmesine tahsis edilmiştir. Türkiye gibi otoriter rejimlerde denetim kurumları ve mekanizmaları büyük ölçüde etkisiz hale getirilmiştir Otoriterleşme ve yolsuzluk doğru orantılıdır ve paralel süreçlerdir. Çünkü bu tür ülkelerde kaynak dağıtım yöntemleri ve mekanizmaları merkezileşmiş, kişiselleşmiş ve keyfileşmiştir.

Türkiye’de yolsuzluk, 24 Ocak 1980 kararlarının yürürlüğe girdiği tarihten itibaren tavan yapmıştır. 1983 yılından sonra ülkenin liberal ekonomiye geçişi ile birlikte yozlaşmanın bir sorun olarak karşımıza çıktığını görüyoruz.  

Karar alma mekanizmaları, IMF ve Dünya Bankası’nın verdiği direktiflerden ayrı bir icraat sergilememiştir. Müstemleke ülkelerde görülen yolsuzluk, rüşvet vb. yozlaşmayı doğuran unsurlar ülkemizde de meşrulaştırılmıştır.  “Bu kadar az maaşla memur nasıl geçinecek?” sorusuna Turgut Özal’ın “Benim memurum işini bilir” cevabını vermesi, yolsuzluk ve rüşvet türü suçların önündeki yasal engelleri kaldıracak pratiklerin yürürlüğe konmasından anlaşılıyor.

Özal döneminden başlayarak günümüzde hız kazanan toplumsal değerler sistemi içinde mevcut kanaatkârlık, kadercilik, rekabetten uzak durmak, girişimcilikte bulunmamak, ilahi düzeni sürdürmek türü yaşam tarzı, yerini köşe dönmecilik, kolay para kazanmak adına tüm yolların mubah sayılması, zenginliğe özenmek, helal ve haramı umursamamak türü yaşam tarzına bırakmıştır. Toplumsal yapı bu dönemde, bu zihniyetle bozulmaya başlamıştır.

24 Ocak kararlarının yürürlüğe girmesinden sonra 1984 ve müteakip yıllarda sermaye çevrelerinden iktidara gelebilecek tepkileri bastırmaya yönelik günübirlik kararların alınması, istikrar programlarının anti-sosyal özünün dengelenmesi gayreti; becerikli ve seçeneksiz siyasal yönetim imajının güçlendirilmesi; bütçe açıklarının gerçek boyutlarının maskelenmesi; ücret sisteminde dengesizlikler yaratılarak yanlı/yansız personel imajının yaratılması [6] türü uygulamaların ağırlık kazandığını görüyoruz. Özal döneminden itibaren üretim politikaları, yerini “rant” politikasına terk etmiştir. 

1990’larda uyuşturucu ticareti, kaçakçılık, kara para aklama, gümrüklerde görülen rüşvet olayları yolsuzluk ile ilgili denetimsizliğin ve suçun cezasız kalmasını günümüze kadar taşımıştır. Özal’dan başlayarak günümüze kadar devam eden “rantiye sınıfının en önde gelen müşterisi” bakanlar, bürokratlar, çeteleşen müteahhitler ve organize suç örgütleridir.

Şeffaflık ve kredilendirme

Türkiye, geçtiğimiz dönemden itibaren Londra ve Singapur’daki tefecilerden yüksek faizli krediler almaya başladı. IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist ve sömürgen kuruluşlarından kredi alamadığına ilişkin liberal yazarlardan bugüne kadar herhangi bir bilgi ya da yorum göremedik. Bütçesi yama tutmayan bir ülkede Dünya Bankası neden kredi vermiyor diye araştırma zahmetinde bile bulunmadılar. Türkiye en son 2005 yılında Recep Tayyip Erdoğan Başbakan iken 6.134.906.000 (6 milyar 134 milyon 906 bin) dolar almıştı. Türkiye IMF’ye olan borcunu 2013 yılında kapattı. Bir daha istedi mi, istemedi mi, bu konuda net bilgi yok. Ancak bilinen bir gerçek var ki, o da IMF’nin borç kapatmasından sonra Türkiye yönetim kadrolarının bulaştığı yolsuzluk, rüşvet ve kirlilik nedeniyle böyle bir talepte bulunduysa da reddetmiş olduğudur. Son yıllarda gerek IMF ve Dünya Bankası, gerekse Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü ile Avrupa Birliği türü kredi kuruluşları yolsuzlukla mücadeleyi ön plana çıkaran ülkelere kredi verme kararı aldıklarına ilişkin haberleri okuyoruz. 

Kredi alamayışımızın ya da talepte bulunmayışımızın nedeni de bu olsa gerek. Türkiye 2010’lu yılından itibaren şeffaflığı kaybetti. Yalnız şeffaflık değil, aynı zamanda yolsuzluğu azaltmayı amaçlayan ayrıntılı ve geniş politikalar gütmedi. IMF’nin Türkiye ile ilgili Ocak 2021 tarihinde: “Düşük döviz rezervleri, yüksek dış finansman ihtiyaçları ve yüksek yurt içi döviz mevduatı ile birleştiğinde, ekonomiyi hem yurt içinde hem de yurt dışında şoklara ve değişikliklere karşı savunmasız bırakmaktadır,” ifadelerinin yer aldığı rapor düzenledi.

Türkiye Varlık Fonu ile ilgili de “Bütçe dışı ve diğer merkezi olmayan hükümet kurum ve kuruluşlarının kapsamı ve rolü, azami şeffaflık ve güçlü bir yönetişim çerçevesi ile dikkatle tanımlanmalı ve izlenmelidir,” [7] gerçeği raporlara yansımıştır.

Dünya Bankası politikalarının 4 boyutu vardır.

  1. Dünya Bankası projelerinde dolandırıcılığı ve yolsuzluğu önlemek,
  2. Kuruluştaki yolsuzluk ile ilgili bir sorunu yoluna koymak,
  3. Yolsuzluğun azaltılması için uluslararası çaba göstermek,
  4. Yolsuzlukla mücadelede talep edilen ülkelere yardım [8] etmektir. 

Türkiye’nin 17-25 Aralık 2013 tarihinden itibaren yolsuzluğa, rüşvete ve kirliliğe bulaştığını Mısır’daki sağır sultan bile duydu. Bu kirlilik uluslararası endekslere kadar yansıdı. Temeli 2010 tarihinde atılan ve 2016 yılından itibaren “şeffaf olmayan ihaleler dönemi” başladı. İhaleye fesat karıştırıldı, adam kayırmacılığı yapıldı, kim fazla rüşvet verdiyse ihale onlara kaldı. Diğer bir deyişle otoriter rejimde yürütmenin tek elde toplanması, yargı bağımsızlığı, hukuk devleti [9] ilkelerine yönelik ihlaller, kamu kurumlarının denetleyici organlarının etkisiz ve işlevsiz kalması, Meclis’in denetleme ve hesap sorma gücünü kaybetmiş olması yozlaşmanın önünü açmıştır. 

Günümüzde IMF ve Dünya Bankası ile ilgili “iyi yönetim” (good governance) koşulu sorunların çözümü olarak görülmektedir. Diğer bir deyişle “iyi yönetim” kriterleri IMF tarafından belirlenmekte ve dayatılmaktadır. Bu kurala uymayan ülkeler hem kredi, hem de yabancı sermaye yatırımını alamayacak. Türkiye’deki otoriter rejim, bu kriterlere uymuyor. [10] Kısacası dünyanın önemli kredi kuruluşları nazarında Türkiye, bir Tanzanya’dan, bir Orta Afrika Cumhuriyeti’nden ve dünyanın en yoksul ülkesi olan Liberya’dan daha kötü durumda olan bir kredilendirme konumuna düşmüştür. Üretim yok, rant ekonomisi ve ithalat var. Hani derler ya: “beterin beteri vardır” diye… Bu beter Dünya Bankası ve adını saydığım diğer kredi kuruluşlarıdır. Beterin beteri de Londra ve Singapur’daki tefeci kuruluşlara muhtaç hale gelmektir. Türkiye fırtınadan kaçarken, tayfuna yakalandı. Halkın cebindeki üç-beş kuruşu tefecilere kaptırdı, yetmedi; varlık fonunu borç fonuna çevirdiler, yetmedi; Merkez Bankası rezervlerini eritti, yetmedi; 128 milyar dolar buharlaştı, yetmedi… Tüm bu olup bitenler, Türkiye’de yerini bulan sömürge tipi ekonomilerin tipik karakteristik özelliğidir.

Yozlaşmanın Boyutları

Erdoğan döneminde siyasi iktidar, yolsuzluklara sadece göz yummadı, aynı zamanda kendi iktidarına zarar verilmemesi için parti ve yerel yönetimlerdeki yolsuzlukların yargı ve özellikle Sayıştay ve meclis tarafından araştırılmasını engelledi. Yargı ve medya üzerinde kurulan otoriter denetim, yolsuzlukların cezasız bırakılmasını sağladı. Bugün Türkiye’deki panorama o kadar belirgindir ki, yolsuzluğun açık bir şekilde yapılmasına seçmenler tarafından da meşru görülüyor. Türkiye’deki kutuplaşmada bu durumu net şekilde görebiliyoruz. Kandırılmış, cahil bırakılmış ve zalimine sığınma ihtiyacını duyan çoğu insanımız yolsuzluk ile ilgili yapılan araştırmalara bile sessiz kalabiliyor ve “hangi biri yapmıyor ki” bahanesini meşru gösteremeye çalışabiliyor. 

17-25 Aralık 2013’te ayyuka çıkan rüşvet olayları, yolsuzluğun boyutları hakkında yargının işlevsizliği, olayların meşru gösterilmesine yönelik muhalefetin suyun akışına kürek çekmesi, içinde bulunduğumuz kirliliğin boyutlarını gösteriyor. Toplum adeta ikiye bölünmüş durumda. “Ya bizdensin, ya onlardan” anlayışı ve seçmenlerde yolsuzluğun görmezden gelinmesi gibi yaklaşımlar, tarihin hiçbir döneminde görülmemiştir. 2003 yılından başlayarak 2019 yılına kadar devam eden ve günümüzde de sürdürülen özelleştirme furyasında başta Türk Telekom, TEDAŞ, PETKİM gibi stratejik öneme sahip kuruluşlarla 268 kamu kuruluşu, iflas eden işletmeler haraç mezat satıldı. TEKEL ve SEKA gibi önemli kuruluşlar özelleştirildikten sonra kapatıldı. Şeker fabrikalarının tamamı satıldı. Elde kalan TÜRKŞEKER’e ait taşınmazların da yok pahasına elden çıkarıldığına tanık olduk. Ayrıca 101 kuruluşta bulunan kamu hisseleri, 10 liman, 90 elektrik santrali, 40 işletme, 3.703 taşınmaz, 37 maden sahası, 11 otel ve sosyal tesis, 6.808 kalem makine ve teçhizat, 155 marka, isim hakkı ve araç muayene hizmetleri özele faizsiz ve vadeli olarak devredildi. Kamunun zararı yüzlerce milyar doları buldu. Yollar, köprüler, havalimanları, şehir hastaneleri vb. gibi yap-işlet-devret modeli çerçevesinde yüzlerce yapı yok pahasına satıldı. 13.06.1994 tarih ve 3996 sayılı “Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkındaki Kanun”dan yararlanmak suretiyle gayrimeşru ve suç teşkil eden eylemler meşrulaştırıldı. Günümüzde tek tük kalan kamu kuruluşları da 3-5 kuruşa satılacak. 

Siyasal yozlaşmanın en yoğun olduğu alanlardan biri de yerel yönetimlerdir. İktidara yakın belediyelerde rüşvet, adam kayırma, yolsuzluk türü yozlaşmalara ses çıkarmayan merkezi yönetimin kendisi de bu kirliliğin içine bulaşmıştır. Daha çok rantiye sınıfı doğsun diye belediyelere yapılan kayyum atamaları, yolsuzluğun, rüşvetin ve her türlü mafyatik ilişkilerin içine girmiş olmaları, toplum vicdanını sızlatmıştır. Yerel yönetimler içinde AKP ve MHP’li başkanlar, belediye meclis üyelerine ilişkin Sayıştay tarafından yapılan denetimler, merkezi iktidar tarafından engellenmiştir. Kokuşmuşluk, merkezi iktidarı da içine alan bu kısır döngünün çözülmesi zor gibi görünüyor. Bunun dışında hükümetin harcamalarıyla görevli teftiş kurulları işlevsiz kılınmıştır. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF), Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) ve Merkez Bankası gibi özerk kuruluşların özerklikleri kaldırılmış ve yürütmeye bağlanmıştır. TBMM’nin bütçe yapma hakkını ortadan kaldıracak düzenlemeler yapılmıştır. Böylece ekonomiye ilişkin uygulamalar ile devlet harcamaları denetimden kaçırılmış, kamu kaynakları keyfi bir şekilde talan edilmiştir. Sorunun temelinde Kamu İhale Yasası başta olmak üzere diğer yasalarda yapılan değişiklikle yozlaşmanın önü açılmış, talan mekanizması devreye sokulmuştur. Bununla yetinmeyen AKP iktidarı; Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere, Danıştay, Sayıştay, YSK, HSYK’nın yapısı ve işleyişi değiştirmiş, özel yetkili mahkemeler kurarak, soruşturma, yargılama ve cezalandırmayı engellemiştir. Yolsuzluğun açığa çıkarılmasına ilişkin ihbarda bulunanlar cezalandırılmıştır, cezalandırılıyor. Yolsuzluk dosyalarının ortaya çıkarılmasını neredeyse yasaklanmıştır. Günümüzde başta yolsuzluk olmak üzere, rüşvet, ihaleye fesat karıştırma, adam kayırma, torpil vb. ahlak dışı pratikler örtbas edilmekte suçlular cezasız kalmakta ve bu tür ilişkilere meşru gösterilmeye çalışılmaktadır. Düşünün ki AKP’nin 25 yıllık İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nin yolsuzluk dosyaları, 5 Şubat 2021 tarihinde siyasi iktidarın emrindeki yargı organı olan Danıştay’dan döndü. Ve ne yazık ki bu yolsuzluklar çabuk unutuldu. Türkiye tarihinde 100 yılda yapılan yolsuzluğun 100 katı AKP döneminde yapılmıştır. Muhalefet iktidara gelse bile konumu itibariyle dosyaları ele alabilecek siyasi iradeden yoksundur. Özetle siyasi yozlaşmanın geldiği son nokta çürümedir. Bu çürüme siyasi iktidarı, muhalefeti ve toplumsal yapıyı kuşatmıştır. Sıkışan ve derinliklere inen burjuva devleti bu durumu çok iyi tahlil ettiği için çareyi, dışarda emperyalistlere ardı arkası kesilmeyen tavizler verirken, içerde baskı, zulüm ve zorbalığı tırmandırarak varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Dışarda kuzu, içerde aslan kesilme türü dinamikler tüm sömürge ve yarı sömürge tipi ülkelerde görülen bir yönetim geleneğidir.

2018 seçim döneminde mevcut siyasi sisteme güven endeksi % 52,6 iken, 2021 tarihli araştırma verilerinde bu oranın % 35,8’e düştüğünü görüyoruz. Hukukun Üstünlüğü Endeksinde 126 ülke arasında sondan 17. sırada olmamız felaketin boyutlarını açıklıyor. Türkiye’de yargıya güveniyorum diyenlerin oranı % 18’dir (Haziran 2021 Araştırma Sonuçları). Diğer bir deyişle yargıya güvenmeyenlerin oranı % 82’dir. Sermaye devletinin bıraktığı diğer bir enkaz… Türkiye Raporu’nun 11 Ocak 2021 tarihinde yaptığı kamu kurumlarına güven araştırmasında çarpıcı sonuçlar elde edilmiştir. Rapora göre TBMM’ye güvenmeyenlerin oranı % 71,6; Cumhurbaşkanlığı’na güvenmeyenlerin oranı % 64,4; Anayasa Mahkemesi’ne güvenmeyenlerin oranı % 76,8; mevcut hükümete güvenmeyenlerin oranı % 76,8; Merkez Bankası’na güvenmeyenlerin oranı % 76,3; Milli Piyango’ya güvenmeyenlerin oranı % 95,5; Silahlı Kuvvetlere güvenmeyenlerin oranı % 39,5’tir. Diğer bir deyişle Silahlı Kuvvetler hariç Türkiye’de yaşayan insanların hiçbiri Kamu kurum ve kuruluşunun icraatından memnun değil, güvenmiyor. Bu güveni sarsan halk deyimiyle: “Balık baştan kokar” söyleşindeki yerini bulan siyasi yozlaşmadır.

Medyanın sorumluluğu

Eskiden medyada çıkan haberler nedeniyle birçok bakanın, bürokratın istifa ettiğini gördük. Günümüzde ise çıkan haberler nedeniyle televizyon kanalları, gazete, dergi, haber ajansları, radyolar kapatılıyor. Kalanlar ise siyasi iktidarın borazanı haline gelmek zorunda kalıyor. Yolsuzlukla ilgili bilgi erişimi güçleştirildi. Çok sayıda basın-yayın kuruluşları TMSF’ye devredilerek, siyasi iktidara yakın yandaş dediğimiz gruplara teslim edildi. İktidarın kontrolünde olmayan medyanın sesi bir iki kuruluş dışında tamamen kıstırıldı. 2016 tarihi itibariyle 45 gazete, 16 televizyon kanalı, 16 dergi, 3 haber ajansı, 23 radyo kapatıldı. RTÜK, görsel medya üzerinde bir baskı aracına dönüştü. Düşüncelerinden ve ifade özgürlüğü kısıtlanan binlerce memurun, akademisyenin, öğretmenin, işine son verildi. Öğrencilerin okullarıyla ilişkileri kesildi. Gençlerimiz eleştiriyor diye cezaevlerine tıkıldı. Muhalif siyasi parti liderlerinin, milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılarak tutuklandı. Yüzlerce gazetecinin görevlerine son verildi, bir kısmı hala cezaevlerinde! Basın Özgürlüğü Endeksi’nde 153. sırada yer aldığımız unutulmamalı. Evrensel Gazetesinin 26 Mayıs 2021 tarihli sayısında “2021’in ilk dört ayında 213 gazeteci yargılandı, 20 gazeteciye 57 yıl 10 ay hapis cezası verildi. En az 14 gazeteci hakkında yeni soruşturma açıldı,” haberi yer almıştır. Bu sayı, günümüzde devasa boyutlara ulaştı. Yolsuzluk ve rüşvet ile ilgili sosyal medya paylaşımları da siyasi iktidar tarafından sıkı takibe alındı, eleştirel paylaşımları yapanlar cezalandırıldı, cezalandırılıyor. İnsanlarımızın internet üzerinde tüm faaliyetleri devlet tarafından kontrol ediliyor. Böyle bir ortamda yolsuzluk başta olmak üzere tüm sıra dışı gayri meşru ilişkiler daha kolay yapılmaya başlandı ve giderek bu kokuşmuşluk yaygınlaştı. Eleştiriye tahammülsüzlük nedeniyle düşünce, ifade özgürlüğü, toplantı ve gösteriler baskı altına alınarak yolsuzluklarla ilgili bilgilerin açığa çıkması engellendi. Kamuoyunun siyasi iktidardan hesap sorması imkânsızlaştı. Yukarıda belirttiğimiz gibi “bulanık suda balık avlamak” kolaylaştı. Bu bulanıklık gayrimeşru ilişkilerin, yolsuzlukların geniş bir alana yayılmasına sebep oldu. 

Siyasi iktidar bunlarla yetinmedi. Yolsuzluk ve usulsüzlükler, popülist söylemlerle meşru gösterilmeye çalışıldı. Halkın büyük kesimi üzerinden “hangisi çırpmıyor, yemiyor, çalıyor ama çalışıyor, başkası yiyeceğine onlar yesin, cami yapıyorlar” türü algılar yaratıldı. 

Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar yapılan yolsuzlukların, usulsüzlüklerin ve hırsızlıkların yüz misli AKP döneminde yapılmıştır.

Günümüzde yaşamın tüm alanlarında burjuva hukuku ve kanunları çiğneniyor. Kuralsızlık ve hukuksuzluk ülkeyi ekonomik durgunluğa, siyasi, ahlaki ve toplumsal istikrarsızlık ve bunalımlara sürüklemektedir. Bir gerçek var ki o da tüm bu kirli ilişkiler bir yandan siyasi iktidarı ayakta tutuyor, öte yandan içten içe çürütüyor. Dolayısıyla mevcut burjuva yöntemleriyle ülkeyi yozlaşma iklimine sokan ve büyük tahribata yol açan otoriter yapının dayandığı kapitalist sistemden kurtulmadıkça çözüm aramak beyhudedir.

Sonuç

Günümüzde Türkiye’nin önde gelen problemleri arasında yolsuzluk, rüşvet, kayırmacılık türü yozlaşma önemli yer tutmaktadır. Yüksek boyutlara ulaşan bu yozlaşma sermaye devletinin ekonomik ve sosyal hayatında telafisi güç sonuçlara sebebiyet vermiştir. Öylesine bir boyuta gelmiştir ki, halk deyimiyle hırsıza evi teslim etmek gibi bir durumla karşı karşıyayız. Bugün yozlaşmanın en önemli nedenlerinden biri olan yolsuzluktur. Dünya Bankası, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü, Avrupa Birliği gibi önde gelen kuruluşlar bu olguyu gündeme almışlar gibi görünüyor. 

Devletin derinliklerinde örgütlenen Kontrgerilla ve benzer yapıların günümüzde kullanıldığı alanlar bellidir. Bunlar; mafya türü ilişkilerin, çetelerin, aşiretlerin ve cemaatlerin aracılığıyla topluma yön veren aydınların katledilmesi, kitlesel katliamların düzenlenmesi, kara para akışının yönlendirilmesi, rantların paylaşımı, ülke içinde ve dışında operasyonların düzenlenmesinde kullanıldı, kullanılıyor. Dahası var; bu yapı, faili meçhul cinayetlerde kullanıldı; silah kaçakçılığında, darbelerde, ülkede kaos yaratmada kullanıldı. Bu tür kirli ve kanlı ilişkiler, halk arasında güvenin sarsılmasına, kaos ortamının yaratılmasına sebep oldu, oluyor. Bulgar Atasözü’nde; “Bulanık suda balık avlamak kolaydır,” der… Ünlü Marksist düşünür Slavoj Žižek’in “Adını Söylemeye Cesaret Eden Bir Sol” adlı eserinde “Suyun bulandırıldığı ve bulanık suya olta atanların fazlalaştığı bir dönemden geçiyoruz,” sözü; bunun boyutlarını ve toplumsal yapıyı nasıl zorladığını ortaya çıkarıyor. Dolayısıyla ülkenin sürüklendiği kaos ortamında hırsızlık da kolaydır, rüşvetçilik, yolsuzluk, ihaleye fesat karıştırmak, adam kayırmak da! Geçmişten günümüze otoriter rejimlerde gördüğümüz budur. Ülkenin sürüklendiği kaos ortamında hırsızlık da kolaydır, rüşvetçilik, yolsuzluk, ihaleye fesat karıştırmak, adam kayırmak da! 

Geçmiş dönemlerde Mecliste siyasi yozlaşma olaylarının açığa çıkarılmasına yönelik bazı komisyonlar kurulmuştu. Bunlar Faili Meçhulleri Araştırma Komisyonu, Uğur Mumcu Komisyonu ve Susurluk Komisyonu idi. Bu Komisyon üyelerinden bazılarının başına gelenleri hep birlikte gördük. Susurluk Komisyonu üyelerinden bazıları ayrı ayrı tarihlerde trafik kazalarıyla faili meçhule uğurlandı. Bazı Araştırma Komisyonlarının araştırmaları, devlet kurumları tarafından engellendi. Küçük çapta elde edilen bazı veriler de ilgili kurumlar tarafından görmezden gelindi, uygulanmadı. Bunun en belirgin örneklerinden biri de Hizbullah örgütüdür. Örgütün devasa boyutlarının ortaya çıkarılması engellenmiş, göz yumulmuştu. Ulaşılan diğer sonuçlar da hayata geçirilmemişti. Günümüzde bunlarla ilgili herhangi bir çalışma, soruşturma ya da kovuşturma yapılmamıştır. Nedenine gelince; “Türkiye’de yozlaşma, sıradanlaşmış, genelleşmiş ve tüm özellikleriyle birlikte kurumsallaşmıştır.”

Yozlaşma; hayatın her alanında karşılaştığımız kirliliktir. Bu kirlilik tepeden tırnağa; kamusal alanın tüm kurumlarını içine almıştır. Spor federasyonlarından tutun da Diyanet’e; kamu bankalarından tutun da KİT’lere; bürokrasiden tutun da bakanlıklara; müteahhitlik işlerinden tutun da ekonomiye varıncaya kadar!… Yalnız bununla da kalmıyor. Toplum, bu olguya onay vermiş gibi suskun. Sanki yozlaşma toplumun katmanlarını da esir almış gibi… Temiz toplum hayalleri mevcut düzen içinde yaratmak mümkün değil. Çünkü kapitalist sistemin özü hırsızların, soyguncuların, dolandırıcıların, rüşvetçilerin, talancıların rejimidir. Yozlaşma olgusu, kendisine geniş bir alan bulmuştur. Aşağıda verilen kısacık örnekler, bu alanların bazılarıdır.

Yozlaşma; kamuda görevli yetkilinin aldığı rüşvettir, kamuya emanet edilen kaynakların zimmete geçirilmesidir, dolandırıcılıktır, ihaleye fesat karıştırmaktır, adam kayırmaktır. Yozlaşma; vakıflar aracılığıyla halkı soymaktır, bütçeyi yağmalamaktır, Merkez Bankası’nın rezervlerini buhar etmektir, kamu bankalarının yetkilerini aşan kredileri yandaşlar için yağmalamaktır, SGK’nın bulaştığı kirliliktir. Yozlaşma; kullanmadığımız yollar, köprüler, için cebimizden çalınan paralardır, şehir hastanelerine müşteri (hasta) garantisi vermektir, elektrik, havagazı, su faturasıdır. Yozlaşma; yap işlet, devret modeli aracılığıyla bütçeyi talan etmektir, kamuya ait arsa ve arazileri yok pahasına ayrıcalıklı müteahhitlere ve gizli ortaklarına peşkeş çekmektir, özelleştirmedir. Yozlaşma; ormanlık alanlara maden ocaklarını açmaktır, ormanları yakarak taş ocaklarına, altın aramalarına ve imara uygun hale getirmektir, dereleri kurutmaktır, HES adı altında tahribatlar yapmaktır, habitatları yok etmektir. Yozlaşma; Rize’de, Kastamonu’da, Ordu’da, Bartın’da, Karabük’te, Sinop’ta, Samsun’da sel felaketidir, sellerde yüzlerce insanımızın ölümüne bir avuç çıkarcı müteahhit için göz yummaktır. Yozlaşma; ormanları, vadileri, kıyıları, dereleri, meraları, adaları, su havzalarını ekolojik tahribata uğratmaktır, sellerde ölen insanlar için “doğal afettir” diye kamuoyunu uyutmaktır. Yozlaşma her yere gecekondu gibi enerji santralleri dikmektir, çevreyi ve insanları zehirlemektir, Kaz Dağları’nı emperyalist güçlere altın bahanesiyle peşkeş çekmek, yağmalamak, çevreyi kirletmektir. Yozlaşma; Marmara Denizi müsilajıdır, denizleri öldürmektir, üç-beş rantiyer kapitalist zarar etmesin diye fabrikaların arıtmasız ve filtresiz çevreyi, insanı ve canlıları zehirlemesine göz yummaktır. Yozlaşma; üniversitelere, yerel yönetimlere kayyum atamak, yolsuzluklarına ortak olmaktır. Yozlaşma; bürokratların çoklu yerden maaş, ikramiye adı altında çıkar sağlamasını teşvik etmektir. Yozlaşma; bakanların kendi ürünlerini, kendi bakanlığına fahiş fiyatla satmasını hoşgörü ile karşılamaktır, milletvekillerin, bürokratların organize suç örgütlerinden rüşvet almasına sessiz kalmaktır. Yozlaşma; elitlerin özel uçaklarla yaptığı kokain ticaretine göz yummaktır. Yozlaşma; hak arayanlara polisin orantısız gücüdür, copudur, yerlerde sürüklemektir, Siirt’te 6 yaşındaki Felek Batur’u bisikletiyle panzerin altında ezmektir, Silopi’de eve giren panzerin iki çocuğu uykuda katletmesine sessiz kalmaktır, ırkçılıktır, Kürtlere, mültecilere ve muhaliflere saldırmaktır, katletmektir, faili meçhul cinayetlerdir,  radikal dinci terör gruplarına alan yaratmaktır. Yozlaşma; cezaevlerini aydın, gazeteci, politikacı, öğrenci ve muhaliflerle tıka basa doldurmaktır, tacizciye, tecavüzcüye, kadın katiline dokunmamaktır, Yozlaşma; tarımı yok etmektir, dışarıdan gıda ve tarımsal ürünleri ithal etmektir, hayat pahalılığıdır, enflasyondur, vatandaşı enflasyona karşı ezmektir. Yozlaşma; din bezirgânlığıdır, her yere cemaatsiz cami dikmektir. Yozlaşma; çocuk parklarına AVM’leri dikerek yeşil alanları yok etmektir, neoliberalizmdir, kapitalist devletin ta kendisidir, emperyalizme uşaklıktır. Yozlaşma; işçi sınıfının örgütlenmesini engellemektir, önüne duvar örmektir, yüzbinlerce mülteciyi sigortasız, güvencesiz, sağlıksız koşullarda düşük ücretle çalıştırmaktır, lokavttır, tek adam rejimidir. Yozlaşma; soygunların, talanların, zorbalığın, zulmün ve kirliliğin faturasını yoksul halkın sırtına bindirmektir. Yozlaşma; eğitim ve öğretimde devletin gösterdiği acizliktir Yozlaşma; ülkeyi Avrupa’nın çöplüğü haline getirmektir… 

Kısacası savaşların bile yapamadığı tahribatı, kısa süre içinde büyük yığınlara tattırmak, acıyı iliklerine kadar hissettirmek yozlaşmanın boyutları hakkında net bilgi veriyor sanırım. İşte sermaye devleti, işte tek adam rejimi, işte soygun, işte talan, işte yozlaşma; işte çürüme… Bunun için cehennemde zebani aramaya gerek yok. Hepsi yanı başımızda! Son Marmaris yangını bu cehennemi, kokuşmuşluğu ve çürümeyi bütün çıplaklığıyla ortaya serdi.  Fazla lafa gerek yok. Tüm anlatmak istediğimizin özeti…

Çoğu liberal ekonomistler ve siyaset bilimciler, siyasi yozlaşmanın önlenmesi için yozlaşmayı besleyen kanalların kapatılmasını önerirler. Siyasi ve ekonomik istikrarsızlık, enflasyon, terör vb. gibi toplumu derinden sarsan ve giderek toplumsal yozlaşmaya yol açan sorunların ele alınması gerektiğinden söz ederler. Terörü bitirmek için öncelikle demokrasinin tesisini, mücadelenin demokratik kurallar içinde yapılmasını, siyasi sorumluların popülist söylemlerden kaçınmalarını önerirler. Vergi adaletinin tesisinden söz ederler. Gelir dağılımındaki adaletsizlikten dem vururlar, sızlanırlar. Seçimlerde eşit koşullarda yarışmanın öneminden bahsederler. Bütçenin küçülmesinden ve personel alımında bilgi, beceri, başarı ve liyakatten dem vururlar.  İhaleye fesat karıştırılmasın diye eskiden olduğu gibi şeffaflık ilkesinin getirilmesini isterler. Bütçe denkliğinin önemini anlatırlar. Bazı örnekleri tavsiye niteliği gibi gösterirler. Örneğin Japonya’da başbakanın adı yolsuzluğa karıştı diye istifa etmesinden, bir mühendisin, yaptığı yanlış proje nedeniyle intihar etmesinden söz ederler. Örnekler uzar gider. İçi doldurulmayacak çok şeylerden bahsederler. Sanki bu ülke burjuva demokratik devrimini tamamlamış, totaliter rejimden kurtulmuş demokrasi tüm kurum ve kuruluşlara yayılmış gibi… Tüm bunlara rağmen bu öneriler belki bir nebze yozlaşmayı hafifletir, ancak çare değildir. Bu ülkede otoriter rejimler yıkılmadıkça, gelir dağılımı adil bir şekilde dağıtılmadıkça, dengesizlikler büyüyecektir. Günümüzde bu dengesizlikler nedeniyle orta halli insanlardan tutun da yoksul insanlara varıncaya kadar büyük kesimin yüzü bir türlü gülmüyor, gülemiyor. Bir Gün Gazetesi’nin 29.07.2021 tarihli sayısında “En az gülen ülke Türkiye” başlıklı yazısında “stres duygusunun en çok hissedildiği ülkeler Peru, Lübnan, Ekvador, Türkiye ve Yunanistan olarak sıralandı,” şeklinde yer alan haberde bunun kaynağının geçim sıkıntısı, borçlarını ödeyememe, çocukların geleceğinden duyulan kuşku vb. şeklinde uzayıp giden endişelerden kaynaklı olduğu araştırma verilerinde ortaya çıkmıştır. 

Çalışan büyük yığınların yani işçi sınıfının örgütlenmesinin önündeki engeller yıkılmadıkça, neoliberal politikalar tarihe karışmadıkça yozlaşma tüm hızıyla devam edecektir. Siyasi ve toplumsal yozlaşmanın tamamen ortadan kaldırılması ancak işçi sınıfının iktidarıyla gerçekleşecek bir olgudur. O zaman insanlarımızın yüzünde bahar tebessümleri ve gülücükleri belirecektir.

(Bitti)


[5] Sencer Ayata, Türkiye’de yolsuzluk nasıl yapısallaştı  (T24, 31 Ekim 2017).

[6] Oğuz Oyan, Ali Rıza Aydın, Türkiye’de Maliye ve Fon Politikaları-Alternatif Yönelişler (Ankara, Adım Yayıncılık 1991 s.134 Aktaran: Cemal Fedayi, 21. Yüzyıla Taşıdığımız Sorun: Siyasal Yozlaşma)

[7] IMF, Türkiye’deki tehlikeyi açıkladı, (Oda TV, güncelleme 26.01.2021)

[8] Turgay Berksoy, Yolsuzluk Kavramına genel bir Bakış: Problemler ve Çözüm Önerileri (Marmara Üniversitesi Yay. Sf. 2, 2007)

[9] “Hukuk devleti” ile ilgili bilgileri daha önce vermiştik. Türkiye Cumhuriyeti’nin, kuruluşundan günümüze hukuk devleti olamayışının nedenlerini ayrıntılı bir şekilde irdelemiştik. Günümüzde gerek hukukçuların ve gerekse muhalefetin sık sık dile getirdiği “hukuk devleti ilkeleri” ne yazık ki bir türlü hayata geçirilemedi. Hele otoriter rejimlerde “hukuk” kavramından bahsetmek bile abestir. Günümüzde yeni sömürge tipi ülkelerde bu kavramın ne denli geçerli olabileceğini siz değerli okurların yorumuna bırakıyorum.

[10] Bu gerekçeler ortadayken muhalefetin iddia ettiği gibi IMF’den 5 milyar dolar alındığına ilişkin herhangi bir resmi açıklama yapılmadı.

Mazhar ÖZSARUHAN
Latest posts by Mazhar ÖZSARUHAN (see all)