Azgelişmişlik Üzerine (3)

Tarihsel Süreçte Azgelişmişlik

 Sanayi devrimi sürecine girememiş geri kalmış veya ekonomide azgelişmiş dediğimiz ülkelerde liberal (burjuva) demokrasi ya gelişmemiş ya da hiç ikame etmemiştir. Bu tür ülkelerde seçimden seçime sandıklara gidilir ve oy kullanılır. Seçimden seçime oy kullanma olayına çoğu yazarlarımızın “sandık demokrasisi” demeleri artık gelenek haline gelen bir söylem olmuştur. Bu tür ülkelerde liberal demokrasi, istikrar kazanmış kapitalist ülkelerden farklı olarak siyasal rejimleri sık sık değişikliklere uğratmıştır. Demokrasi havarisi kesilen çoğu kalemler, kapitalizmle demokrasiyi özleştirmeye çalışmışlardır. Bu tür yaklaşımlar hem tarihsel gelişmeyle uyuşmamakta ve hem de rejim değişikliklerinde örneğin otoriter yönetimlere geçişlerde inandırıcı açıklamalar getirmemektedir. Kaldı ki kapitalizm, burjuva demokrasisini getirmemiştir. Liberal demokrasiyi bile işçi sınıfı getirmiştir. Hatta burjuva devrimlerini gerçekleştiren kesim de işçi sınıfıdır. Bu devrimler hiçbir zaman genel anlamda eşit oy hakkına dayalı demokratik rejimlerin kurulmasına izin vermemiştir. Küçük bir azınlık dışında her kesimi siyasal haklardan yoksun bırakmıştır. Buna rağmen egemen sınıflar, kendi demokrasisine karşı hep olumsuz tavırlar takınmışlardır. Burjuva demokrasisini işçi sınıfı ‘doğrudan’ getirmemiş, sınıf mücadelesinin keskinleşmesi sonucunda ikame etmiştir.

Bu nedenle azgelişmiş ülkelerde demokrasinin kısıtlı hale geldiği ve sık sık kesintiye uğraması da öznelden çok nesnel koşullara bağlanmıştır. Dolayasıyla 1960’ların ikinci yarısından itibaren azgelişmiş ülkelerde gölgesinden bahsedilen demokratik rejimlerin gölgesi bile kaldırılarak otoriter rejimlere geçiş süreci başlamıştır.

Bunun önemli içsel nedenlerinden biri egemen sınıfların hegemonyasından kaynaklanan istikrarsızlıktır diyebiliriz. Bu tür ülkelerde kapitalist üretim ilişkileri bütünüyle egemen değildir. Dolayısıyla egemen sınıfların hegemonya kuramaması, bir bakıma iktidar bloku içindeki çatışmalardan kaynaklanmış olmasındandır [12]. Farklı üretim tarzının bir arada bulunması egemen sınıflar arasında mevcut çelişkileri derinleştirmiştir. Farklı egemen sınıflar, kendi üretim tarzını hâkim hale getirmek için verdiği mücadele iktidar bloku içinde çatışmaların şiddetlenmesine sebep olmuştur. Bu da ülkemiz gibi geri kalmış ülkelerde siyasal sistemin getirdiği istikrarsızlıkla açıklanabilir.

Hiç şüphesiz ki bu istikrarsızlığın temelinde egemen olan üretim tarzı yatmaktadır. Çoğu ekonomi yazarlarımız “sisteme farklı üretim tarzlarının bir arada bulunması”, bu tür istikrarsızlığı körüklüyor olmasından söz etmektedirler. Bu yaklaşım hiç şüphesiz ki kapitalist üretim ilişkileriyle birlikte kapitalist öncesi üretim ilişkilerinin de bir arada bulunduğuna ilişkin bir izlenim bırakması kanısını uyandırıyor. Oysa kapitalizme geçiş sürecinde feodal üretim tarzı ya etkisiz hale gelmiş ya da ortadan kalkmamakla birlikte belirleyici veya farklı olma özelliğini kaybetmiştir.

Emek-Sermaye çelişkisini salt ekonomik alanla sınırlı olduğunu gören birçok yazarımız, sınıf ilişkilerinin yeniden üretimini de ekonomik alanla sınırlı tutmakla yetiniyorlar. Bunlar, toplumsal yapının yeniden yapılanmasını sağlayan ilişkilerin düzeylerini toplumsal, kültürel, ideolojik ve siyasal yapıları göz ardı ettikleri gibi, sermayenin, emek sürecinde gerçekleşen dönüşümü sonucu artı değere el koyduğunu görmezden geliyorlar. Dolayasıyla sınıflar arasındaki sömürü ilişkilerinin yeniden üretimini hesaba katamıyorlar.

Azgelişmiş toplumlarda istikrarlı bir hegemonyanın kurulamamasının nedenlerinden bir diğeri de dünya ekonomisi ile entegrasyon sorunudur. Bu ülkelerin dünya ekonomisi içinde doğal bir konumda bulunması ve uluslararası hiyerarşide alt sıralarda olması, yönetici sınıfların hegemonik zayıflığı ve kırılganlığındandır. Bu kırılganlık bazı özellikleri bir araya getirmektedir. Ama temel neden hegemonya kurmuş olan ülkelerin buna izin vermemesidir. Elit kadroların dış güçlere mahkûm olması, emeğin baskı altında tutulması, üretim tarzının bir bütünlük arz edememesi, dünya ekonomisiyle entegrasyon sorunlarını yaşaması, bütçelerin sürekli açık vermesi, ithal ekonomisine mecbur bırakılması vb. nedenler sıralanabilir. Dolayısıyla azgelişmiş ülkeler sürekli gelişmiş ülkelere kaynak aktarmak zorundadır. Diğer bir deyişle azgelişmiş ülkelerin sömürüsü, kapitalizmin ‘Batı’da gelişmesinde hayati bir rol oynamış ve kendi ülkesindeki kapitalist gelişmeyi engellemiştir. Kısacası ‘emperyalizm, azgelişmiş ülkelerde kapitalizmin evrimini engellemiştir’ diyebiliriz.

Salt bunlarla da yetinilmemiştir. Bir de “İç Pazar” sorunu vardır. İç Pazar sorununda burjuvaziye ağırlık tanınması, alt sınıfların tüketim düzeyini sürekli bastırması ve gelir dağılımındaki çarpıklığın giderilememesi, çalışma koşullarının her geçen gün kötüye gitmesi, işsizlik, yaşam düzeyinin düşüklüğü vb. nedenler toplumsal gerilimleri sürekli ayakta tutmuştur. Dolayısıyla hâkim sınıfların giderek alt sınıfların istemlerine çeşitli politikalarla yanıt üretecek durumda olmayışı, hegemonyadaki istikrarsızlığı beraberinde getirmiştir. Ayrıca neoliberal politikaların getirdiği sorunlar, toplumsal kutuplaşmayı artırmakta, işçi sınıfının demokratik ve ekonomik taleplerine yönelik örgütlenmesinin önüne duvar örerek bu kırılganlığı artırmıştır.

Toplumun büyük kesimlerinin siyasal süreçlerden dışlanması, siyasal taleplerinin çeşitli müeyyidelerle suç sayılması, özgürce tartışma ortamının bulunmayışı, medyanın tek taraflı yayınları, yine azgelişmişliğin diğer özelliğini yansıtmaktadır. Gerek azgelişmiş ülkelerde ve gerekse emperyalist ülkelerde üretim ilişkileri kapitalist üretim tarzını oluşturmakta, bu da iktidar ilişkilerinin maddi temelini yansıtmaktadır.

Tülin Öngen, Tekelci Kapitalizm ve Sınıf Yapısı adlı makalesinde şunları yazıyor: “Kapitalist üretim biçimi, iktidar ilişkilerinin maddi temelini oluşturan emek süreci çözümlemesi olmaksızın anlaşılmaz. Bununla birlikte emek ile sermaye arasındaki toplumsal ilişkiler, yalnızca emek süreciyle sınırlanamaz. Sınıf ilişkileri, üretim süreci dışında da, başka bir deyişle ekonomi dışı alanlarda da yeniden üretilir. Bu yüzden sınıf çatışmalarının tüm toplumsal ilişkileri diyalektik bütünlüğü içinde ele almaları gerekir. Emek süreci içindeki hareketin, sermayenin emek üzerindeki egemenliğinin yeniden üretildiği öteki alanlardan bağımsız anlaşılması da güçtür. Bu yüzden sınıf araştırmacılarının çağdaş ikilemi bu sorudan kaynaklanır. Kapitalist emek sürecini odak alan pek çok çalışmanın, kapitalist üretim ilişkilerini emek sürecine indirgemekten kurtulamadığı ve böylece emek sürecinin sınırlarını çizdiği ekonomik alanla öteki toplumsal, siyasal ve ideolojik alanlar arasındaki diyalektik ilişkiyi gözden kaçırdığı görülür. Buna karşılık kimi araştırmacının ise, siyasal ve ideolojik süreçlerin çözümlenmesine gereğinden fazla ağırlık verdiği ve sınıfların tanımlanmasında üretim ilişkilerinin ve emek sürecinin oynadığı rolü ihmal ettiği göze çarpar” [13].  Çünkü siyasal, ideolojik ve kültürel kurumların yapılanması üretim ilişkileri tarafından belirlenmektedir. Kapitalist üretim biçiminin özü, sermayenin emek süreci içinde emeğe el koymasında saklıdır. Bu nedenle sermaye, kapitalist üretimin temel ihtiyaçları doğrultusunda emeği yeniden biçimlendirirken, tüm toplumsal, siyasal kurumların bu amaçla yeniden yapılanmasını gündeme getirmektedir. Diğer bir deyişle, emek sürecinin çözümlenmesi, aynı zamanda işçi sınıfının ne denli baskı altında tutulduğunu göstermektedir. Çünkü sermaye birikimi, artı değerin gaspıdır.

Günümüzde azgelişmiş ülkelerden sanayisi gelişmiş ülkelere doğru yoğun bir işgücü hareketi oluşmuştur. Göç edenler, bu ülkelerin metropollerinde emek pazarının sürekli üyeleri haline gelmişlerdir. Bu ülkelerde ucuz işgücü, düşük ücret, sigortasız çalıştırmalar, kısacası sömürünün katmerleştiği göze çarpmaktadır. Bir yandan sınıf içi çelişkiler derinleşirken, öte yandan emperyalistler arası rekabetin faturası da her bir ülkenin işçi sınıfına çıkması kaçınılmaz hale gelmiştir. Uluslararası işbölümünde her tür gelişmenin işçi sınıfına ödetildiği ve bedelin ağırlaştığını görüyoruz.

Türkiye Örneği

Osmanlı İmparatorluğu, Sanayi Devrimi’ne giden süreçte dönemin en güçlü ülkelerinden birisi olmasına rağmen sürece en son dâhil olan ülkelerden birisi olmuştur. Bu durumun temelinde, geleneksel ekonomik ve sosyal düzenin devamlılığını sağlamak için yapılan uygulamaların büyük bir etkisi olduğu görülmüştür. Ayrıca yapısal sorunlarla birlikte iç ve dış faktörlerin etkisi, Osmanlı’nın bu sürece diğer ülkelerden daha geç dâhil olmasına sebep olmuştur. [14]. Bu sürecin sonunda yarı sömürge statüsünün sürecini görüyoruz.

Dolayısıyla geri kalmışlığın Osmanlı’ya yansıması yarı sömürge süreciyle birlikte kendisini göstermiştir. Bu sürecin ilk belirtileri, 16 Ağustos 1838 tarihinde İngilizlerle yapılan serbest ticaret anlaşması sonucunda hammadde ihracatının yasaklanmasıyla ortaya çıkmış, 19. Yüzyılın ikinci yarısında da yarı sömürgeleşme süreci başlamıştı. Sanayi devrimini tamamlayan ülkeler için Osmanlı, açık pazar haline gelmişti. Osmanlının pazar haline gelmesi ile geleneksel zanaat üretimi durma noktasına gelmiş, kapitalist dünya ekonomisine eklemlenmesi ile de liman kentlerinde ticaret burjuvazisi oluşmuştu. Ayrıca devletin olağanüstü vergiler ve sınırlamalarla ilgili uygulama hakları elinden alınmıştı. İthalat ve ihracatta alınan vergi oranları İngilizlerin isteğine göre değiştirilmişti. Uluslaşma süreci de Tanzimat ve Meşrutiyet dönemine denk gelmişti. Kıbrıs adası Sultan Abdülhamid tarafından İngilizler istedi diye hediye edilmişti.

15 Nisan 1969 tarihli İstanbul Sanayi Odası Dergisi’nde yayınlanan bir yazıda konuyla ilgili dikkat çekici bir makale yayınlanmıştı. Bu makalede 1921 tarihinde dönemin Maliye Bakanı Ahmet Ferit Tek, TBMM’de yaptığı konuşmadı şunları söylüyordu: “Şimdiye kadar hali Türkiye çalışıyor, üretiyor, fakat ürünlerinden başkaları yararlanıyor. Memleketimizde herkes çalışıyor, birçok alın teri dökerek elde ettiğimiz iptidai maddeleri bin rica ve minnetle yok pahasına harice satıyoruz. Sonra yabancılar bu maddelerin şeklini değiştirerek bize iade ediyorlar. Bir kuruşa satıyoruz, yirmi kuruşa satın alıyoruz. Kırk kuruşa bir okka yün veriyoruz, aynı yünü bin iki yüz kuruşa bir metre halinde yalvararak geri alıyoruz. Bu dünyanın neresinde görülmüştür?” Bu konuşma aynı zamanda sömürge tipi ülke olmanın getirdiği çıkmazın tipik bir itirafıdır.

Cumhuriyet döneminde yerli ve milli burjuvazi yaratma çabası, Ermeni ve diğer gayrimüslim tabaanın elindeki sermayenin el değiştirmesinin ardından ülkenin kalkınma seferberliği (!) ile gelişmenin sağlanabileceğine inanılıyordu. Bu inancın bilimsel hiçbir temeli yoktu. Bu dönemde “Sermaye sınıfını yaratmak için büyük çabalar harcandı. Emekçi toplum kesimleri büyük baskılara maruz bırakıldı. 1920’lerin ‘komisyoncu sermayesi’ şimdilerde uluslararası sermayenin (çok uluslu şirketlerin) ancak ‘taşeronluğu’ konumuna terfi edebilmiş durumdadır. Türk özel sermayesi onca yıl ‘teşvik’, ‘destek’ ve ‘vurgun’dan sonra yeni teşvikler, ayrıcalıklar istiyor ve ancak emperyalist sermayenin eteğine yapışarak ayakta kalabiliyor. Bugün de ülkenin geleceği bu ‘marazi’ sermaye sınıfının dinamizmine terkedilmiş durumdadır.” [15]

Cumhuriyet döneminde, ülkenin “bağımlı” olma durumunun devam etmesi sonucu tarımsal alanda olduğu gibi sanayi alanında da herhangi bir gelişme sağlanamamıştır. Bu geri kalmışlık öznel değil, nesnel olgu halini aldığını görüyoruz. Emperyalist güçler, ülkenin kalkınmasını engelleyici tedbirlerin yürürlüğe konmasına ilişkin türlü dayatmalarda bulunmuştu. Öyle ki, tarım ülkesi olduğumuz halde buğday ithal etmek zorunda kalmıştık. Limancı Hamdi diye anılan dönemin milletvekillerinden siyasetçi Ahmet Hamdi Başar, “İktisadi Devletçilik” adlı eserinde şunları yazıyor: “1923-1925 Aralığında pamuk ve yün iplik ile dokuma ve hazır elbise, Türkiye’nin toplam ithalatının % 30-43’lük bölümünü oluşturmaktaydı. Tarım dâhil, ulusal ekonominin gelişme düzeyi öylesine düşük ve emperyalist devletlere bağımlılık o denli büyüktü ki, Türkiye tahıl bile ithal etmek zorunda kalmıştır. 1923 yılından 1929’a değin Türkiye, 71.58 milyon lira tutarında 643 bin ton tahıl ithal etmiştir.” [16] Tıpkı Osmanlı döneminde tarım üretimi üzerindeki hegemonya gibi… Osmanlı toplumunda üretilen pamuğun % 80’inden fazlası dışarıya hammadde olarak ihraç edilmekteydi. Geriye kalan pamuğun ancak % 18,6’sı küçük sanayiye iplik olarak verilebiliyordu. Ünlü siyasetçi, eski Dışişleri Bakanı Ahmet Gündüz Ökçün’ün dediği gibi Cumhuriyet sürecine girdiğimiz dönemde “386 sanayi kurumunda çalışan işçi sayısı toplam 76.216 kadardı.” [17]

Cumhuriyet döneminde, yani Türkiye’nin yeni bir evreye girdiği dönemde üretici güçler, tıpkı Osmanlı döneminin sonlarında görüldüğü gibi cılız kalmıştı. Emperyalizmin güdümünde çarpıtılmış yapılar ve ona dayanan üretim ilişkileri, eski yapılar üzerinde kurulmuştu. Ürettiğimiz tarımsal ürünler bile ilkel üretim araçlarıyla yapılıyordu. Tarımda, tıpkı sömürge ülkelerde görüldüğü gibi kapitalist gelişme gözlemlenmedi.

Yeni tip sömürgecilik kavramı, yukarıda belirttiğimiz gibi İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında ortaya çıktı. Bu savaş sonrasında ABD’nin hegemonyaya dayalı uygulamaları başladı. Savaş sonrasında Avrupa’da sosyal ve ekonomik çöküntüler yaşandı. Doğu Avrupa, sosyalizme geçti. Sömürge ülkeler birer birer bağımsızlığını ilan ettiler. Bunların ardındın da ‘Soğuk Savaş’ dönemi başladı. Paylaşım savaşı sonrasında Amerikan tekelci sermayesi yeni yatırım alanlarını aramaya başladı. Avrupa’nın yarışacak gücü kalmamıştı. Marshall Planı ve Truman Doktrini devreye girdi. ABD; sosyalistlerin, kapitalizmin canına ot tıkayacağını bildiği için kendisine uydu ülkeler aramaya başladı. Bunun başında iki ülke vardı: Yunanistan ve Türkiye… 1946 yılında Türkiye Marshall yardımını alarak “yeni tip sömürge” statüsüne girerek “yarı sömürge” kimliğini korudu. Sosyalizm, kapitalist sistem için büyük bir tehditti ve bu tehdidi, diğer ülkelerdeki iç gelişmelere bakarak sezen ABD, hegemonya alanını güçlendirmeye başladı. 1944 yılında IMF ve Dünya Bankası gibi sömürgeleştiren kurumların kurulmasına önayak oldu.

Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923 tarihinde kuruldu [18].  Osmanlı döneminin sonlarına doğru yerli ve milli burjuvazi yaratma çalışmaları, Cumhuriyet’in ilanı sonrasında ele alındı. Cumhuriyet’in ilanından sonra da yarı sömürge statüsünü korudu. İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında Sovyetleri bir tehdit olarak algılayan İsmet İnönü, ülkenin ABD hegemonyası altına girmesi pahasına yardıma ihtiyacı olmadığı halde yardım talebinde bulundu. Demokrat Parti döneminde de bu taşeronluk ve yamanma pekiştirildi.

Türkiye, 1947 yılında Birleşmiş Milletler Para ve Finans sistemine dâhil oldu. Dünya Bankası’yla yapılan anlaşma sonucunda ekonomik yapısında önemli değişiklikler yapmak zorunda kaldı. Bu anlaşmayla korumacı ve sanayileşmeye yönelik politikalardan tamamen vazgeçti. Dışa bağımlı serbest piyasa ekonomisini benimsedi. Yabancı sermaye ile bu tarihlerde bütünleşti. Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi adlı eserinde, o yıllara ilişkin tespitleri net bir şekilde ifade ediyor. “Savaş sonunda 250 milyon dolarlık yani 1946 ithalat hacminin iki mislinden daha fazla bir döviz rezerviyle giren ve 1946 yılında da 100 milyona yakın bir ticaret fazlası veren Türkiye’nin hiçbir ekonomik mantığa dayanmadığı halde yoğun bir dış yardım arama çabasına girmesi, önce Truman doktrini, sonra da Marshall planı çerçevesi içinde yardım almaya başlaması, CHP ve DP hükümetleri dönemlerinde kesintisiz devam etmiştir” [19]. Türkiye’deki yapı kronik bir şekilde günümüze kadar devam etti. Bu konjektörel yapıya bağlı olarak 1951’de Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu, 1954 yılında Petrol Kanunu kabul edildi.

Yine Boratav, şunları ifade ediyor: “Kronik dış açıklar kanalıyla dışa bağımlı hale gelen ekonomik yapı, bu dönemin bir armağanı olarak Türkiye ekonomisinin kalıcı bir özelliği olma niteliği kazanacaktır” [20]. IMF ve Dünya Bankası, Türkiye’de yapılan yatırımların ihracattan çok, ithalata yönelmesini ve hatta tarımsal ürünlere, madenciliğe ve ihracata yapılacak yatırımların daha çok ithalata yönelmesini istedi. Bununla da kalmadık. Amerikan kurum ve üniversitelerinde yetişen uzmanlarımız, bu anlayışla Türkiye Cumhuriyeti kamu yönetimine hâkim olacaklardı. Süleyman Demirel, bunun tipik örneğidir.

1950-1960 arasındaki on yıllık Menderes Türkiye’si tamamen ABD’ye bağımlı bir Türkiye’ydi. DP iktidarı 1950-1958 arasında ABD’den 844.000.000 dolar hibe ve 1.000.000.000 dolar da askeri yardım aldı. Demokrat Parti iktidarının aldığı yabancı kredi miktarı da 651.000.000 dolardı. Türkiye, 1947-1961 arasında –büyük çoğunluğu DP döneminde olmak üzere– ABD’den 1.862.000.000 dolar askeri yardım, 1.394.000.000 dolar da ekonomik yardım aldı [21]. Bu yardımlar karşılığında ABD’nin Türkiye’den kopardığı ödünler ve ikili antlaşmalar cabası! Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki NATO etkisi, Türkiye’deki üsler vb. ile ilgili konularda tavizler verildi. Ancak bunlar yeterli olmadı. 1954 yılında ABD’de tantanalarla karşılanan Celal Bayar, Amerikan Parlamentosu’nda konuşan ilk Cumhurbaşkanı’ydı. 1958 yılında başlayan Sovyet – Amerikan yakınlaşması, Menderes iktidarının da sonu oldu. Menderes, verdiği demeçlerle kraldan çok kralcı olarak kendisini göstermeye çalıştı. Sovyetler Birliği ile ticaret anlaşmasını imzaladı. Olup bitenler ABD’nin pek hoşuna gitmedi. 1959 yılında Amerika’ya giden Menderes, basın özgürlüğünün olduğuna ilişkin fazlasıyla gayret göstermeye çalışarak yanında üç büyük gazetenin sahibini de götürdü.

Metin Toker, hapishanede onca gazeteci varken, üç büyük gazete sahibinin ABD gezisinde Menderes’e eşlik etmesini çok ağır sözlerle eleştirecekti. Toker’e göre Menderes onları Amerika’ya ‘İşte bizde basın hürriyeti var! Bakınız, memleketimin üç büyük gazetesinin sahibi benim yanımda seyahat ediyorlar! Türkiye’de basın özgürlüğü olmasa bunlar benimle gelirler miydi?’ diyebilmek için götürdü. Gerçekten de ABD’de, New York Times muhabirinin, Türkiye’de basın özgürlüğü olmadığı yolundaki bir sorusuna Menderes -yanında getirdiği üç büyük gazete sahibini göstererek– cevap verecekti [22]. Günümüz yandaş “Havuz Medyası” gibi DP’nin “Besleme Basını” da bu ziyareti “zafer” olarak gösterdi. 1958 yılı aynı zamanda Türkiye’nin dış borcunu ödeyemediği ve dış ticareti yürütemediği bir durumu yaşıyordu. İktidar, ABD, İngiltere, Almanya, Avrupa Ödemeler Birliği ve IMF’den oluşan bir “İstikrar Programı”nı kabul etmek ve uygulamak zorunda kaldı.

Amerika başkanıyla sadece 3 dakika görüşebildi. Demokrat Parti, 30 dakika olarak lanse etmeye çalıştı. Dışişleri Bakanlığı kapısında 45 dakika bekletildi. Bu da Menderes iktidarının gözden düştüğünü ve tamamen silindiğini gösteriyordu.

1958’li yıllarda ilk ciddi ekonomik krizi yaşadık. Bunun nedeni ithalata yönelik dışa bağımlı ekonomi idi. İthalata bağlı ödemeleri de dış kredilerden aldığımız parayla yapıyorduk. Üstüne üstlük, liberal ekonomistlerimiz bu kredileri, bedava gelen para olarak gösteriyorlardı. 1958’e geldiğinde IMF, dönüşüm programını açıkladı. “359 milyon borç vermeyi ve Türkiye’nin 400 milyon dolarlık borcunu konsolide etmeyi kabul ediyorlardı. Bunun karşılığında Menderes’ten bazı önlemler alarak ekonomiyi stabilize etmesi isteniyordu. Bu önlemlerin en önemlisi liranın devalüe edilmesiydi. Dolar 2.80 liradan 9.025 liraya çıkarılacaktı” [23]. Bunun en önemli sorumlusu dışa bağımlı bir burjuva devleti oluşumuz ve ABD hegemonyasının boyunduruluğuna girişimizdi. Nitekim 1953 sonrasında uygulamaya konulan dış ticaret ile ilgili kontrollerin ortadan kaldırılmasıydı. Milli Koruma Kanunu fiilen durdurulmuştu. Hani “Küçük Amerika” olacağız ve “Her mahallede milyoner yetiştireceğiz,” meşhur söyleminin getirdiği ve kendimize dışardan “efendi arama sevdamız” vardı ya!..

27 Mayıs darbesi sürecine girdiğimizde ABD ile ilişkilerde ekonomik ve toplumsal krizler yaşanmıştı. 27 Mayıs darbesinde “kardeş kavgası”, ya da “devleti parti devleti haline getirmek” türü söylemler ABD ile olan ilişkilerin krize yol açtığı gerçeğinin üzerini örtmek için uydurulmuş söylemlerdir. Menderes iktidarı, ABD’ye kendince gözdağı vermek için Sovyetler Birliğine yanaşmaya çalıştı, yüz vermediler. ABD, bundan büyük rahatsızlık duydu; efendimizdi. NATO’nun verdiği direktifle darbe yapıldı ve Menderes iktidarının sonu oldu.

27 Mayıs, sözüm ona bazı yenilikler getirdi gibi lanse edildi. Reformlar ön plana çıktı diye gazeteler manşet atmaya başladı. Örneğin, bunlardan biri Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) kurulmasıydı. Dışa bağımlı sanayileşmeye yönelik politikalar ön plana çıktı. Tarımın kapitalistleşmesine yönelik atılan adımlardan vazgeçildi. Bu dönemle ilgili tekelci burjuvazi iktidar yapısında etkinliğini artırmaya çalıştı. Mahir Çayan, sürece ilişkin şu tespitlerde bulunmuştur: “Nihayet 60 Darbesi oldu. Tekelci burjuvazi daha temel güç olma durumunda değildi. Bu yüzden ABD reformcu burjuvaziye destek oldu. Nasıl olsa 60 dünyasında reformist burjuvazinin ekonomik, idari ve sosyal bütün tedbirleri tekelci burjuvaziyi destekleyecekti. Ve öyle oldu. Kısa bir süre sonra 1963’te reformist burjuvazi tekelci burjuvazi ile yer değiştirdi. Tekelci burjuvazi reformist burjuvaziyi hem tasfiye etmeyerek ona belli haklar tanıyarak (çünkü gücü yoktu) hem de tefeci bezirgân takımını eskisi gibi olmasa da imtiyazlı duruma getirerek ülkede garip bir yönetim dengesi kurdu. Buna nispi denge dönemi diyebiliriz” [24].

1960’lı yıllarda tekelci sanayi sermayesi, toplumsal yapıya hâkim olacak bir içeriğe sahip değildi. Gelişen ticaret burjuvazisi ile toprak sahibi sınıfların egemen olduğu dönemdir. Ülke tamamen ithalata bağımlıydı. Dış yatırımlara yönelik gelişme yabanca sermayenin uyumuna bağlıydı. ABD ile ekonomik ve askeri anlaşmalar yapılarak, bağımlı ülkelerde görülen özellikler, ülkemizde de kendisini gösterdi. Yukarıda belirtildiği gibi İnönü dönemiyle birlikte; 31’i Menderes döneminde, 22’si de 1960’ların başında olmak üzere ABD ile 56 anlaşma imzalandı.

Sömürge tipi ülkeler kendi ekonomileri üzerinde kontrol mekanizmasından yoksundurlar. Dolayısıyla kendi ekonomilerini kontrol altına alamazlar. Bunun tipik örneğini ülkemizde görebiliyoruz. Bunun sebebi ülkemizin tam anlamıyla kapitalist olmamasından değil, aksine kapitalist ülkelerin boyunduruğu altına girmesinden kaynaklanmaktadır.

Kur koruma farkı ödenmeksizin Mart 22’de ödenen iç ve dış borç faizleri 73 milyar, 400 milyon dolardır. Kayıt dışı ya da yeraltı ekonomisinde Avrupa’nın 17 ülkesi arasında sondan 3. Sıradayız. Eylül, Ekim, Kasım ve Aralık’ta ödenmesi gereken dış borç toplamı 30 milyar dolardır.

1960 sonrasında gelişen tekelci sermaye ülke yönetiminde etkin bir söze sahip oldu. ABD’nin eğitim yardımları çerçevesinde eğitim görerek, ABD’nin yönelimleri konusunda kamu yönetimine egemen olan bireylerin tipik örneğini yukarıda belirttiğim gibi Süleyman Demirel, Turgut Özal ve diğerleri oluşturuyordu.

İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında ABD’nin hegemonyası altına giren Türkiye’de siyasi partileri bir bakıma iktidar yapan da Amerika Birleşik Devletleri’ydi. Hint kökenli Amerikalı ve Türk tarihçi Feroz Ahmad , bir eserinde şunları yazıyor: “1964 yılında Kıbrıs olayları sonrasında İnönü’nün ABD’nin gözünden düşmesi, General Porter’ın Ankara’ya gelerek İnönü’nün yerine geçebilecek bir başbakan bulmak üzere anket ve araştırmalar yapması gibi, bazı gelişmelerden sonra Demirel AP Kongresinde, Johnson ile birlikte çekilmiş resimleri dağıtılarak genel başkan seçilmiştir” [25].

Siyasi iktidar, 1960’larda gelişen tekelci sermaye ve onun aracılığıyla ülkede yönetim üzerinden etkin hale geldi. 1960 sonrasındaki iktidar da küçük tüccar, esnaf, köylüler ve büyük toprak sahipleri gibi muhafazakâr ve liberallerin bir koalisyonu niteliğindeydi. İktidarın sanayileşme uğruna aldığı kredilerle bazı kesimleri kayırması, toprak sahiplerinin, ticaret burjuvazisinin ve esnafın çıkarlarını tekelci burjuvazi uğruna yok sayması; özetle muhafazakâr kesimin desteğini kaybetmesine yol açtı. Bazı bölgelerde tekelci niteliğe sahip olan büyük ölçekli şirketler kısa sürede ülkeye hâkim oldu.

1965 ve sonrasında ABD’nin öz evladı gibi hareket eden ve yönetime karşı gelişen olaylar, ÖZEL HARP DAİRESİ’nin desteklediği gerici güruh ve MHP örgütleri tarafından kullanılmaya çalışıldı. 6. Filo’ya karşı gelişen olaylar, “Kanlı Pazar” olarak anılan 16 Şubat 1969 olayları ve sonrasında ülkeyi karanlığa sürükleyen GLADIO’nun Türkiye üzerinde oynadığı oyunlar ve çıkardığı olaylar, 1971 muhtırasını ve sonrasında 1980 darbesini getirdi.

1980 darbesi öncesinde oligarşi sorunlarının parlamento ile çözülemeyeceği gerçeği ortaya çıkmıştı. Darbe öncesindeki siyasi iktidarlar durmadan devalüasyon yapmak zorunda kalmışlardı. 24 Ocak 1980 kararlarıyla neoliberalizme geçildi. 1980 darbesi hem 1971 muhtırasının yarım kalan uygulamasına tamamlamak, hem de 24 Ocak kararlarının havada kalmaması için yapılan bir darbeydi. Bu darbe bir yandan faşizmi kurumsallaştırdı, bir yandan da işçi sınıfının temel hak ve özgürlükleri önüne duvar ördü. 1960 ve 1980 darbelerinde ortaya çıkan bir başka ortak yönü de her iki darbede, Türkiye’nin NATO’ya olan bağlılığını ilan etmesiydi.

1960 ve 1980 darbeleri öncesinde ABD ile olan ilişkilerde ekonomik ve toplumsal krizlerin yaşandığına tanıklık ettik. Her iki durumda da ekonomik ve toplumsal krizler had safhaya ulaşmıştı. Her iki darbe öncesinde ABD’nin korkusu, ülkenin Sovyetler Birliği ile muhtemel yakınlaşması ihtimalinin olabileceği ile ilgiliydi. ABD’nin Türkiye üzerinde hegemonyasını kaybetmesi demek, dünya üzerinde hegemonya kaybetmesi anlamındaydı. 1960 ve 1980 darbeleri, ülkeye huzuru getirmek, olmayan demokrasiyi canlandırmak amacıyla yapılmadı. NATO emretti, ordu da yaptı. Yani uluslararası tekelci sermayenin tetikçiliğini yaptı. Sorun ne Cemal Gürsel’di, ne de Kenan Evren… Orduda kimin sözü geçerliyse… Bu nedenle ne Cemal Gürsel, ne de Kenan Evren, bu ülkeyi krizlerden kurtarmak için darbeler yapmadı. Her ikisi de NATO’nun öne sürdüğü aktörlerdi. Çünkü başta ABD olmak üzere uluslararası finans kapitalizmin Türkiye’deki geleceği tehlike altındaydı. Çünkü 1960, 1971, 1980, 28 Şubat 1997, 27 Nisan 2007 ve nihayetinde 15 Temmuz 2016… İlk üç darbe, soğuk savaş döneminin ürünü, son üç müdahale de neoliberal küreselleşmenin ürünüydü.

1950 ve sonrasında iktidarların değişmesi ve yeni iktidarların işbaşına gelmesi, hegemonyası altına girdiğimiz ABD yönetimi tarafından belirlenmişti. 1980 darbesinin devamını sağlayan Özal İktidarı, Çiller, Ecevit iktidarları ve günümüz AKP iktidarında söz sahibi tek bir güç vardır, o da ABD emperyalizmidir. Seçimlerde, başa getirmek istediği siyasi partilerin örgütlenmesinde, mali yardımlarda, musluk gibi para harcamasına kolaylık sağlayan ABD, kendi hegemonyasını kaybetmemek istediği için bunları yapmıştı. Bugün bile iktidarın değişmesine yönelik ABD Başkanı’nın yaptığı konuşmalar, sürecin hala devam ettiğini gösteriyor.

Bundan hareketle devletin yönetim biçiminin “sömürge tipi faşizm” olarak tanımlanmasında, Osmanlı’nın bağımlılık ilişkilerinin belirleyici olduğu söylememizin nedeni de budur. Levent Hekim dostumuzun dediği gibi yönetim biçiminin metropollerden farklılaşmasında iki temel olgu öne çıkmaktadır. Birincisi toplumsal formasyon içinde burjuvazinin, bağımlı ve cılız gelişmesinden dolayı siyasal iktidarda hegemonyasını kuramamasıdır. Bundan kaynaklı burjuvazi hep iktidarını diğer hâkim sınıflarla paylaşmak zorunda kalmıştır. Diğer yandan devlet mekanizması içerisinde diğer kurumlar üzerinde siyasal egemenlik hep militarizm yönünde gelişmiştir. İkinci ise Osmanlı’dan bugüne geniş kesimlerde “Kerim” veya “Ceberut” devlet imgesinden dolayı, devlete karşı konulmazlığın yerleşmesi sonucu bir isyan geleneğinin gelişememesidir. Aslında “gizli faşizm” karakteri başından beri devlete içsel bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Son olarak görüleceği üzere “ açık faşizm” yani askeri müdahaleler egemen sınıfların yönetemez duruma geldiği durumlarda ya da oligarşi içindeki sınıf mücadelelerinde ibreyi işbirlikçi tekelci burjuvazi lehine çevirecek şekilde gündeme getirilmiştir. En kaba ifade Sömürge tipi faşizm olağanüstü bir devlet biçimi olarak değerlendirilebilir” [26].

Eskiden batılı uygar (!) ülkeler, başka ülkeleri kolonileştirerek artı değeri kendi ülkelerine taşıyordu. Bugün de aynı durumu benzer şekilde ülkeleri borçlandırarak yapıyorlar. Borç tuzağından bu ülkeleri kurtarmanın yolu, ülkelerin içyapılarını organize etmekten geçiyor [27].

Türkiye, tarihin hiçbir döneminde kolonileşmemiştir. Belki kolonileşen ülkelerle aynı kaderi paylaşmıştır. “Kalkınmakta olan ülke” söylemlerini ne zamana kadar sürdürebiliriz? Uluslararası tekelci yapının bizim gibi ülkelerin toparlanmasına izin vermediğini söylememize gerek yok. Dünya kapitalizminin kıskacına girmiş ve emperyalist ülkelere hammadde sağlayan bir ekonomiye sahibiz. Bir türlü üreten bir ülke konumuna gelemedik. Emperyalizmin bize biçtiği rolü ile “yeni bir tüketim toplumu” olma yolunda rakip tanımaz hale geldik. Dış borç birikimi bunun tipik örneğini gösteriyor. Dış borç yükü ile işsizliğin önüne geçilmesi mümkün değildir.

2022 yılının ilk çeyrek sonuçlarına göre dış borç stoku 451 milyar, 200 milyon dolardır. Borcun milli gelire oranı % 57 civarındadır. Ülkemiz aynı zamanda iyi bir tüketici pazarı konumundadır. Halk, eşit olmayan ilişkiler sonucunda yoksullaştırılmıştır. Bu uygulama aynı zamanda ekonomik anlamda güçsüz kalan işçi kesiminin siyasi anlamda da güçsüz kalmasına sebep olmuştur.

Elit kadromuzla, halkımızla batıyı sürekli taklit ettik, ediyoruz. Ancak bu taklit isteği, salt bir özenti veya bir benzeme isteği olarak kalıyor. Bunun gerçekleşmesi, diyalektiğin doğasına aykırıdır. Bizler, batı emperyalizminin bir üyesi olmayı hep arzulamış ve bunu kitlelere benimsetmeye çalışmışızdır. Bunun altında yatan gerçek, birilerinin zenginliği, diğerlerinin yoksulluğu üzerindeki inşa mantığıdır. Bu eşitsizlik, azgelişmiş ülkelerin tümünde görülen bir durumdur. Aşırı lüks tarzı yaşam ile aşırı yoksulluk arasındaki uçurum giderek büyümektedir. Tüm bunlara rağmen bu temel olgu ya küçümsenmekte, ya da görmezden gelinmektedir. Bu aşırı uçurumu ortaya koymak için hanenin kazancına bakmaya gerek yoktur. Bir kentin içindeki varoşlarla, gökdelenlerin yan yana duruşu, bunun en bariz örneğidir. 2021 itibariyle Türkiye nüfusun milli gelirden aldığı paya bakıldığında bunu net bir şekilde de görebiliyoruz. Milli Gelir dağılımında nüfusun % 90’nin aldığı pay, nüfusun % 10’unun aldığı paydan bile daha azdır. Kabaca, gelir dağılımında ülke nüfusunun % 90’i gelirin yarısını alırken; nüfusun % 10’u gelirin diğer yarısını alıyor. Diğer bir deyişle nüfusun % 10’unun ortalama geliri, en az kazananın yarısından 23 kat fazladır. Türkiye’de dolar milyarderi sayısı 24’ü geçmiyor. Dolar milyoneri sayısı 115.000’dir. Milyonerlerin nüfusa oranı binde 1,4 civarındadır. Milyarderin nüfusa oranı 10 milyonda 2,8’dir. 1 milyon ve üzeri mevduatı bulunanların sayısı 512 bindir. 10 Eylül 2022 itibariyle Maliye Bakanı’nın açıklamasına göre ‘Kur Korumalı Mevduat Sahibi’ sayısı 2 milyon, 138 bin 489’dur. Türkiye’de TÜİK rakamlarına göre 22 milyon, 206 bin, 776 hane vardır. Bunun içinde hayat pahalılığından hiç etkilenmeyen hane sayısı 125 bin civarındadır. Diğer bir deyişle hayat pahalılığından hiç etkilenmeyenlerin sayısı genel nüfus oranı içinde % 0,006 (yüz binde 6) civarındadır. Çok az etkilenenlerin sayısı da birkaç milyonu geçmiyor. Ülkemiz, Brezilya, Meksika ve Hindistan ile birlikte dünyada gelir dağılımının en eşitsiz olduğu ülkelerden biridir. Bu olgu, bize vahametin boyutlarını ortaya koyuyor.

Cumhuriyet’ten bize kalan miras belli bir montaj sanayii, üretim ve tüketim sanayilerinde üç-beş ailenin dış sermayeyle ortaklaşa tekelleşmesi, yerli ve milli kapitalist sermaye birikiminin sanayileşmenin önündeki engeller, modernleşmeme ve geri kalmışlık…

Sonuç

Az gelişmiş toplumların geçmişine baktığımızda çoğunlukla sömürge olgusunu görüyoruz. Bu ülkelerde geleneksel yapılar tasfiye edilerek [28] nüfusunun büyük çoğunluğu sefalete sürüklenmiştir. İşsizlik, küçük sanatların yok edildiği, kadın, erkek ve çocuk işçilerin korkunç bir şekilde sömürüldüğü olgusu yapısallaşmıştır. Yoksullaşan köylüler, iflas eden küçük sanat erbabı ve işsiz kalan aileler, kentlere akın etmek zorunda kalmıştır. Bu ülkelerin teknolojide ilerleme kaydetmesi imkân dâhilinde olduğu halde frenlenmiştir. Azgelişmiş ülkelerin gelişmesini engelleyen frenleme ve bunların çeşitliliği de egemen sınıfların işine gelen bir durumdur. Eğitimsizlik, açlık, istihdam imkânlarının darlığı, ulusal entegrasyonunun yokluğu, dış pazarlara bağımlılık, sektörler arasındaki bağlantısızlık ve engeller, donanımın yetersiz kalması, ayrıcalıklı azınlığın yetkileri vb. mekanizmalar, bunlardan bazılarıdır. Bu frenleme çoğunlukla egemen güçler ve yerli işbirlikçileri tarafından konmuştur. Tüm bunlar ülkelerin bağımlılıktan kurtulmasını engelleyen unsurlardır. Azgelişmişliğin nedenini oluşturan ayrıcalıkların aşırı yetkilerle donanması, bağımsızlığın ve kalkınmanın önündeki en büyük engeldir. Bunlar aynı zamanda işçi sınıfının küçülmesi ve kısır döngü içinde kalmasını sağlayan nedenlerdir. Bu engeller ve frenlerin tasfiye edilemez diye bir kuralı da yoktur.

Öte yandan azgelişmiş ülkelerde yolsuzluk, rüşvet, adam kayırmacılık ve yozlaşma yönetimin geleneği haline gelmiş ve yapısallaşmıştır. Yolsuzluk aynı zamanda kamu görevlerinde hiyerarşiyi bozan bir olgu haline gelmiştir. Teokratik iktidarlar ve oligarşik hükümetler bu ülkelerde görülür. Kamusal düzen bozulur. Bu ülkelerde büyük toprak sahipleri, büyük bezirgânlar oligarşisi, siyasi iktidarı kontrolleri altına almış ve kendi yararına kullanmışlardır.

Asya tipi üretim tarzına gelince; sömürgecilik döneminde azgelişmiş ekonomiye sahip Asya (Hindistan, Çin, Osmanlı İmparatorluğu vb.) toplumlarında görülen bir üretim biçimidir. Sömürgeci ülkelerin aksine merkezi otoriteler, bu tip üretim ilişkilerinde gücünü korumak adına yetkilerini paylaşmamak için ülke topraklarını belirli bir aileye veya bireye mülk olarak devretmemişti. Ancak bazı şartlar oluştuğunda kendisine bağlı olduğuna inandığı kişilere devredebilirdi. ‘Toprağın kullanımı hakkına’ sahip olan kişi bu hakkını miras olarak kendi çocuklarına devredemezdi. Bu tip üretim ilişkilerine “Asya tipi üretim tarzı” denirdi. Bu üretim biçimi ilkeldi denebilir. Özel mülkiyetin olmaması biraz komün toplumlarının yaşam tarzını çağrıştırır gibi olmakla birlikte, sömürüye dayalı bir üretim tarzını oluştururdu. Oysa ilkel komünal toplumlarda sömürü yoktu. Asya tipi üretim tarzı ile ilgili çoğu liberal ekonomi yazarları Marks’ı hedef alırlar. Oysa Marks’ın doğrudan “Asya tipi üretim tarzı” olarak tanımladığı herhangi bir üretim ilişkisi kavramına rastlamadık. Marks, bu tür üretim tarzı için “Doğulu mülkiyet” kavramını kullanmıştır.

Bu konuyla ilgili Hikmet Kıvılcımlı, Toplum Biçimlerinin Gelişimi adlı eserinde Marks’tan aktardığı mülkiyet ile ilgili konuda şunları yazmıştı: “Çalışan kişi açısından mülkiyet, üretimin doğal şartlarına kişinin gösterdiği davranıştır. Daha geniş bir ifadeyle yeniden üretici ve yaratıcı faaliyetlerin objektif şartlarını benimsemektir”. [29]

Asya tipi üretim tarzı geniş bir perspektiften ele aldığımızda, çok fazla ayrıntılar içerir. Bu nedenle bir başka makalenin konusu olabilir.

Günümüzde gelişmiş ülkeler ile geri kalmış ülkeler arasındaki gelişme düzeyleri farkı büyük sorun teşkil etmiştir. 1900 yılı başlarında gelişmiş ülkeler arasındaki gelişme düzeyi farkı 3 kat iken günümüzde bu fark 60 katına çıkmıştır [30].  Düşük tutulan ücretler sayesinde sermaye birikimdeki artışı daha net görebiliyoruz.

“Kuzey” diye adlandırdığımız batılı kapitalist devletlerin şirketleri, geçmişte olduğu gibi günümüzde de dünya ekonomisine yön vermeye devam ediyorlar. Dünya nüfusunun % 7’si, yeraltı ve yerüstü zenginliklerin ve enerjinin % 80’ine sahiptir. Gerek atmosfere zehirli gazların salınmasında, gerekse dünyayı bir çöplük haline getirmesinde ve gerekse iklim değişikliğinin sebep olduğu su baskınları ve ekolojik dengenin bozulmasında tek sorumlu onlardır. Tüm olup bitenlerin bedelini dünya nüfusunun % 80’ine ödetmektedirler. Bu bedeli ödeyen de geri kalmış dediğimiz “Güney” ülkeleri ve halklarıdır.

Kapitalist sermaye birikimi itibariyle “Gelişmiş” diye ifade edilen ülke sayısı 8’dir (G-8). Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, İngiltere, ABD, Kanada ve Rusya, dünya nüfusunun yaklaşık %14’ünü teşkil ederken, dünya ekonomisinin verimlilik ölçüsü olan brüt iç gelirin üçte ikisinden sorumlu, diğer bir deyişle dünya ekonomisinin yaklaşık % 65’ini temsil etmektedir. Dünyadaki ülke sayısı 206 olarak görülüyor. Geriye kalan 198 ülkenin aldığı pay % 35’tir.

Egemen ülkelerde aynı durumu görmemize rağmen, önlemlerin biraz daha gevşetilmiş olduğunu görüyoruz. Ülkenin milli gelir payı dağıtımında işçi sınıfını ehlileştirmek için refah düzeyi gözle görülür şekilde düzeltilmeye gayret edilmektedir. Egemen sınıfların zulmü, tüm hegemonya araçlarını kullanarak bunu görünmez kılmak ve algılanmaz hale getirmektir. Bunanla zulüm kabullenilir, içselleştirilir ve zulme razı olunur. Buna da demokrasi denir. Burjuva demokrasisi, faşizmden farklı olarak, kendisini soykırımla ve ırkçılıkla sınırlandırmamaktadır. Çağdaş bir yaklaşımla bütünsel ölçekte sınıfsal kırıma yönelmektedir. Yaptığı katliam estetiktir, sürdürülebilir niteliğe sahiptir.

Tüm önlemlere rağmen işçi sınıfı refah düzeyinin düzeltilmesi, sömürünün düşük düzeyde tutulmasına çare değildir. Sömürü tüm kurum ve kurallarıyla devam etmekte ve yeniden üretilmektedir. İşçi sınıfının gerçek refahı, sömürünün ortadan kaldırılmasına bağlıdır.

Sömürge ve yarı sömürge tipi ülkelerde devlet mekanizmasında ortaya çıkan hegemonya krizi giderek hâkim sınıf ittifakının çelişkisini ortaya çıkarmıştır. Burjuva devleti, taraf olmakla bu çelişki giderek tırmanmış ve sonrasında gelen krizleri de tırmandırmıştır. Bu durum, hâkim burjuvazinin içinde bulunduğu krizleri devlete yansıtmasından ve devlet yapısındaki karakterden kaynaklanmıştır. 1970 ve sonrasında gördüğümüz üniformalı ve günümüze sarkan üniformasız bir faşizm ortamının hâkim kılınması ile sonuçlanmıştır.

Sömürge tipi ülkelerde insanlar hep iç kargaşada, hak aramalarında öldürüldü, öldürülüyor. Ölenlerin hep alt sınıflardan olması bunun göstergesidir. Örneğin 1 Mayıslarda, F-Tipi cezaevlerinde, Sivas’ta, Maraş’ta, Malatya’da, Çorum’da faili meçhul cinayetlerde hep yoksullar öldürüldü. Emekçiler ise yaşarken ölü canlara dönüştürüldü. Aydın Çelebi’nin dediği gibi “yaşam emeğe haram edildi” [31]. Diğer bir deyişle yapılanlar, sınıfsal katliamdan başka bir şey değildi. Çünkü kapitalizmin ayakta kalmasının, burjuvazinin rahatına ve şaşaalı yaşamasının tek bir yolu vardır, o da milyonlarca insanın emeğinin karşılığını alamaması, düşük ücretle azar azar öldürülmesine bağlıdır.

Hâkim sınıfların kurduğu ittifakta meydana gelen çelişkili birliktelik, emperyalizmin oligarşiyle temsil edilmesinden dolayı gizli faşizm, her zaman açığa çıkma eğilimini göstermiştir. Türkiye’de 1960, 1970 ve 1980 yılları arasında militarizmin toplum üzerinde ağırlığını hissettirdiğine tanıklık ettik. Açık faşizm, ülkemizde oligarşi içindeki çelişkili ittifaklarda görülen uzlaşmazlıktan kaynaklanmıştır. Dolayısıyla faşizm, emperyalizme göbekten bağlı işbirlikçi tekelci burjuvazinin yönetemez duruma geldiği dönemlerde kendisini göstermiş ya da egemen sınıfların temsil ettiği siyasal yapının emperyalizm politikasından sapma gösterdiği durumda karşımıza çıkmıştır. Bu konu, “Sömürge Tipi Faşizm” adlı makalemizde ayrıntılı olarak açıklanmıştır.

Diğer bir deyişle, 1960, 1971 ve 1980 darbe ve muhtıraları soğuk savaş döneminde hâkim sınıflar arasındaki çatışmadan kaynaklanmıştır. Burada uluslararası sermayenin sömürüsü tehdit altındaydı. Bu dönemlerde ekonomik ve toplumsal krizler had safhaya ulaşmıştı. 12 Mart’tan önce emperyalizme bağımlı tekelci burjuvazinin öne çıkmasıyla artık oligarşik bir nitelik kazanan hâkim sınıflar ittifakı yeniden çatırdamaya başladı. Melih Pekdemir’in deyimiyle toplumsal muhalefet ve devrimci hareketler, müesses nizamı korkutuyordu [32]. NATO’nun bir yan kuruluşu olan kontrgerilla adı, ilk defa bu dönemde duyulmaya başlandı. 12 Eylül öncesinde aydınlara, devrimci gençliğe ve işçi sınıfına hep kan kusturuldu. Bu da yetmedi; 27 Mayıs Anayasa’sının reform niteliğindeki maddelerinin tamamı değiştirildi. 1960 sonrasında başvurulan reformu biz yapmadık. ABD zoruyla reform tedbirlerini almak zorunda kaldık.

Günümüz Türkiye’sinde ne yazık ki burjuvazi ve temsilcisi burjuva devleti, din temsilcilerinin yetkilerini her alana yayarak, desteğini eksik etmemiştir. Cuma hutbelerinde, yandaş kanallarda ve TRT’de kadere ve tevekküle rıza vaazlarını dinleyen cahil insanlarımız içinde bulunduğu çıkmazın farkında değildir. Bunlar despot bir yönetimin emrindedir. Dürüstlükle hiç tanışmamış tefeci, tüccar ve rüşvetçiler, yetkililerin peşinden sürüklenmişlerdir. Bu nedenle en yetkili amirden en cahil ferde kadar olan kesimler hep eğitime karşı olmuştur. Burjuva eğitimi bile olsa… Ülkeyi aydınlığa kavuşturacak, yığınlar değil; işçi sınıfının kendisidir. İşçi sınıfı, önündeki engelleri yıkmadan ve örgütlenmeden ülkeyi aydınlığa, gençliği umutlu geleceğe kavuşturması mümkün değildir. Yukarıda bahsettiğimiz engelleri ve frenleri ve bunların müsebbibi tefeci bezirgânları, işbirlikçi burjuvaziyi ve tekelleri yıkma kudretine sahip tek sınıftır.

Tüm dünyada sefalete sürüklenen bu kitlelere ayaklanmaktan başka seçenekler bırakılmamıştır. Dolayısıyla kitlelerin yapacağı tek bir şey vardır; o da örgütlü bir başkaldırıdır. En büyük görev her zamanki gibi yine işçi sınıfının omuzlarındadır.

Fransız akademisyen, Marksist düşünür Pierre-Philippe Rey’in dediği gibi “Burjuvazinin köleleştirdiği halkları uyutmak için kullandığı tüm içi boş kavramlar arasında en etkin ve tabi en zararlı olanı hiç şüphesiz ‘kalkınma’dır,” sözünün ardındaki gizemi çözebilseydik, sınıfsal mücadelenin temellerini atmış olurduk.

İşçi sınıfının, egemen sınıfların elinde bir üretim aracı olmaktan çıkıp, gerçek benliklerine kavuşmasının yolu, kapitalizmin tasfiye edilmesine bağlıdır. Buna muktedir olan da kendisidir.


[12] Faruk Ataay, Tarihsel Süreçte Azgelişmişlik ve Demokrasi, sf. 141 (ACADEMIA, PDF Dosyası)

[13] Tülin Öngen, Tekelci Kapitalizm ve Sınıf Yapısı (PDF Dosyası, sf. 314)

[14] Raşit Şahin, Sanayi Devrimi Osmanlı İmparatorluğu’nda Neden Başlamadı (PDF Dosyası)

[15] Fikret Başkaya, age.

[16] A. Hamdi (Başar) iktisadi Devletçilik (Cilt I, sf. 55,78,79)

[17] A. Gündüz Ökçün, Osmanlı Sanayii / 1913, 1915 Yılları Sanayi İstatistikleri, (Ankara, A. Ü., 1971) s. VII I – X

[18] Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile ilgili ayrıntılar bir başka makale konusudur. Burada değinilmemiştir. Ancak şunu söyleyebiliriz ki Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu zaman bağımsız değildi. “Cumhuriyet”,  tepeden indirilen bir rejimdir. Meclise dahi sorulmadı. 130 milletvekili Meclis oturumuna katılmamıştı. Halkın katılımı ile de kurulmamıştı. Emperyalist güçlerin Sovyetler Birliği gerçeğini göz önünde bulundurarak Cumhuriyet’in kuruluşuna önayak oldukları, tutanaklarda zaten görülüyor. Ayrıca İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında ortaya çıkan hegemonya krizinden ABD’nin etkilenmemesi, ülkemizin emperyalizme yamanması ve taşeronu olma isteğini doğurmuştu. Kaldı ki Cumhuriyet kurulduğunda kapitalist sistem benimsendi. Faal nüfusun % 50’si, halkın da % 80’i Cumhuriyet eliyle yoksullaştırıldı. Geçmişten günümüze işçilere verilen asgari ücret bir baskı ve zor aracı olarak kullanıldı. Bu konu bir başka makalede ele alınabilir.

[19] Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi (1908-2007), Ankara İmge Yay. 2010 (Levent Hekim, Yeni Sömürgecilik Kıskacında Türkiye (Academia Edu, sf. 2)

[20] Korkut Boratav, age. sf.95

[21] https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/sinan-meydan/menderesin-abd-gezileri-2654510/

[22] Metin Toker, İsmet Paşa’yla On Yıl, s.185,187

[23] Levent Hekim, Yeni Sömürgecilik Kıskacında Türkiye (ACADEMIA EDU, PDF dosyası, sf.4)

[24] Mahir Çayan, Toplu Yazılar, (Ankara, Birgün Kitap, 2013, sf. 364)

Mahir Çayan’ın yukarıda verilen örneğine olumlu katkı yaparak geliştirenler de var, eleştiren de… Bu tür görüşler ayrı bir yazı konusu olduğu için burada değinilmemiştir.

[25] Ahmad Feyroz, Modern Türkiye’nin Oluşumu, (Çev. Yavuz Alogan, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2006, sf. 170)

[26] Levent Hekim, Devrimci Yol Dergilerinde Faşizm Kavramı; Sömürge Tipi Faşizm (Ankara, 2018 sf. 37-38)

[27] https://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/d72d067ad71fc47_ek.pdf?dergi=HABER%20B%DCLTEN%DD

[28] Geleneksel yapılar, toplumun kendine özgü yaşam tarzıdır. Bunun içinde gelenek ve görenekler, kültür, din, ritüeller, geleneksel üretim tarzı, aile yapısı, eğitim vb. kurumları içerir. Bu toplumlar, sömürge olmadan önce kendi kendilerine yeterliydi… Azgelişmiş ülkeler iki ortak özelliğe sahipti. Bunlardan biri nüfusun büyük çoğunluğu kapalı ekonomik yapıya sahip olması ve değişimlere açık olmamasıydı. Diğeri de nüfusun çoğunluğu aşiret, göçebe, köy toplulukları olarak yaşamaktaydı. Para ekonomisi çok nadirdi veya hiç yoktu.  Koloni haline gelen bu toplumlarda geleneksel yapılar tamamen bozulmuştu. Sömürgecilerin başvurdukları yöntemler tamamen insanlık dışıydı. Bu ülkelerde yaşayan genç nüfusu köleleştirerek, topraklarından kovarak ve gerektiğinde katliamlarla toplumsal yapıyı tamamen bozdular.

[29] Hikmet Kıvılcımlı, Toplum Biçimlerinin Gelişimi, Derleniş Yayınları, 1. Baskı, Kasım 2018, s. 28. (Aktaran: Doğukan Taşkıran, https://gergedan.press/asya-tipi-uretim-tarzi-i-7177/)

[30] Ahmet Ali Karaca, Bahar Şahin, Ekonomik geri kalmışlık ve ekonomik dengesizlik kavramları üzerine bir deneme (ABMYO) dergisi, 17, 2010 – 15-200

[31] Zafer Cirhinlioğlu, Azgelişmişliğin Toplumsal Boyutu, İmge Kitabevi, İst. 1999, sf. 138

[32] Melih Pekdemir, Darbelenen Türkiye (Birgün Gazetesi, 02.01.2017)

 

Mazhar ÖZSARUHAN
Latest posts by Mazhar ÖZSARUHAN (see all)