Irkçılık 

Genel Kavramlar

Türk Dil Kurumuna göre Irkçılık “kendi ırkını öteki ırklardan üstün sayma ve siyasal tutumunu buna dayandırma eğilimi”dir. Toplumbilim terimi olarak da: “insanların toplumsal özelliklerini ırksal özelliklerine indirgeyen ve bir ırkın öteki ırklara üstün olduğunu öne süren öğreti” olarak tanımlanmıştır. Irk (race) kelimesinin Latince “ratio” sözcüğünden gelen, İtalyanca “razza” kelimesinden türetildiği kabul edilmektedir. “Razza” İtalyancada tür, aile, köken anlamında kullanılmaktadır. Avrupa’daki büyük aristokrat soylarını ifade etmek için kullanılırdı. Irkçılık (racisme) sözcüğü de Fransa’da ve İngiltere’de (racism) terimi 1930’lu tarihlerde kullanılmış, “bir renkten, dilden, dinden veya bir “ırk”tan olduğu var sayılan bir grup insanın veya bir ulusun bazılarına göre üstün görülmesi” anlamında kullanılmıştır.

Irkçılık, farklı bir ırk veya etnisite kökene sahip olan grupları diğer etnisite mensubu insanlara yönelik önyargı, ayrımcılık ve düşmanlığı da beraberinde getiren bir davranıştır. Irkçılık, sosyal ayırımcılığı körükler. Ünlü İngiliz düşünür Ashley Montagu’nun dediği gibi “ırkçılık bir tahakküm ya da sömürü girişimini haklı çıkarmak için geliştirilmiş olan “yanlış bir bilinç” anlamında ciddi toplumsal sorunlara neden olmuştur.” [1] Dolayısıyla ırklar arasındaki farkı, egemen ırkın üstünlüğünü gerekçe göstererek çatışmalara ve soykırıma kadar varabilen şiddeti ve şiddet olaylarını haklı göstermeye çalışır. Esas amaç, işçi sınıfının sindirilmesidir. Çünkü ırkçılık toplumu yapay temellerden bölmeye çalışır. Uzlaşması mümkün olmayan ve çıkarları farklı sınıfları, bir bütünün parçası gibi göstermeye çalışır. Çıkarları ortak olan ezilen kesimleri parçalar, birbirine düşman eder. Bu nedenle burjuvazi, milliyetçi ve ırkçı söylemleri kullanarak, sınıf bilincinden yoksun işçileri birbirine karşı kışkırtmaya çalışır. Kapitalist toplumlarda ırkçılık, her ne kadar lanetleniyorsa da burjuvazinin vazgeçilmezi olan zor bir konsepttir. Bu nedenle kapitalizmde yaşamaya devam edecektir. Amerikalı yazar Joel Spring’in dediği gibi “Dünya tarihi ırksal olarak tanımlanmış halkların tarihi olarak anlatılmalıdır”.

Irkçı tepkiler; korku veya tehdit, kin, hor görme ve iğrenme gibi duyguların farklı kombinasyonlarıyla ortaya çıkabiliyor. Bununla birlikte ırkçı davranışlar en çok “duygu eksikliği”nde ifadesini buluyor [2]. Örneğin karşısındakini yok farz ederek ya da insan kimliğinin dışına çıkarak… Bu işlev genelde bilinçaltındaki korku ve nefretin dışavurumu şeklinde kendisini gösteriyor.

Yapısal ırkçılık, ırksal bir grubu veya etnisiteyi avantajlı, diğer etnik veya ırksal grupları sistemli bir şekilde dezavantajlı kılan bir yapıya sahiptir. Bu nedenle Kürt’ten, Laz’dan, Çerkez’den, Türkiye’deki Ermeni’den, Rum’dan vb. veya Amerika’daki Siyahi’den ırkçı olunmaz. Çünkü bunlar etnik ya da ırksal gruplardır, dezavantajlıdır, üstünlükleri yoktur. Kısacası iktidarda değillerdir. Irkçılık daha çok iktidardaki egemen ulusun mensup olduğu etnik kökenle ilgilidir. Irkçılık ancak iktidarla gelebilir.

Marksist literatürde insanlık tarihine baktığımızda sınıfları görüyoruz. Sınıflı toplumların ortaya çıkışından itibaren insanlık tarihi savaşlar, katliam ve soykırımlarla doludur. Sınıf savaşları dışındaki çatışma ve çelişki biçimleri örneğin kimlik, milliyet üzerindeki savaşlar, farklı inanç ve mezhep savaşları da sınıf savaşlarının birer ögesi, birer parçasıdır.

Günümüzde iki temel sınıf vardır. Bunlar işçi sınıfı dediğimiz proletarya ile kapitalist sınıf dediğimiz burjuvazidir. Bu iki sınıfta, tarih boyunca çelişki ve çatışma eksik olmamıştır. Günümüzde üretim ilişkilerini elinde bulunduran sınıf burjuvazidir. Bu sınıf kapitalist toplumlarda egemen sınıftır. Başta devlet olmak üzere tüm kurum ve kuruluşları dizayn eder. Kendi egemenliğini devam ettirmek için toplumu kendi ideolojisine göre düzenler. Bu da çoğunlukla dayatma yöntemine dayanır. Bu dayatma aynı zamanda rızaya (kabule) dayalı bir dayatmadır. Bu rıza sağlanmadığı takdirde zorla kabule başvurur. Dolayasıyla çocuk yaştan itibaren toplumu bu ideolojiye göre eğitir. Milliyetçilik ve ırkçılık formları bu ideoloji üzerinde yükselir. Irkçılık formu da sınıf temelleri üzerinden ortaya çıkan bir burjuva ideolojisidir. Diğer bir deyişle “Irkçılık, kapitalist toplumda köle emeğinin meşrulaştırma ideolojisidir.” Günümüzde köle emeği, yerini farklı etnik kökene mensup işçilerin ve göçmenlerin emeğine bırakmıştır. Yani “ırkçılık, egemen ulusun dışında kalan göçmenlerin ya da farklı etnisite grupların aldıkları ücretlerin eşit olmaması, daha düşük olmasıyla açıklanabilir.” Ünlü Fransız düşünür Etienne Balibar’ın dediği gibi “ırkçılık, milliyetçilik zemininde ortaya çıkan bir ideolojidir.” [3]  Fransız düşünürün, her ne kadar Marksist bir düşünür olduğu iddia edilse de liberal bir akımın temsilcisi olmaktan öteye gidememiştir.

Irk ve ırkçılık olgusunun geçmişine bakıldığı zaman da Antik Yunan devletine; ünlü düşünür Platon’a kadar dayanır. Platon, eserlerinde adil ve estetik bir toplum oluşturmayı amaçlamıştır. Platon, ırkların ayıklanmasını arzu etmişti. Bu yaklaşım, sonraki dönemlerde oluşacak ırkçı yaklaşımların felsefi düşüncesini oluşturacaktı. Sonradan gördüğümüz kadarıyla Platon’u takip eden modern dönem dediğimiz 18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyılda yaşayan idealist felsefenin temsilcisi Hegel olmuştur.

Kapitalizm ve Irkçılık

Yukarıda bahsettiğimiz gibi ırkçılığın kökleri ile kapitalizmin tarihi iç içe geçmiş durumdadır. 17. yüzyılda ulus devletlerin sahne almasıyla birlikte ırkçılık ortaya çıkmıştır. Köle ticaretinin geçmişi 16. yüzyılda Trans-Atlantik diye anılan Atlas Okyanusu ve kıyılarında gerçekleşen Afrikalı Siyahilerin Avrupalılar tarafından esaret altına alınması ve satılması dönemine; 19. yüzyıla kadar dayanıyor. Yani ırkçılık sömürgecilik döneminde yaygınlaşan bir olgudur. 16. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar 13 milyondan fazla Afrikalı siyahi, şeker kamışı, pamuk, tütün, mısır vb. tarlalarında çalıştırılmak üzere Amerika’ya getirtilmiştir. Sömürgecilik döneminde batılı dediğimiz uygar (!) ülkeler, güney yarımküredeki yerlilerin sömürüsünü meşrulaştırmak adına “vahşi”, “medenileşmemiş”, “insanlıktan çıkmış” türü sıfatlar takmışlardı. Batılıların zenginliği, bu vahşi, medenileşememiş halkların emeğinden yaratıldı. Zamanla kölelik yerini ücretli köleliğe bıraktı ama ırkçılık sona ermedi. Irkçılık özünde işçi sınıfının bölünmesine ve parçalanmasına yol açan bir ideoloji olarak insanlık tarihine geçti. Çünkü sınıf dayanışmasını ve mücadelesini engelleyen ve sekteye uğratan bir ideoloji olarak kaldı.

Irkçılık, insanların genlerinde bulunan doğal bir güdü değildir. Kapitalist sistemde insanların sorunsuz sömürülmesine dayanan bir kavramdır. Arife Köse’nin dediği gibi “Irkçılık kapitalizmin insanları daha kolay sömürmek için keşfettiği, öğretilen ve öğrenilen, her dönemde farklı versiyonlarla yeniden ve yeniden üretilen bir ideolojidir ve yenilemez değildir.” [4]

Marks, tarih bilimi içinden, emek idealizmine ve erekselciliğe karşı duracağımız önemli kavram setleri verir. Marks Kapital’de kullanım-değerinin iki kaynağı konusunda ısrarla durur: Kullanım-değerinin kaynaklarından birisi doğadır, diğeri ise emek [5]

Marks, doğa ile insan arasındaki ilişkinin, Malthus gibi statik değil, dinamik olduğundan söz eder. “Toprak, hem iş araçlarını ve malzemesini, hem de yerleşim yerini, topluluğun temelini sağlayan büyük bir laboratuvardır, cephaneliktir. İnsanların toprakla olan ilişkisi pek safçadır (naiv): onu topluluğun mülkü, kendisini canlı emekle üreten ve yeniden üreten topluluğun mülkü sayarlar. […] Emek süreci yoluyla gerçek mülk edinme, bu önkoşullar altında yer alır.” [6]

Emperyal ırkçılık modern ırkçılık karşıtlığına saldırarak, ona ait argümanları kendisine mal etmeye çalışır. Avrupa’da faşist sağ partiler, yerli halkların göçmenlere olan kin ve nefreti kullanarak oy devşirmeye çalışıyorlar. Avrupa solu, ülkelerin içinde bulunduğu göçmen krizinden dolayı biriken kin ve nefreti sağ faşist partilerin körüklediğinden bahsediyorlar. Yani bir taraftan ezen ulusun yerli halkı, öte yandan ezilen ulus halkları… Bu kavram, ülkeler bazında düşünüldüğünde ezen ile ezilen arasındaki oluşabilecek krizlere uygun politikalar üretmek de devrimcilere düşmektedir.

Irkçılığın Ekonomik Boyutu

Sömürgeci burjuvazi ve emrindeki yerli işbirlikçileri ırkçılık sayesinde hem mensubu olduğu ulus devletin işçilerinin emek gücünü ırk temelinde bölme fırsatını ele geçirdi, hem de farklı ırklardan gelen insanları ehlileştirme adı altında köleleştirerek, işledikleri insanlık utancını meşrulaştırdı ve sahip oldukları tüm zenginliği insan bile saymadıkları halkların sırtından kazandı. Zaman içinde kölelik kurumu sona erdi, ancak ırkçılık sona ermedi. Karl Marks, bununla ilgili ırkçılığın kapitalistler için yararlı bir ideoloji olduğunu söylemiştir. Çünkü ırkçılık, işçi sınıfının bölünmesi için bir fırsattır, elverişli bir ideolojidir. Dolayısıyla sınıf mücadelesini sekteye uğratır.

Marks, ırkçılığın devam ediyor olmasını üç nedene bağlamıştır. Bunlar:

  • İşçiler arasında ekonomik rekabetin oluşması. Kapitalist üretin sürecinde işçi ücretleri eşit değildir. Bu eşitsizlik ücret farklılığı başka ulustan işçiler için söz konusu olduğunda, ırkçılığın ortaya çıkması için zemin hazırlanmıştır.
  • Kapitalist sınıfın ırkçılığı sürekli yeni argümanlarla yeniden üretmesi,
  • Irkçı fikirlerin işçilerin ilgisini çekmesi… Bunun en açık örneği göçmenlere yönelik iddialardır. Bugün Kürt işçilere ve Suriyeli mültecilere Türkiye’de yapılan da budur. Irkçılık, kapitalist sistemin genetiğinde vardır.

“Sınıf Mücadelesi” makalesinde sözünü ettiğimiz artı-değer, kapitalistin değişken sermayesini oluşturmaktadır. Artı-değerin artırılması, değişken sermaye giderlerinin düşürülmesine bağlıdır. Değişken sermaye giderlerinin düşürülmesinde genel anlamda aşağıdaki yöntemler izlenmektedir.

  • Ücretlerin düşürülmesi,
  • İşgücü arzının satılık ucuz işgücü ithaliyle artırılması,
  • Çalışma saatlerinin uzatılması,
  • Ücretlerin ucuz olduğu üretim alanlarında toplanması,
  • Akort standartlarının sürekli bir şekilde yükseltilmesi. [7] Bu koşul, verimlilik temposunu düşürür, sonuçta ücretler düşürülmüş olur.

Artı-değeri artırmak için değişken sermaye giderlerinin düşük tutulması gerekir. Bu da ucuz emek gücü ithalini gerektirir. Bunun sağlanması, ancak ırkçı ideolojinin devreye girmesiyle mümkündür. Almanya’nın 1960’larda Türkiye ve azgelişmiş ülkelerden göçmen işçi talebi bunun tipik örneğidir. Türkiye’de ucuz emek gücünün ithaliyle yani göçmen veya Kürt işçilerle işçi piyasasında yaratılan talebe dayanarak ücretlerin aşağı çekilmesi de bu örneği güçlendiren bir olgudur. Diğer bir deyişle kapitalizmin kendi krizini aşmak için başvurduğu yöntem ucuz emek ithalidir. Bugün ırkçı ideolojinin bağlandığı yer de burasıdır.

Kapitalistler, ucuz emek ithal giderlerini de mültecilere yükleyerek masraftan kurtulma yöntemine başvuruyorlar. Sigortasız, çocuk ve kadın işçilerin karın tokluğuna çalıştırılmaları, ücretleri geciktirilmeleri veya hiç vermeme gibi insanlık onuruna yakışmayan yöntemlere başvurmaları bunun tipik örneğidir. Mülteciler işçileştirilirken ırkçılık tüm dinamikleriyle işlemeye devam ediyor. Özellikle Avrupa Birliği ülkeleri bu program çerçevesinde mülteci kabul ederken başvurduğu yöntemin kaynağı budur. Mülteciler işçiye dönüşüyor, hem de ucuz işçi! Dolayısıyla Avrupa ülkelerine ya da Türkiye’ye geçişlerinde minnettar kalmaları isteniyor. Bu minnettarlık, giderek mültecinin onurunun kırılmasına ve onu köleleştiren bir niteliğe bürünmesine yol açıyor.

Irkçı ideolojinin burjuva toplumuyla bağını gösterebilmek için, onun kapitalist ekonomiyle bağını göstermek gerekir. Bunlardan ilki, kapitalist sistemde emeğin özgür olmasıdır. İnsanlık tarihinde ilk kez kapitalizmle birlikte işgücü pazara sürülmüştür. İşgücü fiyatı piyasada belirlenen ve özgürce satılan bir meta haline gelmiştir. Kapitalizmle birlikte işgücü de meta olmuştur. Bu meta diğer metalardan farklı bir nitelik taşır. Yani işgücünün değerin de kaynağı olmasıdır. [8] İkinci olgu da değer yasasıdır. Bu yasada anlaşılan durum değişken sermaye ile sabit sermaye ilişkisi sonucunda artı-değerin ortaya çıkmasıdır. Irkçı ideolojinin değer yasasıyla nasıl ilişkilendiği burada anlaşılıyor. Burada şu soru sorulabilir: “Eski çağlarda da köle emeği vardı. Neden ırkçı ideolojilere gerek duyulmadı?” Bu sorunun cevabı kendi içindedir ve emeğin niteliğiyle ilgilidir. Emek değişik toplumlarda ve ekonomik sistemlerde farklı nitelik arz eder. Kapitalizm öncesi sistemde emek, boyunduruk altındaydı, yani özgür değildi. Köleci toplumlarda kölenin kendisi özel mülktü. Feodalitede eşit olmayan grupların eşitsizliği hukuksal olarak belirlenmişti. Kapitalizmde ise sömürü özgür emeğe dayanıyor. İşçi emek gücünü satıp, satmamakta özgürdür. Ancak sonuçlarına da katlanmak zorundadır. Burada ırkçı ideoloji devreye girerek temel kaynağını oluşturur. Köle emeğini kullanmak kapitalizmin hastalıklı yanıdır.

Ezcümle, ırkçılık, kapitalist sistemin devamlılığını sağlayan en önemli etkenlerden biridir. Sermeye üretimini üst düzeye çıkarmayı, emek gücünü ise en alt düzeye indirmeyi amaçlayan kapitalist sistemde “işgücü etnikleşmiş”tir. Bu etnikleşme sabit kalırken, işgücü insanlara, zamana, ekonomiye ve hiyerarşik isteklere göre değişim gösterir. Zaman içerisinde topluluklar değişir, kimi parçalanır kimi ise yeniden oluşur [9].  Kapitalist sistem var oldukça ırkçılık devam edecektir.

Türkiye’de Irkçılığın Devletle İlişkisi

Selim Fuat’ın “Afedersin” Irkçılık! Başlıklı makalesinde dediği gibi  “Burjuva medyanın yayınlarından okul kitaplarına kadar pek çok alanda insanları ırkçı düşüncelere yönlendiren bir dil ve bakış açısı hâkimdir.”  Futbol tribünlerinden tutun da sosyal medyaya varıncaya kadar her ortamda ırkçılık en pespaye halleriyle arzı endam eder.

Türkiye’de ırkçı ideolojinin ortaya çıkıp şekillenmesi, gelişmiş kapitalist ülkelerden farklıdır. Türkiye’de kapitalizm, devlet eliyle geliştirildi. Irkçılık ideolojisi de devlet eliyle yaratıldı. Diğer bir deyişle ırkçılık, devlet tarafından beslendi, semirildi ve meşrulaştırıldı. Önceleri devlet ırkçılığı olarak gelişti, Bu ırkçılığın amacı Müslüman Türk bir burjuva sınıfı yaratmaya yönelikti. Gayrimüslimlerin mallarına ve servetlerine el konulması, sermayenin yerli burjuvaziye devredilmesi şeklinde görüyoruz. Yerli burjuvazinin ilkel sermaye birikimi olan Ermeni soykırımı Türkiye cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş sermayesidir. Gayrimüslimlere karşı yönelik devlet temelli nefret, soykırımın üzerinden yüzyıldan fazla bir süre geçmesine rağmen milliyetçilik ve ırkçılık akımlarının hızını kesemedi.

Barış Ünlü ’nün Türklük Sözleşmesi adlı eserinde Türkiye’de ırkçılığın Abdülhamit döneminde tesis edilen “Müslümanlık Sözleşmesi” ile Mustafa Kemal tarafından oluşturulan “Türklük Sözleşmesi”nin çekişmesinin yansımasıdır.

Türkiye’de kafatası araştırmaları 1937 yılında başladı ve Türklerin “beyaz ırktan” geldiği görüşü kabul edildi [10]. İkinci Paylaşım Savaşı’ndan önce Hitler’in saf Alman Irkı yaratma girişiminin Türkiye’yi ne denli etkilediğini görüyoruz. 1931 – 1941 yıllarında Türklerin beyaz ırktan olduğunu ispatlamak amacıyla Anadolu’da ayrı ayrı 40.000 ve 60.000 Türk’ün ölçüleri alınarak antropometri anketi uygulandı. Ölçümler ve sonuçları 1939 yılında Cenevre’de Fransızca olarak 20’ye yakın antropolojik özelliklerin sonuçlarıyla birlikte yayınlandı. Bununla da yetinilmedi. Kayserili bir Ermeni olan ünlü Mimar Sinan da ‘Türk’ ilan edildi. Cumhuriyetin bir ürünü olan yerli ve milli burjuvazinin uğraşacak başka işi kalmamış olmalı ki, İttihat ve Terakki zihniyetinin devrettiği ırkçılığın ne boyutlara geldiğini gözler önüne seriyordu. Hani bir zamanlar Naziler, kafatası ölçümleriyle ‘Cermen’ soyundan olmayan halkları “aşağı ırk” ilan ediyordu ya… Sanki onlara özenmiş gibi Kürtleri, Ermenileri, Süryanileri bir zamanlar “aşağılanan ırk” (!) olarak uğrattıkları muameleye reva gördüler. İttihat ve Terakki’nin ırkçılık zihniyeti hala devam ediyor, Türk olmayan farklı etnisite ve inanç gruplarına ‘öteki’ gözüyle bakılıyor.

Milliyet Gazetesi’nin “Kürt Fobisi” adlı makalesinde dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un 19 Eylül 1930 yılında İzmir, Ödemiş’te yaptığı konuşmada bir paragraf almıştık: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” [11] Bu paragraf Mahmut Esat Bozkurt’un sadece yaptığı konuşmadan küçük bir alıntıdır. Kürtlere ve farklı etnisite gruplarına hizmetçi ve köle gözüyle bakmak artık bir devlet politikasıydı.

Türkiye’de ırkçılık temeline dayanan kafatasçılık, cumhuriyet dönemiyle başladı. Akademisyen Nazan Maksudyan, 2014 tarihli araştırmasında Cumhuriyet döneminde yapılan araştırmaları incelemiştir. Buna göre 1925-1939 yılları arasında yayınlanan Türk Antropoloji Mecmuasına göre “Türklerin brakisefal Alpin ırkının mükemmel temsilcileri olduğunu göstererek, Türklerin kadimliğini ve tarih boyunca sürmüş ebedi üstünlüğünü kanıtlamaktır,”  görüşünü aktarmıştır. Maksudyan, akademisyenler tarafından Türklerin kafatası yapısının yuvarlak (brakisefal) olduğu tezini dile getirilmiş; Türk milliyetçiliğinde daha en baştan güçlü ırkçı tonlar bulunduğunu vurgulamıştır [12].

Türkiye’deki ırkçılık akımının ilk temsilcilerinden Nihal Atsız’ın kafatasının Türk Irkı kafatası yapısına uygun olmadığı 25.10.2005 tarihli Hürriyet Gazetesinin “Yeterince ‘Türk’ çıkmadı” manşeti ile yayınlanmıştı. Irkçılığın kafatası yapısına indirgenmesinin nelere mal olabileceği düşüncesi bile dehşet vericidir.

Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze İttihat ve Terakki görüşlü hükümetler iktidar oldu ya da gelen iktidarlar bu görüşü paylaşmak zorunda bırakıldı. Hükümetler, ırkçı ideolojilerle genç dimağlar yetiştirdi, iktidarıyla da muhalefetiyle de aynı işlevi yerine getirmekten çekinmediler. Geçtiğimiz yıllarda Sakarya’da saldırıya uğrayan Kürt işçilerden bahsederken sebebini ırkçı gençlere, bunların mensubu olduğu siyasi partiye ya da iş adamlarına yüklüyoruz. İş adamları suçlu olabilir, onların tetikçisi ırkçı, siyasi parti veya partiler de suçlu olabilir, bu arada faşist gençler de suçsuz değildir. Bu saldırı Kürtlere yönelik saldırıların ne ilkidir ne de sonuncusu olacaktır. Yüzlerce Kürt işçi, batı illerinde ırkçı saldırılara kurbanı gitti. Irkçı saldırıların sonucu ölen işçilerle ilgili toplu dokümanlara henüz ulaşamadık. Suçlu arıyorsak büyük fotoğrafa bakmak, Türkiye’nin hegemonyası altında olduğu emperyalist sisteme bakmak ve iktidarıyla, muhalefetiyle bu hegemonyayı kabul eden siyasal yapıyı incelemek gerekiyor.

İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında tıpkı Almanya’dan ithal edilmesinin ardından Türkiye’de etnisite kavramı, demokrasi, çağdaşlık ve modernizm kavramı ile birlikte kullanılması moda haline geldi. Ancak zaman içinde kendilerine uygar diyen ülkelerde ırkçı siyasi partilerin kapatılmasından sonra burjuva devletleri modern görüntü vermek amacıyla ırkçılığı yasakladılar. Türkiye ve benzeri azgelişmiş ülkelerde ırkçılık, milliyetçilik ve vatanseverlikle eş tutulmaya başlandı. Bu da egemen ırkın, kendisinden olmayanlara karşı geçmişte olduğu gibi günümüzde de kanlı ve kirli yüzünü göstermeye başladı. Nitekim günümüz Türkiye’sinde Suriyeli mültecilere, Afrika ve Afganlara karşı gerek siyasilerde ve gerekse yerleşik Türklerde yaşanan karşıtlık giderek artmaya başladı.

2010-2014 aralığındaki anket İsveçli bir grup ekonomist tarafından yapılmış ve Washington Post adlı gazetede yayımlanmıştır. Dünya Değerleri Araştırması’na (World Valens Survey) göre Türkiye’den ankete katılan 1.605 kişinin % 35.8’i “Kiminle komşu olmak istemezsiniz?” sorusuna “başka ırktan biri ile”; % 36.8’i “başka dinden biri ile”; % 30.5’i “göçmenler/yabancı işçiler ile”; % 30’u ise “başka dil konuşan insanlar ile” cevaplarını vermiştir. Ankete katılan kişilerin % 62.3’ü işverenlerin ülkede yaşayan milleti, yabancı göçmenlere karşı önde tutması gerektiğini belirtmiş, ayrıca toplumun % 61.7’si diğer dinlerden, % 60’ı diğer milletlerden insanlara kısmen veya tamamen güvenmediklerini belirtmiştir. [13]

Türkiye Gençlik STK’ları Platformu tarafından Türkiye’de 8.000 genç ile anket yürütülmüş, ankete katılan kişilerin % 32’sinin “başka ırk, renk ve milletten insanlarla komşu olmayı” istemediklerini ortaya koymuştur. Aynı soru “Suriyeliler” olarak sorulduğunda istememe oranı %70’e çıkmıştır. [14]

Muktedir kimlikten olmayanların dağıtılması, Cumhuriyet dönemiyle başlamıştır. Osmanlılar döneminde Kürtler, Araplar ve diğer etnisite gruplar Müslüman sayıldığı için kardeştiler. Ancak Cumhuriyet ile birlikte Türk ırkı muktedir kimlik oldu. Müslümanlık bağları kardeşlik bağı olarak sayılmadı. Türk olmayanların Türk Devleti’nin gazabına uğraması bundandır. Kürtler, Ermeniler, Araplar, Rumlar, Süryaniler, Yahudiler vb. etnik kimliklere ve farklı inançlara karşı, Aleviler, Şiiler ve Sufilere karşı ayırımcılık, meskenlere çarpı işaretleri koymalar, tehditler, taciz etmeler, ırkçı ideolojilerin sonucudur. Eğitilmemiş bir topluma sirayet eden ırkçı ön yargıların ayırımcılığı etnik kimlik, dil, cinsel kimlik, kültür ve gelenekler üzerinden ortaya çıkması bir tür farklılaşma, ötekileştirme politikasını da beraberinde getirdi. Dolayısıyla Türklüğün sınırları, Türk olmayan diğer etnisite ulus ve grupların üzerine doğru genişledi. Türkiye Cumhuriyeti ulus devlet olarak dizayn        edildiği günden itibaren etnik kimliklerin Türkleştirilmesi, yani asimile edilmesi politikası ile birlikte tehcir politikası yürürlüğe girdi. Amaç farklı kökenden gelen azınlıkları veya etnik grupları, bunların kültür birikimlerini, kimliklerini baskın doku ve yapı içinde eriterek yok etmekti. Bununla birlikte tüm özelliklerini, kültürünü, yaşam tarzını, dilini, gelenek ve göreneklerini ortadan kaldırarak, egemen yapının özelliklerini benimser hale getirmekti. Yani azınlığın ya da farklı kültür ve grupların yok edilmesidir. Bu tanım doğrultusunda Kürtlere yıllarca asimilasyon politikası uygulandı. Bu ırkçı politikalar, devletin resmi politikasıydı.

Egemen sınıf hegemonyasının devam etmesi için mevcut eşitsiz sistemde bazı tahakküm araçlarının geliştirilmesi gerekiyordu. Tıpkı cinsiyetçilik gibi ırkçılığın da temel biçimlerinin bu hegemonik sistem tarafından meşrulaştırılması gibi… Bu yöntem de meşrulaştırılmış kültürel olgular üzerinden yapıldı. Örneğin 16 yüzyılın ikinci yarısında İspanya’da gazeteci ve akademisyenler arasında tartışma konusu olan “Amerikan yerlileri konusu” gibi. Bu tartışmalar “yerlilerin insan mı yoksa hayvan mı” oldukları üzerinde kamuoyunu meşgul eden ırkçı yaklaşımlardı. Bu tür yaklaşımlar, salt İspanya ile münhasır kalmamıştı. Örneğin, İngilizler ve Fransızlar tarafından da burjuva iktidarlarının devamı için bu konular sürekli gündemde tutulmuştu.

Bu tür tartışma yaratacak konu ve uygulamalar salt sömürge coğrafyasında değil, kimlik gruplarının tahakküm altına alınması için de çalışmalar yapıldı. Örneğin Türkiye’de Kürtler ile ilgili durumlar bu anlamda hayata geçirilmeye çalışıldı. Burjuva devleti, Kürtlerin eşitsizliğe ve baskıya maruz kalmasını meşrulaştırmak için tıpkı sömürgecilerin başvurduğu yöntemleri kullandı. Kürtler üzerinden ırkçı ve ayırımcı uygulamalar devletçe belirlendi ve devletin kurum ve görevlileri tarafından uygulama alanına sokuldu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kürt kültürü ve toplumsal yaşantısı [15] medeniyet dışı olarak tanımlandı. Kürtlerin medenileşmesi için asimile edilmesi yöntemlerine başvuruldu. Kürt dilini konuşmak ve yazmak yasaklandı. Çünkü Kürtler, egemen siyasi güç tarafından öngörülen “norm” kavramının dışında kalıyordu. Dolayısıyla müdahale edilmesi ve ayırımcılığa maruz bırakılması gerekiyordu. Kürtlere uygulanan bu ırkçı ve ayırımcı politikalar, tipik bir sömürgeci mantığı gibiydi. Bu mantık İngilizlerden ithal edilmişti. Buna bağlı gelişen Kürt Milliyetçiliği, “dış mihrakların oyunu” olarak topluma yansıtıldı. Günümüzde Erdoğan’ın sürekli “Kürt kardeşlerinin” bu oyuna gelmemesi bu politikanın bir itirafı niteliğindedir.

Kürt kimliği ve dili, güdülen bu politikalar sonucu özgün olmayan, komşu kültürlerin karışımından oluşan alt düzey bir kültür olarak görüldü. Kürtçenin yetersizliği, Kürt müziğinin basitliği türü söylemler bu politikayı egemen sınıfın ırkçı ideolojisine tıpa tıp uyuyordu. Bunun tek bir amacı vardı: Kürtlerin özgüveninin yitirilmesini sağlamak ve asimile etmek. Bu da yapılamıyorsa Kürtlerin eşitlik taleplerinin dizginlenmesini sağlamaktı [16]. Bu da mevcut kapitalist sistemin sorunsuz devamı için gerekliydi.

Bu bağlamda, 1930 yılında çıkarılan Abidin Özmen’in “Siyah Raporu”nda Kürt nüfusu ile ilgili artışın, gelecek yıllarda Türk nüfusunu geçeceğine ilişkin endişeleri doğrultusunda Kürtlerin asimile edilmesi seçeneği öne çıkmıştı ki o tarihlerden sonra asimilasyon sorunu devletin varlık nedeni haline getirtilmiş, demografik tehdit olarak görülmüştü. Bugün de terör söylemlerine sığınan siyasal iktidar ve ortağının 1990’larda hızlanan ve toplumsal bir sorun haline gelen demografik tehdidi “beka sorunu” olarak görmesine neden olmuştu. Çünkü Kürtler asimile edilmezse, kendileri asimile olacak korkusu yaygındır.

1934’ten başlayarak kalabalık kentlerde Kürt nüfusu tahliye edilmeye başlandı. Sürgün politikası dediğimiz ilkel tehcir politikaları izlendi. Balkanlardan getirtilen Türkler, Kürtlerin yoğun bulunduğu yerleşim birimlerine iskân edildi; tutmadı. Olaylar, isyanlar bahane edilerek Kürtler her dönemde batı illerine sürgüne gönderilerek nüfus artışları engellenmek istendi; tutmadı. Toplu katliam yöntemlerine başvuruldu; bu da tutmadı. Sonunda sermaye devleti “Kürt realitesini” kabul etmek zorunda kaldı.

Irkçılığı siyasal iktidar tek başına yaymaya gücü yetmiyor. Siyasal iktidarla birlikte düzen partileri, ana akım medyanın ayırımcı dili, sokaktaki linçleri, işyerlerinde göçmen ve Kürt işçilerin kaderini adeta tayin ediyor. Tüm bunları devlet sanki sihirli bir değnekle yönetiyor. Kendisine ortak bir aidiyet bağı olan grupları, olmayanlara karşı kullanabiliyor. Devletin farklı etnik gruplara ve göçmenlere karşı işlenen suçların yaptırımı olmadığı için linçler her an mümkün olabiliyor. Türkiye’de sağcı kesim ırkçılık kavramına eğilimlidir. Bunun yanında solcu geçinen ulusalcı kesim de öyle. Örneğin 6 Ocak 2012 tarihli Hürriyet Gazetesinde “Sayın kaçakçı” başlıklı makalesiyle ulusal solcu olarak kendisini tanımlayan Yılmaz Özdil, insanlık suçunu bile aşacak ırkçı, ayırımcı, ötekileştirici yazısıyla sahne alabilmiştir. Aynı şahsın Star Gazetesi başındayken işlediği insanlık suçu ve faciaları yenilemişti. İnsanlık suçu sabıkalısının ırkçı-ayırımcı ve ötekileştirici sözleri bununla da bitmiyor. Bu sadece bir örnektir. Bunun gibi yüzlerce yazılar, makaleler okuduk ve TV programlarına tanıklık ettik. Bugün sermaye ve ırkçı devletin “tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek dil” sloganı ırkçılık değil de nedir? Her ne kadar “bizde ırkçılık yoktur” dense de bu slogan sermaye devletinin tüm kurum ve kuruluşlarıyla ırkçılığının tescilidir.

Türklüğü aşağılamanın bedeli ağırdır. Kişi linç edilebilir, hapse atılabilir, işini kaybedebilir ve hatta öldürülebilir. Oysa Kürtlüğü ve Ermeniliği aşağılamanın hiçbir yaptırımı yoktur. Cezai müeyyidesi de olmamıştır. Bu nedenle ırkçılık, iktidarla birlikte gelen bir olgudur. İktidardaki etnik kimliği aşağılamanın cezai müeyyidesi ağırdır. [17]

Irkçılıkla Mücadele ve Sonuç

Günümüzde her ne kadar Avrupa ülkelerinin birçoğunda ırkçı partiler yasaklanmış olsa da merkez sağ partiler ırkçı dili kullanmaktan imtina etmiyorlar. Avrupa’daki ırkçı saldırılar her geçen gün artıyor. Türkiye’de ırkçı parti kurmak yasak değildir. Düzenin sağ muhafazakâr partileri ile milliyetçi ve merkez sağ partileri ile sol ulusal partilerin çoğu ırkçı ideolojiyi benimseyen partilerdir.

Irkçılığa karşı mücadele, kapitalizme ve sermaye devletine karşı mücadelenin bir parçasıdır. Kapitalizme karşı mücadele işçi sınıfının asli görevidir. Kapitalizm ve ırkçılık birlikte doğdular ve aynı kaptan besleniyorlar. Irkçılık işçi sınıfına ve toplumsal yapıya indirilen en büyük darbedir. Irkçılık sömürü alanını yaratmak için vardır. Irkçılık karşısında insan olarak sessiz kalmak, en az ırkçılar kadar bu ideolojiyi benimsemiş olmak anlamındadır. Toplumun sessiz kalan büyük kesimini harekete geçirmekle değişim gerçekleşebilir. Ancak bugün işçi sınıfının içinde bulunduğu duruma bakarsak, örgütsüz bir sınıfın harcı olmaktan çıkar. Irkçılık, salt işçi sınıfının sorunu değil, toplumun tüm kesimlerinin ortak bir sorunu olarak algılanmalıdır. Unutulmamalıdır ki sokaklar, otoriter rejimlerinin ve sermaye devletinin en büyük korkusudur.

Irkçılık, bireylerden başlayarak toplumun tüm katmanların zihniyetine yayılmış tedavisi zor bir ideolojidir. Bugün işçi sınıfını örgütleyecek siyasi bir yapı olmadığına göre, ırkçılık karşıtlığı sokakta kitlesel katılımlı bir ırkçılık karşıtı eylemlere evrilmesi, bu mücadelenin en önemli parçasıdır. Bu işlev için bugün demokratik kitle örgütlerinin, demokratik sendikaların ve sol partiyim diyen siyasi partilerin, meslek kuruluşlarının, odaların halkı gösteri ve ırkçılığa karşı mücadelede sokaklara çıkarmaları kesin mücadele olmamakla birlikte yayılmasını yavaşlatabilecek bir mücadeledir. Örneğin, Almanya’daki ırkçı “Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar” (PEGİDA)’ın göçmenlere yaptığı insanlık suçu uygulamalar, her defasında karşısında on binlerce ırkçılık karşıtını bulmuştur. Bu sayede ırkçılar birçok kentte yürüyüşler yapamamıştır. Aynı şekilde Yunanistan’da krizin faturasını göçmenlere çıkaran faşist Altın Şafak Partisi, işçi sınıfını bölerek burjuvaziye yaranmaya çalışmıştır. Anti-faşist solun verdiği mücadele sayesinde bu ırkçı partinin yöneticileri tutuklandılar. Amerika’da siyahilere karşı yapılan ırkçı saldırılar, polisin bir zencinin boğazına dizini koyarak boğması, siyahların, beyazlarla birlikte yaptıkları anti-faşist gösteriler, ABD yönetimini güç duruma sokmuştur. Bu örnekler yakın geçmişte yaşadığımız olaylardır.

Irkçı mücadele özünde işçi sınıfının burjuvaziye karşı vereceği sınıfsal mücadeleden geçer. Çünkü burjuvazi var oldukça ırkçılık devam edecektir. Yukarıda verdiğimiz örnekler, ırkçılığın yayılmasını bir nebze olsun kısıtlamaya yöneliktir. Diğer bir deyişle ırkçılığın reçetesi değildir. Irkçılık karşıtlığı, aynı zamanda kapitalizm karşıtlığı olmalıdır. Bir insanlık suçu olan ırkçılık melaneti işçi sınıfının mücadelesinde boğulmaya mahkûmdur.


Not

Katliamlarla ilgili üzeri örtülmeye çalışılan bazı olayları bilgi amacıyla aşağıya çıkarmak istedik.

Türkiye’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hâkim olduğu dönemlerde değişik kaynaklara göre 600.000 – 1.800.000 Ermeni katledildi, 1.200.000 Ermeni Suriye çöllerinde tehcir nedeniyle açlıktan, susuzluktan, yorgunluk ve hastalıktan telef oldu.

Çölden cebrî yürüyüşler sırasında hayatta kalan yaşını almış erkekler, kadınlar ve çocuklardan oluşan konvoylar yerel yetkililerin, göçebe çetelerin, suç çetelerinin ve sivillerin keyfi saldırılarına maruz kalmıştır. Bu şiddet olayları arasında hırsızlık (örneğin, kıyafetlerini almak için kurbanların çıplak bırakılması ve değerli eşyalar için üst araması yapılması), ırza geçme, genç kadınların ve kızların kaçırılması, gasp, işkence ve cinayet [18] yer almıştır.

Cumhuriyet döneminde de İTC’nin görüşleri uygulama alanını buldu. Rumlara karşı 6-7 Eylül 1955 yılında işlenen cinayet, yağmalama, saldırı ve tecavüzler, sonraki nesillere kara bir leke olarak kaldı. 13 Şubat – 31 Mart 1925 tarihleri arasındaki Şeyh Sait İsyanı’nda resmi rakamlara göre 20.000 insan öldürüldü, 15.000 insan tehcir edildi. 16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet Gazetesine göre 15.000 kişi, bağımsız ajansların haberine göre 30.000 kişi katledildi. Zilan Deresi’nin birinde 1.550 kesilmiş kafa tespit edildi. 220 köy yerle bir edildi, Ağrı dağı isyanında 4.550’si kadın ve yaşlı olmak üzere İngiliz Haber Ajansı 8.000; diğer yabancı kaynaklara göre 15.000 insanın katledildiğini yazmıştı.

1938 tarihli Dersim katliamında resmi açıklamalara göre 13.160 insan öldürüldü, 11.818 insan tehcir edildi. Tehcir edilenler arasında ünlü şairimiz Cemal Süreya 7 yaşında bir çocuktu ve olup bitenleri dizelerine yansıtmıştı. Türkiye’de ırkçı saldırılar hiç bitmedi. 21 Haziran 1934 tarihinde Edirne Pogromu diye anılan Yahudilere karşı uygulanan şiddet olayları, dükkânların evlerin ve ibadethanelerin yağmalanması, yıkılması, yakılması ve Yahudi kadınlara tecavüz edilmesi; 6-7 Eylül 1955 tarihinde İstanbul, Ankara, İzmir ve Trabzon’da derin devletin marifeti sayılan ve Rumlara yönelik olaylarda Rumların mallarına el konulması, evlerin, işyerleri ve kiliselerin yağmalanması, yıkılması ve yakılması, Rum gençlerinin katledilmesi; 1990’larda başlayarak Kürt köylerinin yakılması, 20.000 insanımızın faili meçhulle katledilmesi, 2015-2016 tarihleri arasında Kürt kentlerinin yoğun ateş altında tutulması, polis/ jandarma kurşunu ile ölen çocukların cesetlerinin buzdolaplarında haftalarca bekletilmesi, gerici yoz kapitalist sistemin temsilcisi ırkçı siyasetin cinayetleridir.


[1] Oxford Sözlüğü, (13 Eylül 2016 tarihli Wayback Machine sitesi)

[2] Burak Ortahamamcilar, David Amodio ile söyleşisi (Euronews Gazetesi, 28.05.2020)

[3] Murat Aktaş, Irkçılık ve Milliyetçilik, (e-dergi Muş Alparslan Üniversitesi yayını, 22.12.2019 syf.1189)

[4] Arife Köse, Kapitalizm ve ırkçılık (Marksist.org, 10.04.2015)

[5] Musa Sala, Doğa, Irkçılık ve Marksizm

[6] Karl Marx, Friedrich Engels, Kapitalizm Öncesi Üretim Biçimleri, Çev. Mihri Belli (Üçüncü Baskı, Sol Yay., s. 63)

[7] Sinan Özbek, Irkçılığın Ekonomik Kökleri (Enternasyonal Sosyalizm, 1 Mart 2020)

[8] Sinan Özbek, a.g.e

[9] Fatma Esra Öztürk, Göçmen Kadınlara Yönelik Üretilen “Yeni Irkçılık” Kavramının Medya Çerçevesinde İncelenmesi (Bahar 2019, syf. 260)

[10] Özge Ünlütürk, a.g.e sf. 103

[11] Milliyet Gazetesi, 19 Eylül 1930 nüshası

[12] Türkçülüğü Ölçmek/Bilimkurgusal Antropoloji ve Türk Milliyetçiliğinin Irkçı Çehresi 1925-1939 (Metis Yayınları, İst.2016)

[13] https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye%27de_%C4%B1rk%C3%A7%C4%B1l%C4%B1k

[14] Genç Dergisi – Gencim Mutluyum, Kafam Karışık (Aralık, 2018; Sayı: 147)

[15] A. Celil Kaya, Ayrımcılığın Yüzleri “Sıradan Kalmamak: Günlük Hayatta Kürt Kimliği”, (Sf. 101-103; Derleyen Ülkü Doğanay, Ankara,  2018)

[16] A. Celil Kaya, a.g.e, sf. 103

[17] Barış Ünlü: Kürtler ırkçı olmaz çünkü ırkçılık bir sistemdir (İrfan Aktan, Duvar Gazetesi, 12 Ocak 2018)

[18] https://encyclopedia.ushmm.org/content/tr/article/the-armenian-genocide-1915-16-in-depth

Mazhar ÖZSARUHAN
Latest posts by Mazhar ÖZSARUHAN (see all)