Uluslararası İlişkiler ve Sözleşmecilik Kuramı
Sözleşme kuramcıları önerdikleri sözleşmeye geçerlilik kazandırmak için sözleşmeyi bütün zamanlar için geçerli, herkes tarafından kabul gören bazı ahlaki ön kabüllerden ve konsensus şartından hareket etmek zorundadır. Oysa günümüzde çıkar çelişkilerinin ve çatışmalarının yaşandığı toplumda herkes tarafından kabul gören ahlaki kurallar ve kosensus şartının toplumsal temeli olmadığı için, sözleşmeciler topluma hakim olan çelişkileri ve çatışmaları bir takım idealist soyutlama yöntemiyle aşmaya çalışıyor. Örneğin iki farklı liberal gelenekten gelen yeni kurumculuk ve benim ahlakçılık ve sözleşmecilik olarak tanımladığım Kantçı liberal akım, birbirinden oldukça farklı ahlaki ilkelerden hareket etseler de, özel mülkiyet ve pazar ilişkileri temelinde farklı ekonomik politikalar savunsalar da, uluslararası ilişkilerin yeniden düzenlenmesi için önerdikleri araç konusunda aynı noktada buluşuyorlar: idealist konstrüktivist yöntemlerle ulaşılmış, bütün zamanlar için geçerli olduğu düşünülen bir sözleşme.
Yeni kurumculuğa göre devletlerin toplumsal yaşamın bütün alanlarından ellerini ve ayaklarını çektikleri, sadece ekonomik kurumların, yani tekellerin etkin olduğu, ahlaki bakımdan yararcılık ilkesinin mutlak hüküm sürdüğü bir dünyada “hakem sözleşmeleri”[2] dünya barışını güvence altına almalıdır. Kant’ın deontolojik ahlak ilkesinden haraket eden ahlakçı ve sözleşmeci geleneğe göre ise özel mülkiyet kurumuna ve pazar ilişkilerine dokunmamak koşuluyla devlet pazarların sağlayamayacağı “sosyal adaleti” gerçekleştimek için ekonomik alana müdahale etmelidir. Bu durumda dünya barışını sağlayacak olan sözleşmeler ekonomik kurumlar tarafından değil, John Rawls’a göre halklar tarafından (2000: 23-30), Otfried Höffe’ye göre ise devletler tarafından imzalanmalıdır (2002: 308-314). Burada ne yeni kurumculuğun, ne de Höffe ve Rawls’un önerdiği sözleşme kuramlarının ayrıntılarına girmemize olanak var. Sözleşme kuramı nasıl gerekçelendirilmiş olursa olsun, hangi ahlaki ilkelerden, ekonomik ve politik düşüncelerden haraket edilirse edilsin, burada önemli olan, bütün sözleşmeci akımların eninde sonunda toplumsal koşulları, rekabetleri ve çatışmaları, kısacası konsensus ilkesini temel edinmek zorunda olan sözleşmelerin arkasında saklı olan iktidar ilişkilerini bir takım düşünsel yöntemlerle aşmak istemeleridir.
Luxemburg, sözleşmeciliğe yönelik esaslı bir eleştiri formüle ediyor. Bu eleşitirisini Avrupa düşünce tarihinde ta Heraklitos’a kadar varan ve meta analizine kadar indirgenebilecek derin bir geleneğe ve bilimsel analizlere dayanarak formüle ediyor. Bu eleştirinin arka planının anlaşılması için buraya kısaca aktaralım.
Devlet gibi toplumsal politik kurumların ortaya çıkmasında, savaş ve barışın ilan edilmesinde sözleşmenin önemli bir rol oynamadığını 18. yüzyılda David Hume, Adam Smith ve Adam Ferguson tarihsel ve sosyolojik olarak gerekçelendirmişlerdi. Bundan başka Montesquieu ve Hegel tarafından da bu konuya ilişkin benzer düşünceler formüle edilmişti. Luxemburg’un sözleşmeciliğe yönelik eleştirisini formüle ederken bütün bu geleneği ne oranda göz önünde bulundurduğunu kestirmek mümkün değil. Ama eleştirisini formüle ederken eserlerini çok yakından tanıdığı ve bu geleneğin en modern temsilcileri olan Adam Smith ve Karl Marx’a dayandığını kesin olarak söyleyebiliriz.
Sözleşmeciliğe yönelik temel eleştirisini formüle ederken, Luxemburg en az iki temel düşünceden hareket ediyor. Birinci düşünce Marx ve Engels tarafından dile getirilmiştir. Bu düşünceye göre bir hukuksal ilişki biçimi olan sözleşme tam olarak meta üretimine dayalı bir toplumda geçerlilik kazanabilir (Wesel, 1990: 716-719). İkinci düşünce Thomas Hobbes’dan esinlenen ama aynı zamanda onun iktidar ilişkilerine mekanikçi yaklaşımını da eleştiren Adam Smith tarafından formüle edilmişti. Bu düşünceya göre pazar ilişkileri, sözleşmecilik temelinde biçimsel eşitliğe dayalı ilişkileri şart koşsa da, kaçınılmaz olarak iktidar ilişkileridir. Bundan dolayı Smith pazar ilişkilerini analiz ederken hükmetme (“command”), değişim gücü (“power of exchanging”) ve herkesin bu hükmetme veya değişim gücüne göre zengin veya yoksul (“rich or poor”) olduğundan bahsetmektedir (1981: 47, 31, 47). Bu tür tarihsel saptamaları genel saptamalar olmaktan kurtarmak için Marx kendi analizleriyle derinleştirmiş ve bilimsel olarak temellendirmiştir. “Böylece, bir sözleşmede ifadesini bulan bu hukuksal ilişki, bu sözleşme, gelişmiş bir yasal sistemin bir parçası olsun ya da olmasın, iki irade arasındaki bir ilişkidir ve bu haliyle iki insan arasındaki, gerçek ekonomik ilişkinin yansımasından başka bir şey değildir. (1986: 100).”
Marx bu ekonomik ilişkiyi değişik düzeylerde analiz etmiştir. Meta analizinde aslında ihtiyaçları gidermek için kullanım değeri üreten emeğin kapitalist toplum koşullarında öncellikle değişim değeri de üreten bir etkinliğe dönüştüğü sonucuna ulaşıyor. Bu üretken etkinliğin, yani emeğin üretkenliğinin artmasına kullanım değeri açısından baktığımızda toplumun zenginleştiğini görürüz. Çünkü örneğin bir çeketle ancak bir insanı giyindirebiliriz, iki ceket ile iki insanı. Ama konuya değişim değeri açısından baktığımızda toplumun yoksullaştığını saptamak durumunda kalırız. Çünkü emeğin üretkenlik gücünün artması sonucu iki ceket üretilebildiği için, ceketin değişim değeri yarıyarıya düşmüştür (1986: 60-61). Marx metanın kullanım değeriyle değişim değeri arasındaki bu çelişkili durumu daha üst kategorilerde incelediğinde uluslararası ilişkiler açısından bazı sonuçlar çıkarabiliceğimiz saptamalara varmıştır.
Luxemburg’un arka planı açısından öğretici olan saptamalarından birisinde Marx, ilk olarak 1939 yılında Moskova’da yayınlanan Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie’nin bir yerinde meta, para ve uluslararası ilişkiler arasında bütünlüklü diyalektik bir bağ kuruyor. Kuşkusuz Grundrisse Luxemburg’un 1919 yılında öldürülmesinden sonra yayınlanmıştır. Bundan dolayı okumuş olması mümkün değil. Ama Marx benzer düşünceleri Luxemburg’un yaşadığı dönemde yayınlanmış olan eserlerinde aynı çarpıcılıkta olmasa da değişik biçimlerde dile getirmiştir. Örneğin Das Kapital’in birinci bölümünde sunmuş olduğu meta analizinden bile benzer sonuçlar çıkarmak mümkündür. Ne diyor Marx Grundrisse’de? “Para en sabit biçimiyle bir metadır ve bir şey olarak diğerlerinden değişim değerini daha mükemmel bir şekilde ifade ettiği için ayrılmaktadır, özellikle bundan dolayı sikke olarak kendi iç değerini saptayan değişim değerini kaybediyor ve sadece kullanım değerine dönüşüyor – bu kullanım değeri metaların fiyatlarını vs. saptamak amacını gütse bile. Bu belirlemeler daha dolaysız olarak biraraya geliyorlar ama aynı zamanda daha dolaysız olarak birbirlerinden kopuyorlar. Bu belirlemelerin kendi başlarına birbirlerine karşı olumlu davranmaları durumunda, tüketimin nesnesi durumuna gelen metalarda olduğu gibi, ekonomik sürecin parçası olmaktan çıkıyor; parada olduğu gibi olumsuz olması durumunda çılgınlığa dönüşüyor; ama ekonominin bir parçası olarak halkların pratik yaşamını belirleyen (bir,- DG) çılgınlık…” bu (1974: 179-180).
Sözleşmecilik kuramına yönelik eleştirisini formüle ederken Luxemburg’un bütün çabası, sözleşme kuramcılarının görmediği veya gözardı ettiği veya sırf idealist yöntemlerle aşmaya çalıştığı ama sözleşmelerin temelini oluşturan ahlaki ön kabülleri ve konsensus şartını tersine çeviren çelişkili ontolojik bir alt yapının olduğunu göstermektir. Örneğin Barış ve Hakem Sözleşmeleri (Friede und Schiedsverträge) başlıklı yazısında bu konuya ilişkin eleştirisini şöyle formüle ediyor: “… geleceğin barışı ne bir kağıt parçasıyla güvence altına alınabilir, ne de ‘iyi istek’ ve kapitalist diplomatların hukukçu ‘ahlakıyla’. Bu kağıt parçası uluslararası hukukun en güzel cümleleriyle ve hakem sözleşmeleriyle yazılı olsa bile. Herhangi bir emperyalist eşkiya çetesinin istemesi durumunda her an kurşunlanarak ateşe atılabilecek ve duman ve alevler içinde uçup yok olabilecek bir kağıt parçasıyla” güvence altına alınamaz bu barış (1990d: 229).
Tabi bu eleştiriyi formüle etmekle sözleşmelerin varlığını reddetmiş olmuyor Luxemburg. Sözleşmeler mümkündür ve bunlardan yığınla vardır. Ayrıca kapitalist-emperyalist çağda uluslararası çatışmaların çözülmesi konusunda bunların belli bir işlevi de vardır. Bunu gözardı etmek gerçekliği görmemek anlamına gelir. Ama sözleşmeler tek paradigması yayılmacılık olan kapitalist hükümetlerin araçlarıdır; arkalarında çok yönlü, ontolojik bakımdan yüklü maddi çıkarlar ve güçler saklıdır. Sözleşmeler barışı güvence altına alıyormuş gibi gözüktükleri durumlarda bile bu barış söz konusu sözleşmeler imzalanmadan da mümkün olabilir. Çünkü sözleşmeler sadece o anki iktidar ilişkilerini dile getirmektedirler. Luxemburg’a göre sorun, bunların varlığı veya oynadıkları rolü reddetmek sorunu değildir. Ona göre sorun, bu akımların sözleşmeleri gerçek barış mücadelesinin yerine geçirmesidir (1990d: 228). Uluslararası ilişkilerde yaşanan sorunları ve çatışmaları ontolojik alt yapısından koparıp ideolojik alana sıkıştırmalarıdır. Ama sözleşmelerin temelini oluşturan güç dengeleri değiştiği andan itibaren imzalanmış olan sözleşmelerin, yapılmış olan anlaşmaların temelleri de ortadan kalkmış oluyor. Bu durumda imzalanan sözleşmelerin veya yapılan anlaşmaların geçerliliği de sorgulanır doğal olarak. Bernstein’e karşı kaleme aldığı Küçük Burjuva mı, Proleter Dünya Politikası mı? (Kleinbürgerliche oder proletarische Weltpolitik) başlıklı yazısının, Heraklitos’un ırmak örneğini andıran bir yerinde şöyle diyor Luxemburg: “Şimdiye kadar ihlal edilmemiş emperyalist karakterli tek bir uluslararası devlet sözleşmesi var mıdır? Sadece uluslararası koşulların sürekli bir akım halinde olduğunu, değişimin, oluşumun ve yok oluşun, gelişimin ve hareketin bu alanda da yasa olduğunu bilmeyenler kapitalist devletler arasındaki sözleşmelerin değişmezliğine ve dokunulmazlığına inanabilir (1990c: 29).”
Toplumsal ilişkilere hakim olan ve meta ilişkilerinden kaynaklanan çelişki ve “çılgınlık”, toplumsal ilişkileri düzenleyen bir araç ve kurum olarak sözleşmeleri hem zorunlu hale getiriyor, hem de anlamsız kılıyor. Çelişkilerin ve dolayısıyla çılgınlığın hüküm sürdüğü bir toplumda sözleşmelerin zorunlu olması, karşılıklı güven ilişkilerinin olmamasından kaynaklanıyor. Çünkü güvensizliğin hakim olduğu bir toplumda sözleşme bir güvence olarak görülmektedir. Ama aynı durum sözleşmeleri anlamsız kılıyor. İçinde çelişkilerin ve çılgınlığın hüküm sürdüğü bir toplum, gerek kendi içinde, gerekse diğer halklar veya uluslarla ilişkisinde akılcı ve konsensücü ahlaki ilkelere dayalı ne kadar sözleşme yaparsa yapsın, böyle bir toplum, kendi içindeki çelişkilerin ve çılgınlığın kaynağını kurutmadığı sürece, yapmış olduğu sözleşmelerin gereklerini ve yükümlülüklerini ne içte, ne de dışta tam olarak yerine getirebilir. Bunun sonucu bağımsızmış gibi gözüken üçüncü bir kuruma, devlete ihtiyaç vardır. Yani devlet toplumsal ilişkilere hakim olan çelişki ve çılgınlığın politik olarak en yoğun bir biçimde dışa vurumundan başka bir şey değildir. Böylece uluslararası ilişkilerin temel aktörü olan devletlerin akılcı temellere dayalı sözleşme yapması ve bunun gereklerini yerine getirmesi mümkün değildir. Yani Luxemburg’a göre iç ve dış ilişkiler arasında diyalektik bir bütünlük vardır. Bundan dolayı şöyle diyor 20. yüzyılın başlarında yaşanan uluslar arası sömürgeci çatışmaları kastederek: “Bu, uluslar arasında dünya politikası çerçevesinde yaşanan gelişmeler kapitalizmin iç gelişmelerinin sadece öbür yüzünden başka bir şey değildir, sosyalist devrim amacımız bu iç gelişmelere dayanmaktadır (1990c: 29).” Sosyalist bir devrim sonucu iç barışın sağlanması durumunda hem içte, hem de dışta güvene dayalı ilişkiler kurulabilecektir. Bu durumda toplumsal ilişkilere hakim olan çelişkilerin, çılgınlığın ve güvensizliğin sonucu olan ne sözleşmelere, ne de bunlara geçerlilik kazandıran politik ve hukuksal toplumsal kurumlara ihtiyaç kalacaktır.