Rosa Luxemburg’un eleştirel gerçekçiliği ve uluslararası siyaset kuramının temelleri*

Luxemburg ve Gerçekçilik

Yukarıda Rosa Luxemburg’un sözleşmeciliğe ve ahlakçılığa yönelik eliştirisini gerçekçiliğe dayanarak tarihsel ve ontolojik bir açıdan formüle ettiğini göstermeye çalıştık. Uluslararası siyaset kuramının sorunlarına bu açıdan yaklaştığımızda ne sözleşmeciliğin, ne de ahlakçılığın temel alınması mümkün. Çünkü bu iki akım uluslararası ilişkilerde çıkar birliği ilkesinden hareket etmek zorunda. Oysa Luxemburg’a göre kapitalist-emperyalist çağda uluslararası ilişkilerde çıkar birliği değil, birbiriyle sürekli çatışma ve çarpışma halinde olan çıkar ve iktidar alanları vardır. Bu saptamayı yapmakla Luxemburg sanki uluslararası siyaset kuramında iddialı olan ve aslında bugün devletlerin bütün karar mercilerinde tartışmasız hakimiyeti olan gerçekçilikle buluşuyor gibi gözüküyor. Ama bu kanı ancak ilk bakışta oluşabilecek bir şeydir. Luxemburg’un uluslararası siyaset kuramına temel olarak önermiş olduğu ilkeyi tam olarak açıklayabilmek için, gerçekçilik içinde var olan iki akım, yani pozitivist gerçekçilik ve eleştirel gerçekçilik arasında ayrım yapmamız gerekiyor. İlk bakışta küçük bir kelime oyunuymuş gibi gözüken ama yakından baktığımızda hiçte öyle olmadığı anlaşılan bu iki akım arasındaki farkı kısaca şöyle özetleyebiliriz: ister politik ister ahlaki bakımdan gerekçelendirilmiş olsun, pozitivist gerçekçilik gerçekliğin başka türlü olmadığı ve olamayacağı ilkesinden hareket eder ve hüküm süren durumu ebedileştirir. Eleştirel gerçekçilik ise pozitivist gerçekçilik gibi hüküm süren koşulları eleştirel anlamda olduğu gibi alır, ama bundan farklı olarak bu koşulları köklü olarak aşmayı amaçlar.

Silahsızlanma sorununu tartıştığı ve bu bağlamda kendisini açıkça gerçekçi pratik politikacı olarak tanımladığı 1911 yılında yayınlanan Politik Durum ve Sosyaldemokrasi (Die politische Lage und die Sozialdemokratie) başlıklı yazısında Luxemburg özellikle bu iki gerçekçilik arasındaki ayırımı ele alıyor. İlk olarak aşağıda ele alacağımız bazı konulara şimdiden değinme pahasına da olsa yazının kısa bir bölümü buraya aktaralım. Bu iki gerçekçi akım arasındaki farkı şöyle tanımlıyor Luxemburg: “Evet, bize, halkların bir arada canavar gibi yaşaması insanın doğasından kaynaklanıyor, deniyor. Biz insanın doğasının ne olduğu konusunda başka bir düşüncede olma hakkını görüyoruz kendimizde. İnsanın doğası bütün halkların ve ırkların barış, dostluk ve kültür dayanışması içinde yaşamasını gerektirmektedir. Ama kapitalist toplum hüküm sürdüğü sürece bu mümkün olmayacaktır. Bu ancak işçi sınıfının idareyi ele alması ve kapitalizmi defetmesinden sonra mümkün olacaktır. Bundan dolayı biz devrimci olduk, çünkü ancak bugünkü düzenin devirilmesiyle bir temel yaratılacağından eminiz. Bundan dolayı biz gerçekçi pratik politikacıyız. Kapitalizm varolduğu sürece, yönetimi kendi elimize almadığımız sürece silahsızlanmadan bahsetmek mümkün değildir (1990c: 75-76; vurgular bana ait).”

Luxemburg’un bu cümlelerinde dile getirdiği pozitivist gerçekçilik ile kendi eleştirel gerçekçiliği arasındaki farkı, Irak sorunu bağlamında şöyle açıklayabiliriz. Özellikle ikinci dünya savaşından bu yana gelişmiş olan uluslararası hukuka rağmen Irak’ın ABD ve ittifak güçleri tarafından işgal edilişinin nedenini açıklamak yerine, pozitivist gerçekçilik ilkesine sadık kalacak olunursa, bu bir insanlık halidir, dünyanın gidişatı budur, deyip işin içinden çıkmak mümkünken, eleştirel gerçekçilik, bu bugün bir insanlık halidir, dünyanın gidişatı bugün böyledir, ama bunun böyle olması gerekmiyor, saptamasından hareket ederek, gerçekliğin esaslı olarak değiştirilmesi için gerekli olan araç ve yöntemleri geliştirmeye ve bu değişimin taşıyıcısı olabilecek güçleri saptamaya çalışır.

Bir eleştirel gerçekçi olan Luxemburg ele aldığı bütün sorunlarda bu ilkeyi temel ediniyor kendisine. Ama Luxemburg’un eleştirel gerçekçiliği, 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan ve daha çok doğa bilimlerinde, ontoloji ve epitemolojide etkisini göstermiş olan eleştirel gerçekçilik ile karıştırılmamalıdır. 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan eleştirel gerçekçilik özün olup olmadığı, varsa, tanınıp tanınamayacağı konusunda Humecu ve Kantçı geleneğe dayanarak şüheci ve idealist bir duruş sergiler. Luxemburg’un eleştirel gerçekçiliği diyalektik materyalizm geleneği içerisinde görülmesi gereken ve var olan her şeyin bir özü olduğu ve bunun tanınıp açıklanabileceği ilkesinden hareket ediyor.

Luxemburg’un yazılarında pozitivist gerçekçiliğin iki biçimini eleştirdiğini görüyoruz. Bunlardan biri açıkça devlet ideolojisi olan ve hüküm süren iç ve dış politikayı savunan resmi pozitivist gerçekçiliktir; diğeri sözleşmeci ve ahlakçı gelenekten gelen ve yapmış olduğu reform önerilerinden dolayı eleştirelmiş gibi görünen ama bu önerilerinde var olan sistemin paradigmalarına sıkışıp kaldığı için bir noktadan itibaren resmi pozitivist gerçekçilikle buluşan reformcu pozitivist gerçekçiliktir.

Doğan GÖÇMEN