Rosa Luxemburg’un eleştirel gerçekçiliği ve uluslararası siyaset kuramının temelleri*

Reformcu pozitivist gerçekçiliğin eleştirisi

20.yüzyılın başlarında Bernstein’ın isminde simgeleşen reformcu pozitivist gerçekçiliğin Marxizm’le özel tarihsel bir ilişkisi var. Bundan dolayı Luxemburg’un eserlerinde, konuşmalarında ve yazılarında bu akımla yürütmüş olduğu tartışma özel bir yer tutuyor. Rosa Luxemburg’un resmi pozitivist gerçekçiliğe yönelik eleştirisi bir çok bakımdan reformcu pozitivist gerçekçilik için de geçerli.

Bernsteincilik Almanya’da özgün koşullarda ortaya çıktı. Luxemburg Boş Cevizler (Hohle Nüße) başlıklı yazısında bu koşulların iyi bir anlatısını sunuyor. Alman burjuva basınında 19. yüzyılın sonlarında 20. yüzyılın başlarında “Marxizm öldü”, “Marxizm aşıldı” iddiasında bulunan bir yayın dalgası baş göstermiştir. Ama bu dalga bugün bizlerin yaşadığı ağır bir tarihsel yenilgiden sonra ortaya çıkan bir olgu değildir. Aksine, işçi sınıfı hareketinin giderek yayılması sonucu kitlesel pratik bir güce dönüşmeye başlayan, yani yükselmekte olan Marxizme karşı ortaya çıkan ve Luxemburg’un “diplomalı körlük” olarak tanımladığı çaresizlik içinde çırpınışın dışa vurumu olan bir saldırıdır bu. “Bütün burjuva gazeteleri, dergileri ve bir yığın ince ve kalın kitap laçkalaşmış (aynı,- DG) nağmeden” çalıyor: “Sosyal Demokrasi’nin krizi ve Marxizmin aşılması” (1990: 489). “Bilindiği üzere Marx’ı aşmak uzun zamandan beri Alman profesörlerinin sevgili uğraşı ve Almanya’da özel profesörlük (elde etmek,- DG) için denenmiş başvuru aracıdır. Dahası; Almanya’da sosyal bilimlerde son 25 yıllık gelişme göz önünde bulundurulduğu taktirde, bu gelişmenin Marx’ı aşmaktan, tek güdüsünün Marx’ın öğretisini yadsımaktan başka bir şey olmadığını göreceğiz (1990: 489).”

Reformcu pozitivist gerçekçilik uluslararası Marxist hareket içinde Almanya’da bu koşullar içinde ortaya çıktı ve yayıldı. Temel ilkesi, Luxemburg’un kısaltıp yeniden formüle ettiği Bernstein’ın “amaç, ne olursa olsun, bana göre hiç bir şey, hareket her şeydir” cümlesinde ifadesini buluyor (1990: 370). Bernstein bu ilkesini ilk olarak Die Neue Zeit’ın 1897/98 yılında yayınlanan birinci cildinde (s.556) formüle etti. Orada tam olarak şöyle diyor Bernstein: “Ben açıkça itiraf ediyorum: ekseriyetle ‘sosyalizmin amacından’ ne anlaşıldığı konusunda benim anlayışım ve ilgim oldukça kıt. Bu amaç, ne olursa olsun, bana göre hiçbir şey, hareket her şeydir (Luxemburg, 1990: 240; yayına hazırlayanların ikinci dip notuna bakınız).” Bernstein 1898 yılında yayınladığı Sosyalizmin Ön Koşulları ve Sosyal Demokrasinin Görevleri (Die Voraussetzungen des Sozialismus und die Aufgaben der Sozialdemokratie) kitabında bu ilkeye hala sadık kaldığını yazdı. 1920 yılında, birinci dünya savaşından iki yıl sonra kitabının yeni baskısına yazdığı önsözde özellikle uluslararası ilişkiler üzerine yazdığı şeylerin geçerliliğini yitirdiğini ama geliştirdiği genel ilkelerin hala geçerli olduğunu iddia ediyor (1969: 11). Yani Bernstein kitabında formüle etmiş olduğu genel ilkesini sorgulamadan, bunun doğal sonucu olan uluslararsı ilişkiler konusunda savunmuş olduğu ilkelerin geçersizleştiğini düşünüyor (1969: 172-173; ilgili dip nota bakınız).

Bernstein yukarıdaki ilkesini formüle ederken Marxist kuramın iç “çelişkilerini” çözmek, “kuramsal bütünlüğünü” sağlamak ve böylece teori ile pratik arasında kaybolan uyumu yeniden kurmak istediğini iddia ediyor. Yani Marxist öğretiyi geliştirmek istiyor ve bunu Marxist öğretinin bazı unsurlarının eleştirisiyle başlatıyor (1969: 46). Bernstein’a göre Marxist öğreti hala ütopiktir. Bundan dolayı “…sosyalist teorideki ütopik kalıntılara karşı mücadele ederek sosyalist hareket içinde gerçekçi ve idealist unsurları aynı oranda güçlendirmek” istemektedir (1969: 14). Ama Bernstein bunu Marxizm içinde sentezleştirilmiş olan gerçekçiliği ve idealizmi birbirinden kopararak ve aşılmış olan hareket ile amaç arasındaki ikilemi yeniden kurarak yapmak istiyor. Bir rastlantı olmasa gerek; yeni kantçılardan F.A. Lange’ye dayanarak Bernstein bunu felsefi bakımdan Marxizmin ‘kalbi’ durumunda olan maddeci diyalektik yöntemin eleştirisiyle başlatıyor, bunu doğrudan Hegelci diyalektik yöntemin eleştirisiyle birleştiriyor ve böylece Kant’ın Salt Aklın Eleştirisi’nde önermiş olduğu ikilemci yaklaşıma geri dönüyor.

Kant’ın bu ikilemci yöntemi, Salt Aklın Eleştirisi’nde geliştirdiği büyük yöntemsel ve kavramsal yapının ayrıntısına girmeden şöyle özetlenebilir. Kant’ın ikilemci yaklaşımına göre, gerçeklikte karşılaştığımız olguları sınıflandırmak, değerlendirmek ve bunların bir sentezine ulaşabilmek için gerekli olan kategorileri olguların kendisinden kazanmamız mümkün değildir. Eğer bu kategorileri olguların kendisinden kazanacak olursak, kendimizi deneyimin sınırları içine hapsetmiş oluruz. Kant’a göre deneyimin sınırlarını aşmak için olguları sınıflandırmak, değerlendirmek ve bunlar arasında bir senteze ulaşabilmek için gerekli olan kategorileri olguların kendilerinden değil akılda (Alm. Verstand, İng. Reason) aramamız gerekmektedir (1998: 93). Bu kategoriler, boş da olsa, akılda, yani gerçeklikte karşılaştığımız olgulardan önce, deneyimden bağımsız, önsel (apriorik) olarak verilmiştir. Bundan dolayı Kant bu kategorilere “salt aklın” kategorileri veya kavramları demektedir. Gerçeklikte karşılaştığımız olgular ise bize, Kant’a göre içgüdüsel bir yeti olan görüş (Alm. Anschauung, İng. Intuition) tarafından verilmektedir (1998: 93). Böylece Kant gerçeklik ile düşünce arasında bir ikilem kurmuş oluyor. Kant’a göre bu iki dünya arasında iletişim kuran merci düşünsel bir araç olan imgelem veya hayalgücüdür (1998: 192). Akılda önsel olarak verilmiş olan bu kategoriler, imgelem aracılığıyla sınıflandırılmak, değerlendirilmek ve aralarında bir senteze ulaşılmak istenen olguların düşünsel çerçevesini oluşturuyor. Yani Kant’a göre gerçeklikte karşılaştığımız ve özünün anlaşılması mümkün olmayan olguların sistemleştirilmesi, değerlendirilmesi ve sentezleştirilmesi için gerekli olan kategorileri, birbirine köken bakımından yabancı olduğuna inandığı iki farklı kaynaktan kazanabileceğimizi düşünüyor. Dış dünya ile iç dünya arasında nesnelci-öznelci diyalektik bir bağ kurmak yerine, öznelci-idealist yaklaşımından dolayı dış dünyayı istediğimiz gibi, keyfi olarak şekillendirebileceğimizi düşünüyor. Bu iddiasının doruk noktasını, doğa yasasının kaynağı akıldır, saptaması oluşturuyor (1998: 231). Böylece Kant deneyimlerin sınırlarını aşmaya çalışırken deneyimin sınırları içine sıkışıp kalıyor. Deneyimin sınırlarını aşmak isterken deneyime düşünsel bir sınır koymuş oluyor.

Bernstein, Marx ve Hegel’in diyalektikçi yöntemini eleştirerek ulaştığı bu Kantçı yaklaşımı siyaset kuramına uyarlıyor. Yukarıda “sosyalist hareket içinde gerçekçi ve idealist unsurları aynı oranda güçlendirmek” olarak tanımlamış olduğu amacının arkasında bu Kantçı ikilemci yönteme geri dönme isteği vardır.

Luxemburg’un, reformcu pozitivist gerçekçiliğe yönelik eleştirisi uluslararası Marxist hareket için bugün bile, sadece kuramsal bakımdan değil aynı zamanda günlük politik mücadele için son derece yaşamsal bir öneme sahip. Marx ve Engels felsefi kuramlarıyla, politik öğretileriyle, toplum ve devlet teorileriyle Avrupa düşünce tarihinde süregelen bir çok ikilemciliğin aşılmasına katkıda bulunmuşlardır. Eserleri bir anlamda bir çok bakımdan bu konuda gösterilen düşüncel çabaların doruk noktasını oluşturuyor. Felsefi alanda madde ve düşünce, bilgibilim alanında deneyim ve akıl, etkinlik kuramı çerçevesinde hareket ve amaç veya zorunluluk ve özgürlük, siyaset kuramı çerçevesinde gerçeklik ve ütopya gibi kategoriler Marx ve Engels’in geliştirmiş olduğu ucu açık sistem çerçevesinde birbirlerinden kopuk olgular olmaktan kurtarılıp aralarında sistemli ve bütünlüklü diyalektik bir ilişki olan, birbirini şart koşan, sadece düşünsel değil aynı zamanda gerçekle doğrudan ilişkili olan kategoriler olarak kurgulanmıştır. Dünya sosyalist hareketi bu öğretiye dayanarak bir çok proğramatik sorunu nihayet çözme şansına kavuşmuştur. Politik mücadele çerçevesinde günlük politik mücadeleyle nihai amaç arasındaki ikilemci ilişkinin çözümü de bunlardan birisidir. “Doğrudan pratik etkinlik ile nihai amacın birbirleriyle nasıl uyumlu hale getirileceği sosyalist hareketin ezelden beri temel sorunu olagelmiştir. Bu sorunun çözümleniş biçimine göre sosyalizm içinde ‘okullar’ ve akımlar oluşmuştur. Ve sosyal demokrasi nihai devrimci amaç ile günlük pratik bir etkinliği birbirleriyle başarılı bir şekilde birleştirmesini bilen ilk sosyalist parti oldu ve böylelikle geniş halk kitlelerini mücadelenin içine çekebilmiştir. Bu özgün ve başarılı çözüm nerede yatmaktadır? Kısa ve genel olarak: pratik mücadelenin proğramın genel ilkelerine göre şekillendirilmesinde (1990: 229).”

Luxemburg, Bernstein’ın yukarıya aktardığımız ilkesini eleştirirken Marx’ın öğretisine dayanılarak elde edilen bu tarihsel kazanımın tahrip edilmek istendiğinden yola çıkıyor. Luxemburg’a göre Marx’ın çabaları sonucu işçi sınıfı tarihte ilk kez kapitalist toplumun ekonomik eğilimini ve politik süreçlerini anlama şansına kavuşmuştur. İşçi sınıfının bundan böyle hem “genel seferberlik planını” hem de “politik amacının ayrıntılarını” bir takım ahlaksal ilkelerle değil, kapitalist toplmun ekonomik eğilimi ve politik süreçleriyle ölçmesi gerekir. “Marx’dan önce işçi sınıfı tarafından yürütülen bir burjuva politikası ve devrimci sosyalizm vardı. İlk olarak Marx’tan beri ve Marx’tan dolayı kelimenin ikisinin de tam anlamıyla aynı zamanda devrimci gerçek-politika olan sosyalist işçi politikası vardır (1990a: 373).” Bundan dolayı işçi sınıfının Bernstein gibi “mütereddi düşünürün” önermiş olduğu “Amaç bana göre hiç bir şey, hareket her şeydir” ilkesi yerine Marx’ın geliştirmiş olduğu bilimsel enternasyonalist devrimci ilkelere dayanması gerekir. Çünkü insanın insan tarafından sömürülmediği yeni bir dünya düzeni kurmak isteyen bir hareket için günlük politik mücadele ne kadar yaşamsal bir önem arzediyorsa, bu mücadelenin kapitalist sistemin içsel analizi ve eleştirisinden kazanılmış olan ve “mücadelenin ruhu” anlamına gelen sosyalist bir amaç tarafından yönlendirilmesi de o kadar önemlidir. Aksi taktirde genel bir amaç perspektifi olmayan veya bunu yitirmiş olan bir hareket nereye gideceğini bilmeyen bir hareket olup çıkar. Bütün devrimci ruhunu kaybeder ve sistemin çarkları arasında un ufak olup erir gider. Bundan dolayı Luxemburg Bernstein’ın ilkesinin karşısına kendisininkini koyuyor: “nihayi amaçla ilişkilendirilmemiş hareket, kendi başına amaç olan hareket bana göre hiç bir şey, nihai amaç bize göre her şeydir” (1990: 241).

Bernstein ile Luxemburg arasında geçen tartışmanın ne anlama geldiğini, ilkesel bakımdan birbirlerinden ne oranda ayrıldıklarını anlayabilmek için, her birinin kendi ilkesinden yola çıkarak uluslararası ilişkiler bakımından çıkarmış oldukları sonuçlara bakmakta yarar var. Çünkü her ikisi de geliştirmiş oldukları ilkelere sonuna kadar sadık kalıyor. Bernstein hareket ile amaç arasında kurmuş olduğu ikilemden dolayı kendisine kapitalist-emperyalist sistemi esaslı olarak eleştirme olanağı sunan düşünsel bir araçtan yoksun kalıyor ve Almanya’nın sömürgeci politikasını savunur duruma düşüyor. Luxemburg ise Marxist öğretiye dayanarak kapitalizmin içsel köklü eleştirisinden kazanmış olduğu nihai hedef perspektifinden kapitalistemperyalist paradigmayı esaslı olarak eleştirme olanağına kavuşuyor.

Bernstein, ilkesinin şövenizmle ilgisinin olmadığını savunsa da, hala enternasyonalist ilkeye sadık kaldığını ileri sürse de, bütün ulusçu “sosyalistlerin” düşmüş olduğu şövenist batağa düşüyor. İşçi sınıfının kurtuluş hareketinin ölümü anlamına gelen “ulusal” görevlerden bahsediyor. Böylece ulaşmış olduğu ‘ulusal birlik’ ilkesinden yola çıkarak sosyal demokratları devletin sömürgeci politikasını desteklemeye çağırıyor. “Eğer”, diyor Bernstein, “Almanya’nın çok büyük oranda sömürge ürünleri ithal ettiğini dikkate alacak olursak, bu ürünlerin en azından bir bölümünün kendi sömürgelerinden ithal edebileceği bir zamanın gelmesini arzu edebileceğimizi kendimize söylemek zorundayız (1969: 180).” “Buna ek olarak, vahşilerin ellerinde bulunan topraklar üzerinde sınırlı haklarının olduğunu kabul etmek gerekir. Sonuçta yüksek kültürün yüksek hakkı vardır (1969: 180).” Bernstein Avrupa merkezci bakış açısından ulaşmış olduğu “üst kültür”-“alt kültür” ilkesine dayanarak yerli halkların haklarını bu şekilde alaşağı ettikten sonra, ulusalcı bir tutum alıp Almanya’dan daha fazla sömürgesi olan diğer sömürgeci güçlere dönüyor ve ekliyor: “Toprak üzerinde tarihsel kullanma hakkı veren, fetih değil, kullanımdır (1969: 180).” Kantçı pozitivist açıdan “alt kültürlere” ve diğer emperyalist güçlere karşı Almanya’nın tarihsel hakkını gerekçelendirdikten ve böylece “sosyalist hareket içinde gerçekçi unsuru” güçlendirdikten sonra , Bernstein “sosyalist hareket içinde idealist unsuru” güçlendirmeye dönüyor. Bir ahlakçı öğretmen duruşu alarak Alman devlet yetkililerini uyarıyor: “sömürgeler elde ederken bunların değeri ve geleceği gözden geçirilmeli ve yerli halkın maruz kaldığı muamelelerin sürekli sıkı bir kontrole tabi tutulması gerekir, ama bunun dışında bu türlü edinimleri baştan kötü bir şey olarak görmek için neden yoktur (1969: 180).”

Luxemburg Marxist öğretiye dayanarak kapitalist-emperyalist dünya sistemine karşı formüle etmiş olduğu esaslı eleştiriden yola çıktığı için, Bernstein’nınkine taban tabana zıt bir sonucuna ulaşıyor. “Bernstein’ın beceriksizliği”, diyor Luxemburg, “bütün soruna ters bir açıdan yaklaştığını gösteriyor. ‘Hukuk’ ve ahlak ile modern emperyalizm gibi olguların ölçülmesi mümkün değildir. Eğilimini, köklerini, kapitalist gelişmenin son aşaması olarak tarihsel anlamını kavramak, sosyal demokrasinin görevi budur. Emperyalizmin kapitalist gelişmeyle olan ayrılmaz bağını, korku verici çirkinliğine rağmen veya daha çok tam da korku verici çirkinliğiyle bunun meşru çocuğu olduğunu, işçi sınıfına kavraması gerektiğini öğretmemiz gerekir. Ve (işçi sınıfının,- DG) bundan sonuç çıkarması gerekir; emperyalizme, savaşa, ülkelere yönelik haydutluğa, halkalara karşı uygulanan bezirganlığa, hukuk ihlalerine ve şiddet politikasına karşı ancak kapitalizme karşı mücadele ettiği taktirde, dünya politikasının halk katliamlarının karşısına sosyal devrimi koyduğu zaman savaşabilir. Ama emperyalist politika çerçevesinde çatışmalara çözüm aracı aramak ve aşılmış olanı geri getirmeye çalışarak (emperyalist-, DG) çoşkunluğa ve savlete[3] karşı direnmek istemek, proleter değil, küçük burjuva, çaresiz bir politikadır (1990c: 30).”

Doğan GÖÇMEN