Rosa Luxemburg’un eleştirel gerçekçiliği ve uluslararası siyaset kuramının temelleri*

Emperyalizm ve Yeni Kurumculuğun Eleştirisi

Yeni kurumculuk (New Institutionalism) bazan yanlışlıkla Adam Smith’den kaynaklandığı sanılan ama aslında kaynağı John Locke, Jeremy Bentham ve T.R.Maltus’un düşüncelerinde yatan ve 20. yüzyılda F.A.Hayek, Milton Friedman ve Robert Notzick gibileri tarafından kurulan yeni liberalciğin ekonomik düşüncelerinin sözleşme kuramıyla birleştirilerek uluslararası ilişkilere uyarlanması sonucu oluşan bir düşünce. Luxemburg’un sunduğu emperyalizm analizi ve eleştirisi yeni kurumculuğun olduğu gibi bir başka açıdan sözleşmeciliğin, ahlakçılığın ve pozitivist gerçekçiliğin eleştirisi olarak da görülebilir. Bu analizin ve eleştirinin iki temel amacı var. Bir taraftan kapitalizmin emperyalist aşamasında yayılmacılık, sömürgecilik, militarizm ve savaş gibi olguların iç kaynaklarını göstermeyi amaçlarken, diğer taraftan bunların köklü bir eleştirisini sunmayı hedef ediniyor. Luxemburg bunu yaparken ekonomiyi temel alıyor. Ama bundan Luxemburg’un ekonomistçi olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Luxemburg yukarıda bahsettigimiz olguları açıklamak için ekonomiyi temel alsa da, çağdaşları arasında yaygın olan ve başını Karl Kutsky, Eduard Bernstein, Max Adler ve Otto Bauer gibi mekanikçi düşünürlerin çektiği ekonomistçiliğe düşmüyor. Kapitalist toplumun emperyalist aşamasında ekonomik alt yapının analizinden kazanmış olduğu verileri ve çıkarmış olduğu sonuçları basit bir şekilde toplumun üst yapı kurumlarına uyarlamıyor. Eğitim ve ahlak, kültür ve sanat, edebiyat ve felsefe, politika ve din gibi toplumun üst yapı kurumlarına ilişkin özgün araştırmalarında ve gözlemlerinde bu verilerin ve sonuçların toplumun diğer alanlarında almış olduğu özgün biçimi ve bunların karşılıklı etkileşimini de göz önünde bulunduruyor.

Luxemburg emperyalizm olgusunu Marxistlerin gündemine getiren ilk düşünürlerden birisidir. 1910’lu yıllardan itibaren yapmış olduğu kuramsal çalışmalarının doğal olarak en önemli amaçlarından birisi, “kapitalist gelişmenin son aşaması olarak” tanımladığı emperyalizmin “tarihsel anlamını” açıklamak ve bunun “kapitalist gelişmeyle olan ayrılmaz bağını”, “korku verici” bütün “çirkinliğiyle” göstermektir. Bunu özellikle Sermaye Birikimi – Emperyalizmin Ekonomik Açıklamasına Bir Katkı (Die Akkumulation des Kapitals – Ein Beitrag zur ökonomischen Erklärung des Imperialismus) başlıklı temel ekonomik çalışmasında yapıyor. Emperyalizm olgusunu açıklamak için girişmiş olduğu kuramsal çalışmalarında Luxemburg, Rudolf Hilferding’in yaptığı gibi soruna yalnızca mali sermaye açısından yaklaşmıyor (bkz. Hilferding, 1947). Luxemburg Emperyalizm kitabında mali sermeyenin kapitalizmin emperyalist aşamada uluslararası ilişkiler bakımından oynamış olduğu belirleyici role dikkat çekiyor. Mali sermayenin emperyalist ülkelerin geri bıraktırılmış olan ülkeleri kendilerine bağımlı hale getirmek için önemli bir araç haline geldiğini vurguluyor (1990e: 367). Luxemburg, Lenin’in yaptığı gibi emperyalizmin özelliklerini açıklarken bunu sadece kapitalizmin son aşaması olarak da tartışmıyor (bkz. Lenin, 1960). Konuya ilişkin kaleme aldığı uzunlu kısalı değişik yazılarında yapmış olduğu saptamalarında Lenin ile hemen her konuda buluşuyor. Ama Luxemburg konu hakkında çalışmaları olan diğer Marxist düşünürlerden farklı olarak “yeniden üretim süreci” sorunundan yola çıkarak kapitalizmin emperyalist aşamasında ekonomi politikanın eleştirisini yazmak istiyor.  Luxemburg’un eserlerini yayına hazırlayanların doğru olarak belirttiği gibi, Luxemburg bu kitabında emperyalizmin özelliğini belirleyen ve kendisinin kuşkusuz bildiği tekel olgusunu temel almıyor (Lehmann, 1990e: 12*). Kitabında daha çok ekonomi politikanın 18. yüzyıldan 20. yüzyılın başlarına kadar olan gelişimini ve bunun eleştirisini ele alıyor. Bu, kapitalizmin emperyalizm aşamasının Das Kapital’ini yazmak gibi devasa bir projeyi gerçekleştirmek istiyormuş gibi bir izlenim bırakıyor okurun üzerinde. Ama Luxemburg’un, emperyalizm olgusunu açıklamasına tekel olgusunu temel alarak yaklaşmaması, kitabın günümüzde yaşanılan emperyalizm ve genel olarak ekonomi politika çerçevesinde yaşanan değişik tartışmalar bakımından ihmal edilebileceği anlamına gelmiyor.

Luxemburg kitabında bu alanda en az 250 yıldır birikmiş olan kuramsal ve ampirik bilgiyi işlemeye, ele aldığı sorundan yola çıkarak sistemleştirmeye çalışıyor. Sadece bu bakımdan bile kitap kendi başına bir değer arzediyor.

Yeni kurumculuk uluslararası ilişkilere yönelik temel düşüncesini geliştirirken sözleşmecilik ve pozitivist gerçekçiliğin geliştirmiş olduğu bazı kuramsal unsurları birleştirip kendi özgün düşüncesine ulaşıyor. Yeni kurumculuğa göre, BM, Dünya Bankası ve İMF gibi uluslarötesi kuruluşların yanınında uluslararası ilişkilerin temel aktörleri olan ulusal devletler içte ve dışta bütün alanlardan çekilmeli ve bu alanlarda ilişkilerin düzenlenmesini ekonomik aktörlere, tekellere bırakmalıdırlar. Yeni kurumculuğun önermiş olduğu bu yeni düzen çerçevesinde ulusdevletlere en fazla bir hakemlik görevi düşmektedir. Yeni bir akım olmasından dolayı Luxemburg’un yeni kurumculuğu direk eleştirmiş olması mümkün değildir. Ama değişik yazılarında geliştirmiş olduğu temel düşüncelerini yeni kurumculuğun eleştirisi olarak da okuyabiliriz. Luxemburg’un yukarıya aktarmış olduğumuz sözleşmeciliğe yönelik eleştirisi yeni kurumculuk düşüncesinin temelini oluşturan unsurlardan birisi olan sözleşmeciliğin eleştirisi olarak da okunabilir. Burada bu konu üzerine tekrar eğilmemize gerek yoktur. Geride iki temel düşüncesi kalıyor: yetkisi ve görevi en aza indirilmiş hakem devlet kuramı ve uluslarası ilişkilerin yeni aktörleri olarak önerilen tekeller. Luxemburg’un yazılarında bu konularda geliştirmiş olduğu düşüncelerine dönelim şimdi.

Luxemburg’a göre kapitalist-emperyalist koşullarda ne Rawls’un önerdiği halklar konfederasyonun, ne Höffe’nin önerdiği dünya cumhuriyetinin, ne de yeni kurumcuların önerdiği hakem devlet kuramının gerçekleşme şansı vardır. O da Lenin gibi (Lenin, 1960: 342-346), ekonomik, politik ve kültürel bir birlik olarak geliştirilmek istenen “Avrupa Birleşik Devletleri” projesi de hem gericidir hem de mümkün değildir. Bu proje ekonomik olarak mümkün değildir, çünkü birbirinden kıta bakımından kopuk ekonomik birliklerden hareket etmektedir. Oysa kapitalist üretim biçimi bütün dünyayı kapsayan, bütün parçaların karşılıklı içiçe geçtiği ve bundan dolayı bağımlı hale geldiği tek bir sistemdir. Bu ekonomik sistemi politik olarak kıtalara veya bölgelere göre parçalamak isteği, mümkün olmayan bir şeyi denemek anlamına gelmektedir. Buna rağmen kurulacak olursa, bu hem politik hem de kültürel bakımdan gerici olacaktır. Bundan dolayı Luxemburg’a göre sorun, bu projelerin desteklenmesi veya karşısında olma sorunu değildir. Luxemburg’a göre sorun bu türlü her bakımdan gerici olan projelerin karşısına sosyalist dünya projesini koyma sorunudur (1990b: 498-504).[4] Luxemburg bu sonuca bir dünya sistemi olarak kavradığı kapitalizmin emperyalist aşamasına ilişkin analizleri sonucu ulaşıyor. Bu analizinin iç boyutunun konusunu tekeller, artan militarizm ve keskinleşen sınıf mücadelesi oluştururken, dış boyutunun konusu bu içte yaşanan gelişmelerin dışa yansıması sonucu uluslararası alanda emperyalist ülkeler arasında kızgınlaşan paylaşım kavgası ve bunun sonucu artan militarizm ve savaşlardır.

Yeni kurumculuğun önerisinden yola çıkacak olursak, uluslararası alanda istediği gibi cirit atan, bir iktidar odağı olan ve devlet gibi örgütlenen tekeller arasında devletin hakemlik görevi görebilmesi için bunlara karşı yaptırım gücünün olması gerekir. Bu yaptırım gücünün ahlaki olamayacağını yukarıda Luxemburg’un devlet ve ahlak kuramından yola çıkarak açıklamaya çalıştık. Bu durumda devletin yaptırım gücünün sadece politik ve askeri değil, aynı zamanda diğer tekeller karşısında tam anlamıyla bağımsız olması için ekonomik yaptırım gücünün de olması gerekir. Bu durumda devletin kendisi de bir tekele dönüşecektir. Bu bağlamda iki olasılık vardır. Devletin diğer tekeller arasında söz sahibi olabilmesi için ya diğer tekeller gibi aşağı yukarı aynı güce sahip veya hakim olan bir tekel durumunda olması gerekir. Birinci durumda güçler dengesinden dolayı devletin diğer tekeller karşısında yaptırım gücünün olması mümkün değildir. İkinci durumda, yani tekellerin içinde hakim pozisyonunda olması durumunda diğer tekellerle olan ilişkisi karşılıklı iktidar ilişkisine dönüşecektir ki, bu durmda devletin diğer tekellerle hakem ilişkisi kurması mümkün değildir. Yeni kurumcuların önerisini bir an için kabul edip devletin gerçekten hakemlik yapabileceğini düşünelim. Bu, tekeller arasındaki iktidar ilişkilerini ve birbirleriyle yeni nüfuz alanları için yürüttükleri savaşları ortadan kaldırmayacaktır. Yeni kurumcuların önerdiği gibi bir an için devletlerin ellerini ayaklarını her şeyden çektiklerini ve sırf hakemlik görevi gördüklerini düşünelim. Bu durumda ulusal devletler bugün BM’in Irak savaşı ve işgali sırasında düşmüş olduğu duruma düşecektir. Bugün ulusal devletler arasında süren rekabet, insanlığı maceradan maceraya sürüklüyücek tekeller arası rekabete ve savaşlara dönüşecektir. Ve bunu, örneğin son olarak Alman tekeli Daimler ile ABD tekeli Crysler arasında yaşanan şirket evliliğinde de yaşadığımız gibi, ne yeni kurumcuların önerdiği, ne de başka bir sözleşme önleyebilir. Bu konuda, yıllarca “Alman Endüstrisinin Federal Birliği”nin (BDI) ve IBM’in Avrupa başkanlığını yapmış olan Henkel’in yeterince deneyimi olsa gerek, yukarıda bazı düşüncelerini tartıştığımız kitabının bir yerinde, büyük tekeller arasında “dışlama mücadelesinin” genel bir yasa olduğunu kabul ekmek zorunda kalıyor (2002: 221).

Yukarıda yeni kurumcuların spekülatif bir önermesini spekülatif olarak ele almak durumunda kaldık. Gerçeklikte devlet ve tekeller arası ilişkiler başka türlü gelişmektedir. Manifaktürcü kapitalist dönemin ekonomi politikasını yazan Smith bugün karşı karşıya olduğumuz duruma 18. yüzyılın son çeyreğinde bir eğilim olarak işaret ediyordu. Manifaktürcülerin devlet ve toplum karşısında kazanmış oldukları hegomonik pozisyonu Ulusların Zenginliği adlı eserinin bir yerinde şöyle tasvir ediyordu: manifatürcülerin “ bu tekeli onların bazılarının (hükmettikleri işçi,- DG) sayısını o kadar artırdı ki, sanki aşırı büyümüş bir ordu gibi hükümet için korku verici olmaya başladılar ve bir çok durumda yasamayı sindiriyorlar. Bu tekeli güçlendirmek için yapılan önerileri destekleyen parlameto üyeleri sadece ticaret anlayışlarının iyi olduğu konusnda üne kavuşacaklarından değil, aynı zamanda sayıları ve zeginliklerinin kendilerine büyük önem kazandırdığı insanların bir sınıfı aracılığıyla rağbet ve nüfuz elde edecekleri konusunda da emin olabilirler. Ama eğer onlara karşı çıkacak olursa ve hatta eğer onları engelleyecek yeterli oteriteye sahipse, ne en çok kabul gören dürüstlük, ne en yüksek rütbe, ne de en büyük kamu hizmeti onu küplere binmiş ve hayal kırıklığına uğramış tekelcilerin küstah zorbalığından kaynaklanan ne en utanç verici küfüre ve yermeye, ne kişisel hakarete, ne de bazan gerçek tehlikeye karşı koruyacaktır (1981: 471).”

Luxemburg 19. yüzyılın sonlarında 20. yüzyılın başlarında henüz yeni bir olgu olan ve kapitalizmin emperyalizm aşamasının belirtisi olan tekellere ilişkin Smith’in kapitalizmin manüfatürcü evresinde yapmış olduğu bir gözleme benzer bir gözlemde bulunuyor. 1899 yılında yayınlanan Tekelci Ekonominin Bir Sonucu (Ein Ergebnis der Kartelwirtschaft) başlıklı yazısında ilk defa ABD’de gözlemlenen tekellerin toplum ve devlet karşısında kazanmış olduğu hegemonik durum topulumu ve devleti bunların karşısında çaresiz bırakmıştır (1990: 583-586). Araştırma komisyonları, yasal savaşlar ve hatta mahkeme kararıyla yasaklamalar hiç bir şeyi değiştirmemiştir. Sürekli artan bir şekilde toplumun bütün can damarlarını elerine geçirip isteklerini bütün topluma dikte ederken devletin bütün organlarını kendi nüfuzları altına almaktadırlar. Bundan dolayı hükümet bu gelişmeye yarı gönüllü, yani sadece “kağıt üzerinde” müdahale etmekedir. Hükümetin bunları kontrol etmesini bir tarafa bırakalım, uygulamış olduğu gümrük politikasıyla teşvik etmektedir (1990: 686-189). Bu olgu bugün artık Luxemburg’un tasvir etmiş olduğu sınırları çoktan aşmış ve artık bir insanlık sorunu haline gelmiştir. Bugün dünya çapında bir kaç yüz uluslarötesi tekel, yani bunların yönetimini elinde tutan bir kaç bin kişi 6 Milyar insanın kaderini elinde tutmaktadır.[5]

Eğer burada tekelleri toplumun ve insanlığın kanşısında duran bir ‘cephe’ olarak tanımlıyorsak, bundan bu cephenin bütünlüklü, iç ilişkileri uyumlu olan bir cephe olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Bernstein ve daha sonra Kautsky bu düşünceden yola çıktıkları için işçi sınıfı hareketi ve insanlığın kurtuluşu için felaket anlamına gelen sonuçlara ulaşmışlardı. Özellikle Kautsky’nin “ultura emperyalizm” kuramıyla uluslararası işçi sınıfı hareketini pasifleştirip etkisiz hale getirmişti. Evrimci bir kuramdan yola çıkan Bernstein’a göre, kapitalizmin yeni aşamasının olgusu olan tekeller kapitalist üretim biçimine hakim olan anarşiyi giderek ortadan kaldıracak ve yerine planlı bir üretim biçimini geçirecektir. Kautsky, farklı bir bağlamda ve değişik bir açıdan yaklaşarak benzer sonuçlara ulaşıyor. Kautsky, Marx ve Engels’in “Tekel rekabeti ve rekabet de tekeli yaratmaktadır” saptamasından hareket ettiğini iddia ediyor ama bu saptamayla ilişkisi her bakımdan sorgulanabilecek bir sonuca ulaşıyor. 1914 yılında, birinci dünya savaşının gümbürtüleri altında savaştan sonra nihayet nihayi barışın sağlanmasının koşullarının oluşacağını duyuruyordu insanlığa: “Büyük teşebbüslerin, bankaların ve milyarderlerin kızgın rekabeti küçükleri yutan mali güçlerin tekelleşmesi düşüncesini doğurmuştur. Böylece büyük emperyalist güçlerin şimdiki dünya savaşından aralarındaki silahlanma rekabetini sona erdirecek en güçlülerin birleşimi çıkabilir.” Kautsky bu beklentisinden yola çıkarak “ultura emperyalizm” düşüncesine ulaşmıştı. “Sırf ekonomik açıdan”, diyordu Kutsky “kapitalizmin tekelci politikasının dış politikaya taşındığı yeni bir aşama daha yaşaması mümkündür: bir ultura emperyalizm aşamasıdır. Emperyalizme karşı enerjik mücadele ettiğimiz gibi buna karşı da mücadele etmemiz gerekir. Ama bunun tehlikeleri silahlanma rekabetinde ve dünya barışını tehlikeye sokmasında değil başka bir tarafta yatmaktadır (Fetscher, 1964: 342).”

Luxemburg da Kautsky gibi aynı saptamadan yola çıkıyor. Ama Luxemburg Kautsky’nin çıkarmış olduğu sonuca tam anlamıyla zıt bir sonuç çıkarıyor. 1899 yılında Bernstein’a karşı kaleme almış olduğu Toplumsal Reform mu, Devrim mi? (Sozialreform oder Revolution?) başlıklı çalışmasında tekellerin henüz araştırılması gereken yeni bir olgu olduğu gözleminde bulunduktan sonra, tekellerin hem iç pazarlarda hem de dünya pazarlarında kapitalist üretim biçiminin temel özelliklerinden biri olan üretimdeki anaşiyi ortadan kaldıramak şöyle dursun daha da artıracağı düşüncesini ileri sürüyor (1990: 380-381). Bu durumun ulusal devletler için sonuçsuz kalmasını düşünmek mümkün değildir. Luxemburg’a göre tekellerin barışçıl bir “ultra emperyalizm” yaratması şöyle dursun, kapitalist dünya ekonomisinin enternasyonal karakteriyle kapitalist devletin ulusal karakteri anasındaki çelişkiyi, gümrük savaşlarında gözlemlenebileceği gibi, daha da derinleştiriyor (1990: 382-383). Bundan dolayı kapitalist devletlerin, hele kapitalizmin emperyalist aşamasında dünyaya barış getirmesi mümkün değildir. Aksine, “kapitalist devletlerin emperyalist politikasının en derin özü, ruhu, bütün içeriği ve anlamı kapitalist olmayan ülkelerin ve halkların kapitalizm tarafından yutulup hazmedilecek şekilde parçalanmasıdır. (….) Savaşların, emperyalist savaş yürütmenin başka bir yöntemi olan, sadece o an için bu mücadele içinde karşılıklı güç ilişkisini saptayan açık ve gizili devlet sözleşmelerinin tek içeriği bu yabancı ülkelerin ve halkların parçaları uğruna verilen mücadeledir (1990c: 28-29).” Ve bu mücadele emperyalist güçlerin derinleşme ve genişleme alanı daraldıkkça daha da kızgınlaşacak ve halkları sürekli şiddeti artan felaketten felakete sürükleyecektir (1990e: 391-392).

Luxemburg bu cümleleri birici dünya savaşından üç yıl önce yazmıştı. O günden beri insanlık iki dünya savaşı ve dünyanın dört bir tarafında sayısız irili ufaklı başka paylaşım savaşları yaşadı ve yaşıyor. Bunları başkalarının takip etmeyeceğini saptamamız için hiç bir neden yoktur. Bu nedenle yine Luxemburg ile: insanlığı çok zor zamanlar bekliyor, saptamasında bulunmaktan başka bir perspektif sunmamız mümkün değil ne yazık ki. Peki insanlığın tek seçeneği emperyalist felaketler ve barbarlık mıdır? Luxemburg böyle düşünmüyor. Luxemburg’a göre emperyalizm derinleşirken ve yayılırken, kendi “can damarlarını da kesiyor” ve böylece insanlığa emperyalizimi aşmanın nesnel koşullarını da sunuyor. Bundan dolayı insanlığın önünde: sosyalizm veya barbarlık içinde yok oluş seçeneği nesnel olarak duruyor (1990d: 441).

*Emre Arslan, Gürsel Göçmen ve Kenan Kalyon’a eleştirel katkılarından dolayı teşekkür ederim. Yazının içeriği ve kullanılan alıntıların doğruluğu konusunda sorumluluk bana ait.

Doğan GÖÇMEN