Rosa Luxemburg’un eleştirel gerçekçiliği ve uluslararası siyaset kuramının temelleri*

Uluslararası İlişkiler ve Ahlakçılık

Luxemburg’un yukarıda aktardığımız sözleşmeciliğe yönelik formüle ettiği temel eleştirisi başka bir açıdan ve değişik bir anlamda uluslararası siyaset kuramının temeli olarak sunulan ahlakçılık için de geçerlidir. Sözleşmeciliğe yönelik eleştirisinde olduğu gibi, Luxemburg ahlakçılığa yönelik eleştirisinde de aslında köken bakımından, bildiğim kadarıyla ilk olarak klasik-liberal düşünürlerden Kant tarafından kullanılan ama liberalizmin bugün bütün akımları tarafından unutulmuş olan bir ilkeden hareket ediyor. Bu ilkeye göre toplumların iç ilişkileriyle dış ilişkileri arasında ayrılmaz diyalektik bir bağ vardır. Yani dış ilişkiler iç ilişkilerin bir aynasıdır bir anlamda. Kant ve Luxemburg uluslararası ilişkilere yaklaşırken aynı ilkeden hareket etseler de, hem bu ilkenin uygulanmasında çok farklı bir yol izliyorlar, hem de oldukça değişik sonuçlara ulaşıyorlar.

Kant, bu ilkeyi kendisini uluslararası siyaset kuramı çerçevesinde yaşanan tartışmalarında önemli kılan ve 1795 yılında yayınlanan Ebedi Barışa Doğru. Bir Felsefi Tasarı (Zum ewigen Frieden. Ein philosophischer Entwurf) adlı çalışmasında formüle etmişti. Barışı felsefi bir proje olarak tartıştığı ve barış ütopyaları bakımından neredeyse bir köşetaşı oluşturan bu felsefi tasarısında, Kant, naif de olsa, iç barış ile dış barış arasında diyalektik bir bağ kuruyor. Bu ilkeye göre kendi içinde “ebedi barışı” sağlayamamış olan bir toplumun diğer toplumlarla ilişkilerinde barışçıl olması mümkün değildir. Ama Kant bu tarihsel devrimci düşüncesinin sonuçlarını tam olarak kestiremiyor gibi gözüküyor. Çünkü iç ve dış barış arasında diyalektik bir bağ kurmak, yani uluslararası barışın güvence altına alınması için toplumların kendi içlerinde “ebedi barışı” kurmaları gerektiğini ileri sürmek, iç savaşların kaynağını saptamak ve kurutmak gerektiği anlamına gelir. Örneğin merkantilist kategorilerde olsa da “en güvenilir savaş aracı”  olarak saptadığı ekonomik ilişkilerin ve çelişkilerin köklü bir analiziyle ilgilenmesi gerekir (1993: 198). Oysa Kant’ın, kuşkusuz büyük bir ideal olan “ebedi barış” tasarısında bu konuda bir kaç genel saptamadan başka bir şey bulunmamaktadır. Gerçekliğin neden böyle olduğunu ve içinde bulunulan koşullarda başka türlü olamayacağını eleştirel bir gözle açıklamak yerine, sözleşmecilik ve biçimci-deontolojik bir ahlak kuramına dayanarak, yani gerçekliğin üzerinden düşünsel olarak atlayarak, gerçekliğin nasıl olması gerektiği konusunda bazı genel biçimsel ilkeler saptıyor. Bunların gerçekleştirilmesini de ahlaka dayalı kurumlar olmadığını kendisinin de kabul ettiği devletlerden bekliyor.

Luxemburg aynı ilkeden hareket ediyor ama Kant’tan çok farklı bir sonuca ulaşıyor. Luxemburg’a göre ahlakın uluslararası ilişkilere temel oluşturabilmesi için, toplumların kendi içinde ahlakı geçerli kılacak bir şekilde düzenlenmiş olması gerekir. Bilindiği üzere ahlak her şeyden önce manevi değerler ve bunlara dayanarak ulaşılan, insanların birbirleriyle olan günlük ilişkileriyle bile dolaysız bağlantısı olan değer yargılarıyla ilgilidir. Bu değer yargılarının birbiriyle az çok uyum içerisinde olabilmesi için, ahlaki değerlerin genel geçerlilik kazanmış olması gerekir. Ama Luxemburg’a göre sınıflı toplumlarda genel geçerlilik kazanmış olan ahlaki değerlerden bahsetmek mümkün değildir.

Luxemburg ahlakçılığa yönelik bu köklü eleştirisini formüle ederken, Marx ve Engels’in bu konuda geliştirdikleri tarihsel ontolojik eleştiriden yola çıkıyor. Bu eleştiriye göre ahlaki değerlerin içsel olarak gerekçelendirilmesi mümkün değildir. Eğer bu mümkün değilse, yani bu değerleri gerekçelendirmek için ahlak dışı kategorilere başvurmak gerekiyorsa, herşeyden önce ahlaki değerlere temel oluşturan şeyin ne olduğunu saptamak gerekir. Marx ve Engels, geleneksel ahlak kuramcılarından farklı olarak, ahlaki değerlerin kaynağını ne tanrıda, ne akılda, ne de bütün zamanlar için tanımlanmış olan insanın “doğasında” arıyorlar. Onlara göre sadece ahlaki değerlerin değil, diğer bütün duygusal ve düşünsel manevi değerlerin kaynağını da tarihsel olarak şekillenen üretken emeğin genel ve özel biçiminde, dolayısıyla insanların maddi ilişkilerinde aramak gerekir. Ahlaki değerleri tarihsel ontolojik temele yerleştiren bu saptamadan yola çıktığımızda, insanların, toplumların ve devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerinin temelini oluşturduğu iddia edilen ahlakın ne durumda olduğuna, yani insanların maddi ilişkilerinin tümünü kapsayan üretim ilişkilerine bakmak gerekir.

Konunun çerçevesi bakımından burada ne Marx ve Engels’in, ne Luxemburg’un değişik eserlerinde geliştirdikleri sınıf kuramını, ne de Smith’den beri gelişen ve yukarıya kısaca aktardığımız pazar ilişkilerinin eleştirisini yeniden sergilemeye gerek var. Burada şunu belirtmekle yetinelim: Luxemburg’a göre diğer bütün duygusal ve düşünsel değerlerin durmunda olduğu gibi, ahlaki değerlerin kaynağı da herşeyden önce insanların içinde bulunduğu maddi koşullardır. Ekonomik koşulları birbirine tamamiyle zıt çıkarları olan sınıfların bulunduğu kapitalist toplumda, her sınıfın kendisine özgü değer ve karar yargılarının olmasından daha doğal bir şey olamaz. Toplumların sınıflara ayrılmış olduğu kapitalist çağda, hele özellikle bunun emperyalist aşamasında genel ahlakı değerlerin geçerli olması mümkün değildir. İnsanların ve toplumların birbiriyle olan ilişkilerinde tek geçerli kuralın çıkarcılık ve yararcılık olduğu, toplumların kendi içlerinde sınıflara ayrıldığı, sınıf kavgalarının ve çatışmalarının yaşandığı bir çağda ne iç, ne de dış ilişkilerde ahlakın bu sorunların çözümüne temel oluşturması mümkündür.

Aslında bu düşünce köken bakımından ne Luxemburg’a, ne de ondan önce Komünist Manifesto’da, Alman İdeolojisi’nde ve Anti-Dühring’de ahlakçılığa yönelik geliştirdikleri tarihsel ontolojik eleştirilerinde benzer düşünceleri dile getiren Marx ve Engels’e aittir. Bugün liberalizmin bütün akımları tarafından üzerinde durulmaya gerek bile görülmeyen bu düşünce de klasik liberal düşünür olan Smith tarafından önce 1759 yılında yayınlanan Etik Duygular Kuramı (The Theory of Moral Sentiments) ve daha sonra 1776 yılında yayınlanan ve kısaca Ulusların Zenginliği olarak anılan An İnquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations adlı eserinde formüle edilmiştir (1984: 61-66; 1981: 794). Bir anlamda Kant’ın ahlak kuramı da dahil olmak üzere bütün idealist ahlak kuramlarının bir eleştirisi olarak okunabilecek bu düşüncesine göre, ahlaki değerlerin çürümesinin, yani ahlakın bütün toplum çapında geçersizleşmesinin en temel nedeni toplumda sınıfların olmasıdır.

Örneğin Hans Küng’ün uluslararası siyaseti yönlendirmek için önermiş olduğu sorumluluk ve başarı ahlakını ele alalım. Küng, Hans Johnas’a ve Max Weber’e dayanarak bir sorumluluk ve başarı ahlakı geliştirebileceğini düşünüyor ve bunun uluslararası siyasete temel değil ama yön verici olmasını istiyor. Küng, önermiş olduğu sorumluluk ve başarı ahlakını “ahlaksız gerçekçi” ve sırf “ahlakçı ideal” politikaya karşı öneriyor. Yani Küng “ahlaksız gerçekçiliği” ahlaka döndürmeye çalışırken, sırf zihniyet ahlakından hareket eden “ideal politikayı” da gerçeğe döndermeye çalışıyor (2003: 23-25). Bizim burada konumuz, Küng’ün çok farklı ilkelerden hareket eden Johnas ve Weber arasında başarısızlıkla sonuçlanacağı baştan bilinen sentez önerisi değil. Bizi burada ilgilendiren Küng’ün zihniyet ve başarı ahlakı arasına sokmuş olduğu ikilem de değil. Bizi burada ilgilendiren, Küng’ün önermiş olduğu sorumluluk ve başarı ahlakının toplumun sınıflı yapısıyla karşılaşınca paramparça olmasıdır. Çünkü her toplumsal sınıf sorumluluk ve başarı kriter(ler)ini kendi çıkar ve amaçlarına göre saptıyor. Örneğin Luxemburg’u ve Alman tekelci kapitalistlerinin ideologlarından Hans-Olaf Henkel’in önermiş oldukları başarı ahlaklarını ele alalım. Küng’ün ahlak kuramını tanımlamak için seçmiş olduğu sorumluluk ve başarı kavramlarını duyar duymaz Luxemburg’un ve Henkel’in içinde çok farklı ahlaki duygu ve düşünceler uyanıyor.

Henkel, ahlakçı ilkelerden yola çıkarak kapitalist küreselleşmeyi ve yoksulluk-zenginlik arasındaki uçurumu eleştiren bütün ahlak kuramlarına karşı kendi özgürlük ve başarı ahlakını öneriyor. “Bu yeni ahlak birisinin ne kadar mülke, ne kadar iktidara sahip olduğunu, yoksul mu zengin mi, erkek mi kadın mı, birinci dünya yurttaşı mı üçüncü dünya yurttaşı mı olduğunu sormuyor. Varolmak ve sahip olmak onun için karar verici kriter değildir. Onun için her insan, her iyi düşünce, her yararlı ve orjinal ürün özel hakkın biricik özüdür (2002: 10).” Henkel her şeyi özel mülkiyete indirgeyen bu hak kavramından yola çıkarark Luxemburg’un çürümüş burjuva toplumunun değerleri olarak tanımladığı “kalınkafalılık”, “egoizm” ve “yiyicilik” (Luxemburg, 1990d: 443) gibi değerlerin sınırsız hüküm sürdüğü bir dünya yaratmak istiyor. Metanın özgürce dolaştığı, sınırsız rekabetin olduğu bu dünyada, dürüstlük ve “zayıfla” dayanışma olmamalıdır, rekabeti kazanmış olan “güçlüyle” dayanışma gösterilmelidir Henkel’e göre. Çünkü güçlü olan daha fazla değer yaratmaktadır ve bu gücüne göre de hakkı ve özgürlüğü olmalıdır (2002: 242-243). Henkel’in sorumluluk ve başarı duygusu, bu orman yasasının hüküm sürdüğü bir dünyayı yaratmakla ilgilidir.

Buna karşı Luxemburg sorumluluğun ve başarının kriterini, kapitalist üretim sürecinin ölü makinalara çevirdiği işçileri bu sürecin düşünen, özgür, kendi başına yöneten özneleri haline getirmekle ilgili. İşçilerin ölü makina ve soyut birey olmaktan kurtulup, toplumsal mülkiyetin tek sahibi olan toplumun etkin üyeleri olarak sorumluluk ve dayanışma duygularını geliştirebilmeleri gerekmektedir. Kapitalistin kamçısı ve dehlemesi olmadan çalışkan; tahakküm düzeninin boyunduruğu olmadan disiplinli olmasını öğrenmelidir. Sosyalist toplumun ahlaki temelini gerçek dayanışma ruhuyla donanmış yurttaşlık, herkese ihtiyaçlarını en iyi şekilde giderebilmesi için herkesin var gücüyle seferber olduğu toplumsal bir sorumluluk ve dürüstlük duygusu oluşturuyor (1990d: 443). İşçi sınıfının sorumluluk duygusu bu sosyalist dünyayı yaratmakla ilgilidir ve bu amacına yaklaştığı oranda başarılıdır.

Ama işçi sınıfının bunu gerçekleştirmesi için, tek hukuku “kâr”, tek dili “kılıç” (bugün artık bomba) ve tek aracı “şiddet” olan emperyalizmi alaşağı etmesi gerekmektedir (1990d: 416). Bu görev sona erdirilmediği sürece genel olarak geçerli toplumsal ahlaktan bahsetmek mümkün değildir. Sınıflı burjuva toplumunda Eduard Bernstein’ın iddia ettiği gibi soyut genel bilim ve ahlakın olması mümkün değildir. Böyle bir toplumda ancak “parti bilimi”, “sınıf bilimi” ve “sınıf ahlakı” olabilir. Luxemburg’un Bernstein’a karşı söylediklerini Küng’ün önermiş olduğu genel sorumluluk ve başarı ahlakına uyarlayacak olursak: Luxemburg ve Henkel, her ikisi de Küng’ü sınıf bilimini ve ahlakını tanımamakla suçluyor. Henkel, Küng’ün “ahlaksız gerçekçilik” olarak tanımladığı ilkeden yola çıkarak “özgürlük ve başarı” ahlakı çerçevesinde sermayenin keyfi özgürlüğünü gerekçelendirmeye çalışırken, Luxemburg, Küng’ün önermiş olduğu genel ahlaki ilkelere göre davranabilmek için, önce bunun toplumsal temellerinin yaratılması gerektiğine işaret ediyor.

Sorun, uluslararası ilişkilerin temel aktörleri olan ulusal devletler düzeyinde ele alındığında daha da karmaşıklaşıyor. Bunun kaynağı sınıf çatışmalarının yaşandığı burjuva toplumunda devletlerin bu çatışmalar karşısında tarafsızmış gibi gözükmesinden kaynaklanıyor.

Oysa sınıf çatışmalarının yaşandığı toplumlarda ne devletin, ne de diğer kurumların tarafsız olması mümkündür. Uluslararası sözleşmelerin “kutsal” ilan edilmesi de bu gerçeği değiştirmemektedir Luxemburg‘a göre. Kuşkusuz, Eduard Bernstein (bugün kendi açımızdan ekleyebiliriz) ve aynı ilkelerden hareket edenler “her zaman için yeni çelişkilerin ve çatışmaların çıkış noktası olan uluslararası diplomatik sözleşmeleri” kutsal ilan ederek, “kapitalist dünyayı ‘ahlaka’ döndürmeye” çalışabilir. Ama bu durumda devletleri ahlaki temellere oturtup, devletlerin en azından ilkesel bakımdan ahlaki kurallara göre karar verip davranabileceklerini kabul etmiş olurlar. Oysa bu mümkün olmayan bir beklentidir. Çünkü devletler ahlaki kurumlar olmadıkları gibi, olmaları da mümkün değildir.

En geç 18. yüzyıldan beri devletin kökeni ve doğası üzerine yapılan araştırmalara göre devletler, insanlar arasında mülkiyet ilişklerinin oluşması, bunun sonucu toplumun tarihsel olarak sınıflara ayrılması ve bu sınıflar arasında yaşanan çıkar çatışmalarından dolayı ortaya çıkmıştır. Tarihte hep iktidarda bulunan sınıfların çıkarlarını koruma ve gerçekleştirme görevi görmüştür devletler. Genellikle Marx’a atıf edilen ve belki de bundan dolayı bugün bütün liberal akımların gözardı ettiği bu düşünceyi de yine klasik liberalizme borçluyuz. Örneğin burada yine Adam Smith’i aktaralım. 1762-63 akademik yılında Glasgow Üniversitesi’nde verdiği dersinde şöyle diyor: mülkiyet ilişkilerini tanımayan avcı toplumlarda kavganın ne olduğu bilinmez. Asıl kavgalar ve çıkar çatışmaları mülkiyet kurumunun ortaya çıkmasıyla başlar ve “bütün çatışmaların büyük temeli” olan “mülkiyet onu (devleti,-DG) mutlaka zorunlu kılar.” Ve daha sonra ekliyor Smith: “Yasalar ve hükümet (veya devlet,-DG) bu ve aslında bütün durumlarda yoksulları bastırmak ve malların eşitsiz dağılımını güvence altına almak için zenginlerin birliği olarak görülebilir. Aksi taktirde bu eşitsizlik yoksulların saldırıları sonucu yıkılabilir, eğer hükümet (veya devlet,- DG) yoksulları engellemez ise bunlar açık şiddete başvurarak kısa zamanda zenginleri kendileriyle eşit düzeye indirebilirler (1982: 208).” Görüldüğü gibi, Smith devletin kökenini ontolojik temellere kadar takip ediyor ve işlevsel bir okumasını sunuyor bize. Smith’i burada bu kadar uzun aktarmamızın nedeni, devletin işlevinin saptanması konusunda Smith’in eserlerinin Luxemburg için önemli bir yerinin olmasıdır. Sadece kendi kuşağı içinde değil, bugün bile Smith hakkında en geniş bilgiye sahip

Marxist bir düşünür ve politikacılardan birisi olan Luxemburg, bir yazısında Smith’in Ulusların Zenginliği adlı eserinde yapmış olduğu bir saptamasından yola çıkarak devletin işlevi konusunda Smith’in yukarıya aktardığımız saptamasına benzer bir saptamaya ulaşıyor (Smith, 1981: 84). Luxemburg, Smith veya Marx ve Engels gibi tarihsel araştırmalar yaparak ulaşmıyor bu sonuca. Değişik yazılarında kelimenin geniş anlamında sosyolojik bir yöntem olan tarihsel materyalizmi geliştirmek ve gerekçelendirmek için tarihsel araştırmaların yapılması gerektiğine işaret ediyor. Ve yine değişik yazılarından çıkarabildiğimiz kadarıyla bu konuda araştırmalar da yapmıştır. Ama devletin kaçınılmaz olarak iktidarda bulunan sınıfların çıkarlar ve isteklerini koruyan ve gerçekleştiren bir kurum olduğunu, Luxemburg örgütlenme hakkını inceleyerek gerekçelendiriyor. Örneğin Çifte Standart (Zweierlei Maß) başlıklı yazısında “Devlet özgür sendikalara sıkılmış yumruğunu uzatırken, kapitalist örgütlere yol açmak, bunlara yasal güvence sağlamak, bunları şımartılmış bir çocuk gibi korumak ve kollamakla meşguldür” saptamasında bulunuyor (1990c: 430). Bu gözleminden yola çıkarak başka bir bağlamda benzer saptamalarda bulunuyor Luxemburg: “Örgütlü kapitalist mülkiyetin çeteci el sanatının üzerine yasallığın güneşi açıyor, hükümet, imparatorluk parlamentosu, yerel parlamentolar, yerel meclisler önünde eğiliyor, imparatorluk şansölyesinden, imparatorluk mahkemesine ve oradan dimdik duran korumacıya ve taşralı jüri mahkemesine kadar bütün devlet aygıtı gayretle emrinde bulunuyor (1990c: 433).”

Bu gerçeği ve dolayısıyla “aslında bütün devletlerin ahlakçı ilkelere göre davranmadığını” Kant ve Bernstein da biliyoryordu ve bugün Küng de biliyor. Ama bunun nedenini anlamaya ve açıklamaya çalışmak yerine, devletleri ahlakçı olmaya çağırıyor bu tür ahlakçı düşünürler. Ne yazık ki bu, “yararsız merhametsizlik” ve “birisinden hiç bir zaman ve hiç bir şekilde yerine getiremeyeceği bir işi yapmasını beklemek” anlamına gelmektedir.

Luxemburg’un Bernstein’a ilişkin söylediğini genelleştirecek olursak: ahlakçılığa göre “kapitalist emperyalizm ‘ahlaklı’ olmalıdır. Bu, fuhuştan ‘ahlakçı’ olmasını beklemek demektir. Bu, Bernstein’ın emperyalizme karşı sergilemiş olduğu toplumsal düşüncenin derinliğini gösteriyor ve fuhuşun ‘ahlakçı’ olmadığını saptamaktan başka söyleyecek bir şeyi olmayan birisini andırıyor.”

Doğan GÖÇMEN