Resmi pozitivist gerçekçiliğin eleştirisi
Resmi pozitivist gerçekçiliği eleştirirken Luxemburg yöntem bakımından birbirini tamamlayan iki farklı yöntem izliyor. Yöntemsel yaklaşımı çerçevesinde Luxemburg bir taraftan resmi pozitivist gerçekçiliğin kendi mantığı içinde kalıp ileri sürülen gerekçelerin iç tutarsızlığını kanıtlamaya çalışırken, diğer taraftan bu mantığı köktenci bir duruştan eleştiren bir davranış sergiliyor. Örneğin gümrük ve militarizm sorununa karşı o zamanlar devrimci olan sosyal demokratların parlamentoda bulunan temsilcilerinin izlemesi gerken politikayı tartıştığı İhtimalcilik, Oportunizm (Possibilismus, Opportunismus) başlıklı yazısında, izlemiş olduğu birinci yöntemi şöyle açıklıyor: Eleştirel gerçekçiler olarak “Bizim sloganımız şudur: bu düzene (verilecek,- DG) tek bir adamımız ve tek bir kuruşumuz yoktur.” “İlkesel bakımdan, proğramımızı bilen herkesin bildiği gibi, biz her türlü militarizme ve gümrük politikasına karşıyız. Bundan, imparatorluk parlamentosunda bulunan temsilcilerimizin bu konuda önlerine gelen yasa tasarılarına ilişkin görüşmelere karşı kısa ve çıplak bir ‘Hayır’ savurmaları gerektiği sonucu mu çıkarılmalıdır? Elbette değil. Bu, küçük bir guruba yakışır bir davranış olabilir, ama büyük bir halk partisine değil. Temsilcilerimizin önlerine gelen her tasarıyı cansız ve soyut bir ilkeden yola çıkarak değerlendirmek ve buna karşı gerekçe geliştirmek yerine, bunu, nedenler üzerine düşünerek, varolan somut vaziyeti, güncel ekonomik ve politik durumu göz önünde bulundurarak yapmalıdır (1990: 229).”
Yukarıda işaret ettiğimiz birinci yöntemsel yaklaşımını Luxemburg değişik yazılarında uygulayarak göstermeye çalışıyor. Bu konuda özellikle iki yazısı göze çarpıyor: Sömürgelere İhtiyacımız Var mı? (Brauchen wir Kolonien?) ve Filoların Artırılması ve Ticaret Politikası (Flotenerweiterung und Handelspolitik). Luxemburg bu yazılarında resmi pozitivist gerçekçiliğin ileri sürmüş olduğu iki gerekçeyi ele alıyor ve iç tutarsızlığını göstermeye çalışıyor. Resmi pozitivist gerçekçiliğin birbirini tamamlayan iki öneride bulunuyor. Bir, bu önerilere göre ticari çıkarlarından dolayı Almanya’nın sömürgelere ihtiyacı vardır. İki, dünya çapında özgür ilişkilerin korunması için Almanya’nın dünya çapında iktidarını garanti edecek bir filoya ihtiyacı vardır. Luxemburg istatistiksel verilere de dayanarak önce bu iddianın kendi deyimiyle “iki yüzlü” olduğunu göstermeye çalışıyor. Önce Almanya’nın ticari ilişkilerine ilişkin bir takım istatistikler sunuyor. Bu istatistiklere göre Almanya’nın dış ticaret ilişkilerinin onda dokuzu Avrupa ülkeleriyle ve Amerika’yla gerçekleşmektedir. Geride kalan onda birin çok az bir bölümü Almanya’nın sömürgesi olan ülkelerle gerçekleşiyor. Bundan dolayı konuya ticari bakımdan yaklaştığımızda Almanya’nın sömürgelere ihtiyacı olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Ama buna rağmen Almanya sömürgecilik politikası gütmektedir ve bunu izlemiş olduğu askeri politikayla desteklemektedir. Bunun arkasında Almanya’nın dünya gücü olma planları yatmaktadır. Bundan dolayı da dünya çapında iktidarını güvence altına alacak bir filoya ihtiyacı olduğunu düşünmektedir. Ancak bunu yaparken politikasının gerçek amacını açıkça söyleyerek değil, izlenen politikayı kamuoyunun gözünde meşru kılmak için, özgürlük ve barış gibi genel derin insancıl değerleri çağrıştıran kavramlar kullanmaktadır. “Dünya trafiğinde barışın, hukukun ve özgürlügün zaferini isteyen kimse Alman İmparatorluğu’na güçlü bir filo dilemelidir” diye çağırıda bulunulmaktadır örneğin. Luxemburg’a göre sömürgecilik ve silahlanma politikasını desteklemek için ileri sürülen bu gerekçe “iki yüzlüdür”. Çünkü ticarette açıklık isteyen birisinin her şeyden önce kendi gümrük duvarlarını ortadan kaldırması gerekir. Ama Almanya gümrük duvarlarını kaldırmak yerine habire yükseltmektedir.
Luxemburg, bu saptamada bulunduktan sonra ikinci yöntemsel aracına başvurarak resmi pozitivist gerçekçiliğin mantığını esaslı olarak sorguluyor. “Aklı selim bir ‘ekonomi politikçinin’ ticari alanda ‘barışın, hukukun ve özgürlüğün’ gerçekleştirilmesi için savaş filosunu bir araç olarak görmesi çok garip bir düşüncedir. Saldırgan bir dünya politikasının saldırgan bir ticaret politikasıyla iç içe geçtiği gibi, bu politika içte gerici bir sosyal politikayla da iç içe geçiyor. Bu üç olgu – dünya politikası, ticaret politikası, sosyal politika – arasında kopmaz mantıki bir bağ vardır (1990: 614).” “Barışçıl bir ticaret politikası isteyen birisinin karada ve denizde savaş donanmasına karşı mücadele etmesi gerekir, barışçıl uluslararası bir politika isteyen kimsenin koruma gümrükçülüğüne cephe alması gerekir ve modern ilerici sosyal bir politika isteyen birisinin bütün gücüyle karada ve denizde militarizme ve koruma gümrükçülüğüne karşı direniş göstermesi gerekir. Halkların birbiriyle olan alışverişinde barış ve içte ilerlemecilik işçi sınıfının doğal üçlü sloganı olduğu gibi, politikada ve ticarette uluslararası düşmanlık ve içte gericilik bugünkü burjuvazinin kaçınılmaz doğal sloganıdır (1990: 614).”
Bundan dolayı pozitivist gerçekçiler artık her bakımdan gericileşmiş olan burjuvazinin çıkarlarını ümitsiz ve çaresiz “iki yüzlü” çabalarıyla gerekçelendirmeye çalışırken, başka çıkış yolu bulamayınca gerekçelerini eninde sonunda insanın doğasına gönderme yaparak temellendirmeye çalışıyorlar. Bunlar tarafından “karşılıklı mücadelenin insanın doğasında yattığı iddia ediliyor. Silahlanmayan, komşusunun avı olma tehlikesine düşecektir” diyorlar. “Biz bu konuda başka düşünüyoruz. Halklar, ırkları ve renkleri ne olursa olsun barış içinde yaşamalıdır ve yaşayabilir. Sadece halkları dayanışma duygusu sardığı zaman kültürden bahsedebiliriz. İnsanın insan tarafından sömürüsü ortadan kaldırılmadığı sürece bu dayanışma mümkün değildir.
Biz sosyal demokratlar kapitalist ekonomik düzen ortadan kaldırılmadığı sürece dünya barışının bir ütopya olduğunu çok iyi biliyoruz (1990c: 62).”