Bir Varmış, Bir Yokmuş…

Bir vakitler, Dünya denen gezegende insanların çocuklarına “masal” diye anlattıkları hayali öyküler varmış ve hepsi de “Bir varmış, bir yokmuş…” diye başlarmış…

O masallarda prensesler, prensler, süpürgeleriyle uçan kötü kalpli cadılar, kaynayan kazanların başında zehirler hazırlayan büyücüler, sihirli değnekleriyle mucizeler yaratan melekler, lambaların içinden çıkan cinler, Kaf denilen dağın arkasındaki ülkeler, Zümrüdüanka kuşunun kanatlarında yapılan seyahatler ve daha neler neler anlatılırmış… Küçük çocuklar, geceleri uyumadan önce annelerinin anlattıkları masalları gözlerini aça aça dinler, heyecanlandıklarında yorganlarını başlarına çeker, Dünya anlayışına göre imkansız gibi gözüken durumlar gerçekleştiğinde ve meleklerin yardımıyla kötülüklerin üstesinden gelindiğinde sevinçle ellerini çırparlarmış. Büyücülerin gazabına uğrayan güzel prensesler daldıkları ölüm uykusundan prenslerin bir öpücüğüyle uyanır, çirkin kurbağalar aşkın gücüyle yakışıklı prenslere dönüşür, üvey annelerinin şerrinden tir tir titreyen küçük kızlar iyi kalpli dostlarının ve perilerin yardımıyla zorlukları aşar, Dünya’da çözümü olmayan sorunlar masalların dünyasında çözüm bulurmuş. Her masal mutlu bir sona ulaşırmış.

Lakin büyükler, fantezilerle yaratılmış bu âlemlerin düşsel kahramanlarını asla ciddiye almaz, sadece çocuklarını oyalamak ve uyutmak için okurlarmış masal kitaplarını. Onlar, “gerçek” diye nitelendirdikleri, sınırlarını ve kurallarını kendilerinin belirledikleri bir dünyanın ölçüleri ve değerleri içinde, yine kendilerinin yarattıkları zorluklarla mücadele ederlermiş. Gördükleri, duydukları, kokladıkları, tattıkları, dokundukları ve deneyimledikleri her ne ise, bunları iyi-kötü, güzel-çirkin, yanlış-doğru diye etiketlendirir; seçerek, eleyerek, ayırarak, kayırarak biçimlendirdikleri hayatlarında ne kadar kısıtlandıklarının farkına bile varmadan yaşayıp giderlermiş. Gözleri kamaştığı için aydınlıktan kaçar, ürktükleri için karanlığa girmezlermiş. Kaçtıklarının da, ürktüklerinin de aslında kendi içlerinde olduğunu bilmezlermiş; bir insanın hem ışığı hem de karanlığı barındırabileceğini düşünemezlermiş, öyle ki en yaratıcı olanları bile bu gerçekle karşı karşıya kaldıklarında şaşırmadan edemezlermiş. Dünya’nın en ünlü sanatçılarından biri olan Leonardo da Vinci, mesleğinin ilk yıllarında İsa’nın bir resmini yaparken olağanüstü güzel, iyilik dolu, pırıl pırıl gözleri olan, çevresine ışıklar saçan bir erkek model bulmuş. Yıllar sonra, içinde Yahuda’nın bulunduğu bir resme başladığında bu kez Floransa sokaklarında, İsa’ya ihanet eden bu havari için model olacak kişiyi aramaya girişmiş ve nihayet yeterince karanlık bakışlı, hain görünüşlü birine rastlamış. Yanına gidip ona modellik teklif ettiğinde ise şu yanıtı almış: “Beni hatırlamıyorsun, fakat ben seni hatırlıyorum. Yıllar önce senin çizdiğin İsa portrene modellik eden adamım ben.”

İşte insanları böylesine şaşırtan bir gezegenmiş Dünya, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı tuhaf bir yermiş ve bu gezegende sadece çocuklar inanırlarmış masallara, bir de diğerlerinin “saf” dedikleri kişiler. Ebruli gökyüzünde bulutların meleklere taht oluşunu da yadırgamazmış onlar; kuzuların, balıkların, kuşların ve çiçeklerin aynı şarkıyı mırıldanmalarını da. Alice’in Harikalar Diyarı’nda peşinden koşturduğu tavşan ne kadar gerçekse, Guliver’i iplerle bağlayan minik adamlar da o kadar gerçekmiş onlar için. Bir peri, şayet isterse, sihirli değneğini şöyle bir sallayıp bal kabağını atlı bir arabaya dönüştürebilirmiş. Kendilerine eziyet eden kişileri Sinderella gibi bağışlayabilen insanlar sonunda onun gibi ödüllendirilebilirlermiş. Yürekten ettiği dualar Pinokyo’yu etten kemikten bir çocuk haline getirebildiyse bunu yapan o yüce güç her derde deva olabilirmiş ya da Polyanna, herkesin içindeki iyiliği görebiliyorsa onlar da bunu başarabilirlermiş. Bir kişi, bir diğerine koşulsuz bir sevgi hissettiğinde kurbağanın prense dönüşmesi misali mucizeler yaratabilirmiş… Onlar, masalların ciddi ve gerçekçi insanlara açılmayan kapılarını “Açıl susam açıl!” diyerek açabilir, geçiş izni olmayan zamanlara ve diyarlara yolculuklar yapabilirlermiş. İşin ilginç tarafı, hayallerin ve gerçeklerin iç içe girdiği bu diyarlarda sihrin gücüne öylesine kapılırlarmış ki, yeniden Dünya’ya döndüklerinde etkisi hala sürermiş. Pek çok kişinin işin içinden nasıl çıkacağını bilemediği, korkulara kapılıp karamsarlığa düştüğü durumlarda, diğerleri, hayallerin ve sihirin gücüne inanarak zihinlerini serbest bırakır ve akla gelmedik çözümler üreterek “acemi şansı” diye nitelendirilen sonuçlara ulaşabilirlermiş. Başarının zor elde edildiğini, olumsuz bir gerilim, hırs ve mücadele içermesi gerektiğini düşünenler ise içten içe onlara sinirlenseler de, masalların dünyasından esin alan bu hayalcilerin aslında başka bir güce sahip olduklarını hissederlermiş. O güç, Dünya’nın ve insanoğlunun en büyük gücüymüş, mucizelerin sırrı o güçte gizliymiş; öyle ki evrendeki tüm yıldızların, ışıklarını kıyıda köşede kalmış otlardan bile esirgemeyen güneşin, geceleri karanlık sularda balıkçıların yollarını aydınlatan mehtabın, pespembe renkleriyle gülümseyen sardunyaların, dallarını geniş geniş açıp geleni geçeni kucaklarmış gibi duran mağrur çınarların, her sabah tasasızca öten bülbüllerin, ara sıra kıyılara yanaşıp zıplayarak insanları selamlayan yunusların sessizce paylaştıkları bir neşeymiş… Ne tadı, ne kokusu, ne de belli bir rengi varmış, dokunulacak bir şey de değilmiş, sadece hissedilirmiş ve bir kez hissedildiğinde tüm tatlar, kokular, renkler değişir, dokunmak anlamlı hale gelirmiş. Karanlıklar onunla dağılır, korkular onunla yok olurmuş. O güç, sanki tanrının soluğu ile doluymuş.

Kadim Yunan trajedilerinde “Deux ex machina” denilen kurguda olaylar felaketli bir doruğa doğru tırmandığında ve umutlar tamamen kaybolduğunda bir anda bir tanrının ortaya çıkıp durumu kurtarması gibi, masallarda da kötülükler iyilik sayesinde aşılırmış ve iyiliğin özünde mucizelerin sırrı olan o şey, yani SEVGİ varmış. Dünya denen gezegende yaşanan tüm savaşlar ve kaoslar sevginin unutulmasıyla başlamış, sevginin yerini korku almış. İnsanlar, masal kitapları yerine gazeteleri okur hale gelmişler, hayallerini gerçeklerle örtmüşler ve sonunda o gerçeklerin içinde karanlığa gömülmüşler.

Oz Büyücüsü isimli masalda Dorothy’nin Oz’a yaptığı dramatik yolculuktan sonra iyi peri ona evine dönebilmek için yapması gereken tek şeyin topuklarını üç kez yere vurarak, “Eve dönmek istiyorum, eve dönmek istiyorum, eve dönmek istiyorum.” demek olduğunu söylemiş. Bunu duyunca öfkeden köpüren Dorothy, “Bunu bana neden daha önce söylemedin?” diye sorduğunda ise peri şöyle yanıtlamış, “Bu kadar basit olduğuna asla inanmayacaktın ki.”

Ego, değerli olanın zor elde edileceğini düşündürür bizlere ve gözümüzün önündeki basit çözümleri görmemizi engeller. Hayatımıza hakim olan kargaşanın, mücadelenin ve tüm bunlara neden olan korkunun nedeni de hep basit olanı unutmamızdandır. Lakin, kimbilir belki hala o naiflikte kalıp masallara inanmayı sürdüren, hayata korkuyla değil de sevgiyle yaklaşmak gerektiğini düşünen ve sevginin tüm sorunları çözebileceğini bilen birileri vardır. Belki Dünya’yı bir harikalar diyarı yapmanın yolu gerçeklerden değil, hayallerden geçiyordur. Belki bir olmak için “Bir varmış, bir yokmuş…” diye başlamak gerekiyordur… Ve belki bunun doğruluğuna inanmak için çocuklar kadar saf olmak…

Kiraz GÖKIRMAK
Latest posts by Kiraz GÖKIRMAK (see all)