Kürtlerin Türklüğü ya da “…patlıcandır ama sen kabak diyebilirsin!”

Kart-Kurt-Kürt…

İnsan ister istemez düşünüyor, 1916’dan bu yana yaklaşık 100 yıldır, resmen Kürtlerin Türk olduğunu kanıtlamak için harcanan zaman ve enerji, Kürtlerle birlikte nasıl yaşarız diye harcansaydı, ne çok can yaşıyor olacaktı! Maalesef bu tercih edilmedi. Hele son 30 yılı düşününce insanın yüreği sızım sızım sızlıyor.

Cumhuriyet için Kürt Meselesi, İttihat ve Terakki Cemiyeti/Fırkası’ndan devraldığı asimilasyon, asayiş ve medeniyet meselesi oldu. Özellikle 1960 darbesinden sonra propagandanın dozu arttı. Kürt adı, karlı dağlarda yürürken çıkarılan sesten mülhem bir “lâkap” olarak anılıyordu.. Hatta “Doğu illerimizde Kürt lâkabı ile anılan Türk kardeşlerimize tuzak kuruyorlardı”, “Kürt lâkabını taşıyan bu halis Türk oğlu Türkleri Devlet babalarından soğutmak, Türk kardeşlerinden ayırmak istiyorlardı” [Mehmet Tevfikoğlu; O Türk’tür

Kürt Değil (Ankara: Kardeş Matbaası, 1963) s.7]

Aşağıdaki alıntı ise, Kürt adının nereden geldiğini öyle bir açıkladı ki, kimsenin “kart-kurtkürt” tekerlemesinden kuşkusu kalmadı.

“Kürt Adının Manası
Asıl konumuza girerken hiçbir İran veya Aryanî toplulukta görülmeyip, yalnız Türk ve Oğuzlar kolundan gelen urukların adı olan ‘Kürt’ deyiminin anlamından işe başlayalım. Başta Macar dilciler olmak üzere, türkologlar doğru olarak ‘Kürt’ adının, Türkçe ‘yatkın-kar, sertleşmiş kar’, ‘yazın dağbaşlarında bulunan ve geç eriyen kar’ anlamına geldiğini belirtmişlerdir… Tipi veya boranın çukur yerlere doldurduğu ve sertleşerek uzun zaman kalan ‘kar-yığını’ anlamına da gelen ‘kurtuk/ kürtlük’ ve ‘kürtün’ ile, Ortaasya (doğu) ve Kuzey-Türk dillerindeki ‘kar’ demek olan ‘kürt’ sözü, yatkın kar ve sertleşmiş karın üzerinde yürürken çıkan ‘kürt, kürt’ gibi sesten kalmadır.” [Dr. Kırzıoğlu M. Fahrettin; Kürtlerin Türklüğü (Ankara: Kurtuluş Matbaası, 1968) s.16][1]

Bu açıklamayı okuyanların inanması bir yana, bu açıklamaya inanmayanları inandırmak, Türkiye’de bir trajedinin de tarihi oldu. Halbuki basit bir empati yapmak yeterliydi, eğer Kürt, dağlarda sert karın üzerinde yürürken çıkarılan “kürt, kürt” sesinden geliyorsa, peki ya “Türk” hangi sesten kalmadır, nereden geliyor, diye sorabilmek gerekirdi… Ya da ne yaparsak “türk, türk” diye ses çıkar? “Her Bakımdan Türk Olan Kürtler Hatta “Kürttürkleri”…”

Kürtlerin aslen ne zamandan beri “Türk” olduğunu iddia ediyoruz? Ne zamandan beri Kürtlere Türk olduklarını kabul ettirmeye çalışıyoruz? Ne zamandan beri ve hangi dönemlerde, Kürtlerin aslında Türk olduklarını işitiyoruz? Bu konuda ciddi bir literatür var. (Aslında cevabı basit, milliyetçilik asrından beri…) Kürtlerin Türk olduğunu İmparatorluk batarken hakim olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden ve Cumhuriyet kurulurken Cumhuriyet Halk Fırkası’nın hakim olduğu devletten işittik. Sonra otoriter tek parti yönetimi boyunca Kürtlerin aslen Türk olduklarını işitmeye devam ettik. Ancak demokratik dönemlerde Kürtler Türk olduklarını inkâr (!) ettiler, darbe dönemlerinde Kürtlere Türk oldukları her seferinde yeniden ve ağır bir şekilde hatırlatıldı. O nedenle Kürtlerin Türk olduğunu iddia eden eserler de hep bu dönemlerde yayınlandı. Özellikle 1930’lu yıllarda yayınlanan veya yayınlanmayan raporlarda hep Kürtlerin aslen Türklüklerini unuttukları dile getirildi. Devletin inanmadığı bu iddiaya önce Türk sonra Kürt olanların inanması istendi.

Sonra her darbe sırasında yani 1960, 1971, 1980 sonrasında Kürtlerin Türk olduklarına dair kitapların, yazıların, kanıtların, araştırmaların bir anda ortaya çıktığı bu yayınlardan bir başka yazımda söz edeceğim.. Ancak Fahrettin Kırzı’dan [Kırzıoğlu M. Fahrettin] ve Türk Kültürü Dergisi ve Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü’nün yayınları ile başlayan bu süreç, her darbe döneminin bir klasiği olarak karşımıza çıktı.

Örneğin 1960 darbesi sonrasında Kırzıoğlu M. Fahrettin; Her Bakımdan Türk Olan Kürtler “I. Bölüm: Tarih Bakımından Kürt’lerin Türklüğü” (Ankara: İstanbul Kitabevi, 1964) veya Kırzıoğlu M. Fahrettin Kürtler’in Türklüğü (Ankara: 1968), M. Salih San; Doğu Anadolu ve Muş’un İzahlı Kronolojik Tarihi (Kürtlük ve Çerkezlik konusuna da Değinilmiştir) (Ankara: Özel Yükseliş Koleji Yayınları, 1966).

1971 sonrasında Dr. Mahmud Çapar; Doğudaki Aşiretlerin Türklüğü (İstanbul, Akın Yayınları, 1972)

1980 sonrasında Ş. K. Seferoğlu-H.K. Türközü; 101 Soruda Türklerin Kürt Boyu (Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1982) Hayri Başbuğ; İki Türk Boyu Zaza ve Kurmanclar (Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1984).

1923’te Kürt Olanlar 1933’te  Nasıl Türk’e Dönüştü?….

Daha Cumhuriyet kurulmadan önce, 1923 yılında Kürtlerin Türklerden her bakımdan ayrı ve asimile edilemez bir millet olduğunu yazan Şükrü Sekban, tam 10 yıl sonra, 1933 yılında Kürtlerin aslında Türk olduklarını kabul etti. 10 yıl önce anadilin vazgeçilemez ve temel bir hak olduğunu iddia ederken, 10 yıl sonra anadilde eğitimin gereksizliğine işaret etti? 1923’te Kürtlerin yaşadığı bölgeye Kürt bir valinin seçilebileceğinden söz ederken, şimdi, 1933’te Cumhuriyet yönetimini kutsayacaktı. Üstelik bunu ifade etmekle kendisine yönelecek ağır ithamları tahmin etmesi güç olmadığı halde… Üstelik 1925-1933 arasında defalarca ayaklanma çıkmış, binlerce ölü verilmişken.

1933’te yayınlanan risalenin ardından Kürtler için dönek ve satılmış, Devletin ve Türk milliyetçilerinin ise bir maden bulmuş gibi sevindiği ve defalarca kitabını basarak andığı Şükrü Sekban’daki bu değişimin nedeni uzun süre anlaşılamadı. Cevabı yaklaşık 60 yıl sonra gelecekti. Birazdan söz edeceğim.

Farklılıklarla Birlikte Yaşamak: “Kürdü Bir Millet Olarak Tanımak ve Hukuk-i Siyasiyesine Hürmet Etmek…”

Cumhuriyet kurulurken Şükrü Sekban’ın yaptığı çağrı, farklılıklarımızla, farklı kimliklerimizle, ama birlikte yaşayalım çağrısı, son derece yalındı, ancak yanıtsız kaldı. Tercih edilen “asimilasyon, asayiş ve medeniyet” üçlüsü oldu. Birikim’in önceki sayısında değerlendirmesini yapmaya çalıştığım Şükrü Sekban’ın Beyrut’tan gönderdiği Kürtler Türklerden Ne İstiyor? adıyla risale haline gelecek mektupta bunu ifade ediyordu.

Şükrü Sekban, Cumhuriyet’in ilanından kısa süre önce Ankara’ya gönderdiği mektupla, Kürt meselesinin çözümündeki imkân ve ihtimaller hakkında gayet açık bir analiz yapmıştı. Yaptığı tespite göre Kürt meselesini çözmek için dört yol vardı. Buna göre Kürt Meselesi, Kürtler kendi coğrafyalarında Osmanlı dönemindeki gibi dokunulmadan bırakılabilirdi. İkincisi “Türkleştirme” siyaseti güdülerek Kürtler eğitim yoluyla asimile edilebilirlerdi. Üçüncüsü “Pantürkizm” amacıyla imha ve tehcir edilebilirlerdi. Dördüncü seçenek Ankara‘nın Kürt kimliğini kabul ederek birlikte yaşamayı kabul etmesiydi.

“Dördüncü şık Kürdü bir millet olarak tanımak ve hukuk-i siyasiyesine hürmet etmek… O halde milliyeti tanılan Kürt milleti mütemeddin ve müterakki [medeni ve ileri] olmak kabiliyetini iktisap ederse [kazanırsa] Kürdün bu inkişaf-ı mesudundan [mutlu gelişiminden] evvelemirde müstefit olacak [yararlanacak] olan yine Türk milletidir. Harsen, medeniyeten Kürtten daha müterakki [ilerlemiş] olan Türk, Kürdün menâbi-i servetinden [zenginlik kaynaklarından] istifade eder, Türke hücum edecek harici düşman karşısında, Türkün muntazam teşkilat-ı askeriye ve medeniyesine girmiş, öteden beriden toplanmış ve Türkün hesabına teçhiz edilmiş Kürt askeri yerine vazife- i askeriyelerini tamamıyla müdrik, zapturapt altına alınmış ve memleketleri hesabına teçhiz ve iaşe edilmiş, Türk gibi gaye ve mefkûre sahibi, izzet- i nefse malik, muntazam Kürt kıtaatı bulacaklardır.”

Şükrü Sekban, çözümün o zamanki anayasa olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 22 ve 23. Maddelerinde olduğunu, bu maddelerdeki Umumi Müfettişlik kurulması (bunu genel valilik olarak anlamak gerekir.) zikrederek tek bir ek öneride bulunuyor Genel Müfettiş –Vali– Kürt olsun. Vilayet İdaresi Kanunu’nun da buna cevaz verdiğini belirterek bu Genel Müfettişin TBMM tarafından seçilebileceğini, azlinin de belirli bir prosedüre bağlanabileceğini dile getiriyor. Seçilecek kişinin parlamentodan veya bürokrasiden biri olabileceğinin de altını çizer. Böylece “…ordu ve siyaset-i hariciye ve alelumum mesail-i müşterekenin halli Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetine ait olacağı için her türlü tohum-i iftirakın [ayrılık tohumlarının] saçılmasına da müsait bulunmayacaktır.”

Kürtlerin Misak-ı Millisi: ‘Lisan-ı Millimize Hâkim ve Mahsul-i Sayımıza Mutasarrıf

Şükrü Sekban’ın 1923 yılında “Kürtlerin Mi sak-ı Millisi” olarak ifade ettiği siyasi talepler aslında çok kısa bir listedir. Hâlâ siyasi krizlere yol açan “lisan-ı milli” yani “anadil hakkı” o dönemde de ilk taleptir.

“Türkler, ne derlerse desinler ve ne düşünürlerse düşünsünler biz Kürtler de ‘lisan-ı millimize hâkim ve mahsul-i sayımıza mutasarrıf olmak’ istiyoruz. Bizim bugünkü ve yarınki ahd ve misak-ı millimiz de bu cümlede hülasa edilebilir.”

90 yıllık süreçte bir arpa boyu yol almak böyle bir şey olsa gerek. Üstelik bu önerileri 90 yıl boyunca siyasi olarak tartışmak bile ortalığı ayağa kaldırmaya yetti. Binlerce cana mal oldu. (Şimdi de Barış Sürecinde ve demokratikleşme paketinden “özel okul hakkı” olarak ortaya çıktı.)

Aynı mektupta Şükrü Sekban, Kürtlerin ayrı bir millet olduğunu vurgular. Özellikle eğitim yoluyla asimilasyonun mümkün olamayacağını, Kürtlerin güçlü bir milli dayanışma duygusunun olduğunu, nasıl ki Almanlar Polonyalıları asimile edemedilerse Kürtlerin de asimile edilmesinin imkânsızlığını dile getirir. Hatta şu ifadeyi kullanır. “Kürtlerin Türkleşmesi ne kadar tatlı bir hülyadır.”

İstek net ve yalındır. Kendi Kürt kimliğimizle, anadilimizi kullanarak birlikte yaşayalım. Kürdistan coğrafyasına bürokrasisi veya TBMM’de görev yapan ve TBMM tarafından seçilen bir “Kürt”, genel vali olarak atansın. Böylece birlikte yaşamanın koşulları oluşmuş olacaktır.

Sonuç olarak Şükrü Sekban’ın, Kürtler adında 1923 yılında talep ettiklerini şu şekilde özetlemek mümkündür. Ayrı bir millet olan Kürtler, kendi Kürt kimlikleriyle ve kendi anadillerini kullanarak, Türklerle birlikte yaşamak ve kendi emek ve üretiminden de istifade etmek istemektedirler. Kürtlerin yaşadığı coğrafyada Anayasanın (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun) ve Vilayet İdaresi Kanununun izin verdiği bir tür “genel valilik” kurulabileceğini, genel valinin üst düzey bürokratlar veya milletvekilleri arasından TBMM tarafından seçilebileceğini, tek koşulun bu kişinin Kürt olması ve görevden alınmasının da belirli koşullara bağlanması olduğunu belirtir. Bu tarz bir yönetimde ordu, dış ilişkiler ve ortak bütün konularda yetkinin TBMM hükümetine ait olacağının da altını çizer. Gevşek bir federatif idari yapı talep edildiği anlaşılmaktadır. Amaç Kürt kimliği ile ve farklılıklarla birlikte yaşamak önerisidir.

“Kürt Milleti”nden Kürtlerin Türklüğü’ne…

Bütün bu talep ve beklentiler ifade edildikten, Kürtlerin ayrı bir millet olduğu, anadillerini kullanmaları gerektiği belirtildikten ve gevşek bir federasyona benzer bir yönetim önerisi yaptıktan 10 yıl sonra, Şükrü Sekban Fransa’da küçük bir kitapçık yayınlayacak ve şaşırtıcı bir şekilde, Kürtlerin aslında Turanî bir kavimden, Türklerle aynı soydan geldiğini yazacaktır.

Bu kitapçık ve iddia hâlâ tartışılır. Kürt hareketi içinde döneklik ve kendi çıkarı için davayı satmak olarak düşünülür. Çeşitli tahminler ortaya atılmıştır. Kimisi Şükrü Sekban’ın Türkiye ile belirli bir maddi çıkar karşılığı anlaştığını, kimisi Cumhuriyet’in 10. yılı sebebiyle çıkarılacak genel aftan yararlanmak arzusunda olduğunu, kimisi Çerkez eşinin İstanbul hasreti nedeniyle bu kitabı yazdığını belirtir. Tahmin edilebileceği üzere çok ağır eleştiriler yöneltilir. Şükrü Sekban, hemen değil, ancak 6 yıl sonra, 1939’da Türkiye’ye dönecek ve 1960’taki ölümüne kadar Türkiye’de sessiz sedasız yaşayacaktır.

Kitapçık 1933 yılında kaleme alınmış ve Fransızca olarak Paris’te yayınlanmıştır. Kitabın üzerinde Fransızca okunuşuyla “Dr. Chukru Mehmed Sekban ismi okunur. Kitapçığın Fransızca adı La Question Kurde: Des problèmes des minorités[2] şeklindedir.

Şükrü Sekban, Kitapçığın hemen girişinde, “Tam bir fikir edinmek ve ileri süreceğim husus hakkında doğru bir hükme varabilmek için, sanıyorum ki Kürt halkının (a.b.ç.) tarihini kısaca tahlil etmek yerinde olacaktır.” dedikten sonra yabancı kaynaklar kullanarak “Kürt tarihinin” ne kadar eskiye gittiğine değinir. İlginç olan, Kitapçığa eklenen haritaya da vurgu yaparak, o dönemdeki Türk Tarih Tezinin, yani Türklerin Orta Asya’dan başlayan ünlü göç hikâyesinin Kürtler için de geçerli olduğunun anlatılmasıdır. Şu ilginç tespiti yapar: “…tamamen ilmî olan bu olayların ışığı altında,

Kürtler asla arî değildir; sâmî de değildirler. Bazı, , Alman bilginlerinin iddialarına göre Kürtler turanidir. Hakikaten, Kürtlerin Asya içinde dağılışlarını kolaylıkla takib edebildiğimiz bugünkü coğrafî haritayı göz önüne getirirsek. Alman yazarlarının noktai nazarlarının doğru ve sahih olduğunu rahatça anlarız.

Bu hususta en yeni ve en mevsuk harita (harita kitap kapağındadır), 1931 yılında birinci cildi intişar eden Kısaca Kürt ve Kürdistan Tarihi adili eserin kıymetli yazarına aittir.

Bu haritadan Kürtlerin dağılışı takib edilirse, onların Orta-Asya’dan, Karakurum ovaları civarından iki istikamette hareket ettiklerini müşahede ederiz.”

Şükrü Sekban tam bu aşamada hükmünü verir. Kürtler de Turanî bir kavimdir, aynı soydan gelmektedir. Antropolojik olarak Türkü ve Kürdü ayırtetmek zordur:

“Tarihin en eski devirlerinde bile, Türklerin bugünkü Orta-Anadolu’da mevcudiyeti de, Kürtlerin Turani menşeli olduklarını doğrulamaktadır. Belki de aynı şartlar, bu iki “kardeş çocuklan” kavmin son fertlerine kadar göç etmelerini zorunlu kılmıştır.

Antropolojik bakımdan, saf Türk olan Türkmen İle Kürdü ayırd etmek güçtür.”

İdrisi Bitlisi’ye atıf yaparak sağlam Kürt Türk dostluğunun Yavuz Sultan Selim döneminde başladığını vurgular.

“Yavuz Sultan Selim, dostu ldrisi-Bitlisi’nin bu teklifini kabul etmişlerdir. İşte böylece. Türklerle bir ve müttehit olan Kürtler için de, bir sulh, nizam ve büyüklük devri başlamıştır.

Sonra, bir asırdan az bir zaman zarfında, aynı kandan olan bu iki kavmin tabiî beraberliği sayesinde Türkler, doğuda olduğu gibi batıda da, muhteşem hamlelerle yürüyüşlerine devam etmişler ve dünyanın en büyük imparatorluklarından birini kurmuşlardır.”

Bu noktadan sonra Şükrü Sekban, II. Meşrutiyet’ten itibaren yer aldığı Kürt hareketinin Türkiye’den ayrılmak gibi bir amaç gütmediğini, bu durumun I. Dünya Savaşı’nda da devam ettiğini belirtir. Savaşın ardından Mütareke Döneminde de Kürtlerin Türklerden, Kürdistan’ın Türkiye’den ayrılmak gibi bir zorunluluğa inanmadığının altını çizer:

“…Bir Kürt milliyetçisi olmakla iftihar duyan ben de, bütün hayatım boyunca Türkiye’den ayrılmayı asla hatırıma getirmedim. Bu, Kürdistan’ın bağımsızlığını istemediğimden değildi; böyle bir heves, imkânsızı ve faydasızı taleb etmek demekti. Kuvvetle inanıyordum ki Türkiye’den ayrılmış bir Kürdistan, manen ve maddeten yaşayamazdı. Benimle beraber çalışanların hepsi de vicdanen bu kanaatte idi.”

… Sonraki hadiseler de göstermiştir ki, bağımsız bir Kürt Devletinin kurulması, Kürt halkının gerçek menfaatleri yönünden bir felâket, bir yıkım olurdu. Bu kadar vahim bir hükmün icabettirecegi zaruri halleri burda belirtmekten kaçınacağım. Âdetim veçhile ihtiyar ettiğim samimî tutuma rağmen, her türlü yanlış anlama meydan vermemek için ketumiyetimi muhafaza edeceğim.

Esasen, bütün dünyadaki iktisadî ve siyasî temayüller, Devletlerin konfederasyonlar teşkil etmeleri yönünde olup, onların ayrılmaları yönünde değildir.”

Kürtçe –Anadilde– Eğitimden Vazgeçmek…

Şükrü Sekban, konuyu, Birikim’in önceki sayısındaki yazımda ele aldığım, 1923 yılında Beyrut’tan yazdığı ve Kahire’de yayınladığı Kürtler Türklerden Ne İstiyor? adlı risaleden söz ettikten sonra, konuyu anadil ve anadilde eğitim bahsine getirir.

“…ben de, önceki sahifelerde zikrettiğim mektubumda özetlediğim isteklerimiz arasında, bilhassa öğretimde Kürt dilinin tanınması üzerinde durmuştum. Bu, son senelere kadar, hepimiz için bir idealdi.

Bu bir kapris miydi? Sanmıyorum. Uzun ve derin bir düşünceden doğan bir iman mıydı? Bu da değildi. Bencileyin, bazıları, Kürtlerin medeniyet seviyelerinin, eğitim ve öğretimde onların dili kullanılmadan yükseltilmeyeceğine inanıyorlardı. Bazıları ise, Kürtler dillerini kullanmazlarsa, kolayca eriyip gideceklerdir, düşüncesinde idi. ”

Ancak şaşırtıcı olan, bu noktadan itibaren anadilde eğitim, yani Kürtçe eğitim fikrinden neden vazgeçildiğini şu cümlelerle izah etmesidir:

Okul öğretmenlerinin mükemmel, okul kitaplarının kusursuz, öğretim kadrosunun takdire değer şevki ile desteklenen hükümetin hüsnüniyetinin de tam olduğunu farzedelim; iyi ama, bu okullardan mezun olanlar, okul tedrisi bitince ne okuyacaklar? Hiç. Bugüne kadar, okul kitaplarının dışında, ancak on iki kadar broşür ve kitap neşredilmiştir. İtiraf edelim ki bu kitap ve broşürler ise asla ameli bir değer ifade etmemektedir.

“Mütarekeden beri, Irak’ta Süleymaniye’de, sekiz seneden beri de, bu ülkedeki Kürtçe konuşan sancaklarda, tedrisat dili Kürtçedir. Bu tarz öğretim ve eğitimden elde edilen neticeler ise kati olarak hiç mesabesindedir.

İlkokullardan mezun olan bu zavallıların, daha sonraları da okunacak eserler temin etme ümidi yoktur. Bu hale göre, kültürde de ilerleme yok demektir.

Bu durumda, medeniyet sahasında çok geri kalmış bir kavim olarak Kürtler, çocuklarını okutmamak suretiyle uğradıkları kaybı, zamanın en mübrem ihtiyaçlarına bile kâfi gelmeyen bir dil ve bir kütüphane ile nasıl telâfi edebilirler? Bugünden başlamak suretiyle, bir asırlık bir zaman süresi içinde, en iyi şartlar altında gelişecek bir Kürt dili bile, kültürlü devletlerin seviyesine ulaşmağa yeterli olmayacaktır.”

Öte yandan 1928 yılında Latin Alfabesine geçilmesini Kürtler açısından da bir şans olarak görür.

“… bu temel reform ve ulaşılmak istenen hedef bize, öğretimde Kürt dilinin kullanılmasını temelli olarak unutturdu. Netice ümid edildiği gibi oldu. Kürt halkı da kültürden nasibini alıyordu. Zaten bütün mücadelelerimizin, didinmelerimizin tek bir hedefi vardı: Kürdü cehaletten ve fakirlikten kurtarmak.”

Sonuç olarak anadilde eğitim konusunda şu cümlelerle hükmünü verir.

“Namuslu insanlar olarak itiraf edelim ki, bizim Kürt halkının kendi diliyle eğitmek zarureti hususundaki inancımız artık iflâs etmiştir. Netice olarak bu konudaki halk akidesi iflâs edince, ihyası da düşünülemez.”

“Kardeş Çocukları Olarak Kürtlerin ve Türklerin Irk ve Milli Birliği…”

Kürtlerin en kalabalık olduğu ülkenin Türkiye olduğu, Türk-Kürt siyasi birliği olduğu, Türklerle Kürtlerin aynı ırktan geldiği, böylece Kürtlerin de Türk Milletini teşkil edeceği vurgulanır.

“Kürtler, diğer yerlere nazaran Türkiye’de daha kalabalıktır.

Fakat denecektir ki, biz Türkiye’de böyle sözde bir azınlık bilmiyoruz. Burada bir Kürt azınlığı mevzubahis edilemez. Her vesileyle, Türk devlet adamları, açıkça ve yüksek sesle, ‘Kürt unsuru, Türk halkı ile beraber Türkiye’yi idare etmektedir’ beyanında bulunmaktadır; bu doğrudur, fakat dört asrı mütecaviz bir zamandan beri rol oynayan Türk- Kürt siyasi birliğinin tek taraflı bir beyanıdır. Kanaatimce, Kürtlerin de, bir ortak olarak, aynı tonla, kendi rızalarıyla, siyasi olduğu kadar milli birliğin vazgeçilemez zaruretini müdrik olarak bunu ilân etmeleri lâzımdır. Dört ay kadar önce, en büyük milletlerden birinin yeniden teşkilâtlanmasından bahsederken, büyük devlet adamlarından birinin dediği gibi: ‘Devletlerin temelini ancak ırk birliği temin edebilir.’

Kürtler de, Türklerle aynı ırktan olduklarına göre, birleşmekle, yeni Türk Milleti’ni teşkil edeceklerdir; bu milletin canlı ruhu, bundan böyle, sadece bir ideal için çarpan kalplere ateş ve canlılık verecektir. Hiçbir kuvvet, ‘kardeş çocukları’ olan bu iki halkın birleşmesini ve kaynaşmasını engelleyemeyecektir.

Üstelik, din birliğinin de yardımıyla, örf ve adetlerin meczedilmesi, birbirleri arasındaki iktisadi tesanüd, idari ve adli müesseselerin aynı oluşu, onları bir kalıpta öylesine şekillendirmiştir ki, bazen birini diğerinden ayırt etmek güç olur…

Hakikatte Türk, Kürt birer isimden başka bir şey ifade etmezler; bizim aile adımız Turanî’dir.

Aynı ırktan olma hissi ve Turanîlik gururu, onları kendi canlılıkları içinde, geçmiştekinden çok daha parlak bir hayata, mukadderata götürecektir.”

10 yıl arayla yazdığı her iki risalede Mustafa Kemal’in rolünü hep olumlu tasvir eder:

“Bu iki halkın, iktisadî tesanüd, ırk ve din birliği, müşterek kültür gibi çeşitli siyasi ve milli birlik faktörleri dışında çok kuvvetli, kudretli bir faktörleri daha vardır: bu, Gazi’nin yüksek şahsiyetidir.

Gerçekten devlet idaresinin en yüksek kademesinde Gazi Mustafa Kemal gibi bir lidere sahip olmak, bir millet için bir saadet, bir hazinedir. O’nun Türkiye’de gerçekleştirdiği reformun nimetlerinin vüsatini hiç kimse inkâr edemez. Bu, O’nun için asla solmayacak ve zamanla da muhteşem vüsatinden hiç kaybetmeyecek büyük bir şereftir…

Burada, en kanlı ve utanç verici olayların müşterek tarihimizi kirlettiği çok yakın tarihin acı hatıralarını, bundan böyle ifa edecekleri asil görevle bütün millete unutturmanın ve Gazi’nin yüksek idaresinde, yeni Türk Milleti’nin ateşin ruhundan ilham alarak Cumhuriyetlerinin ‘Refahı’ için, memleketlerini yeniden teşkilâtlandırmanın şuuruna varan güzide Türk münevverlerine heyecanlı bir çağrıda bulunmayı fazladan sayarım.

İşte bu samimi düşüncelerin ışığı altında, bir art düşünceden uzak ve taraf tutmadan, kan kardeşlerim olan Türkiye Kürtlerini, şöhretli liderleri Mustafa Kemal’in pek mahirane bir şekilde çizdiği yola, davet ediyor ve maddi refah bulacakları bu yolu takiple görevlendiriyorum.

Türkiye’nin kaderini tayin eden adamın, liderin çizdiği yoldan şunu kastediyorum: Geçmiş ile mutlak olarak alakayı kesmek, milleti aynı düşünce ve zihniyet içinde kaynaştıracak olan tek bir ideal beslemek, memleketi yeniden teşkilâtlandırmak, çağdaş ilimlerin yeni gelişmelerinden milleti zenginleştirmek ve bu suretle, yeni Türkiye’yi ‘kültürce ilerlemiş devletler’ grubuna sokmak..”

Kürt Sorununun Halli İçin Tek Çare…

Kitapçık şu paragrafla sona erer.

“Sanıyorum ki, bu kısa maruzatımla, beni, kendilerinin Kürt milliyetçiliğini alevlendirdikten sonra Türkiye’yi terk etmekle itham eden hemşerilerime karşı da vazifemi ifa etmiş oldum.

Temenni ederim ki, bu tezimi okuyanlar da, milli hayattaki daimi gerçeklerin mevcudiyetini unutmayarak, onun her türlü gizli maksattan uzak olarak hazırlandığını kabul ederler. Bu şartlar içinde, eminim ki, fikirlerinde en sebatlı olanlar bile, tezimde, kendilerini daha müsamahakâr olmağa sevk edecek hazzı bulacaklardır.

Türkiye dışında kalan Kürtlere gelince, mutad açık sözlülüğümle diyeceğim ki, onların yapacakları şey, bağlı oldukları devleti teşkil eden kuruluş unsurlarıyla çok iyi bir anlaşma içinde yaşamak, hükümetlerine hiçbir surette güçlük çıkarmayıp, bilâkis memleketlerinin iktisadî ve kültürel kalkınması için bütün hüsnüniyet ve yardımlarını esirgememektir.

İşte Kürt Sorunu’nun halli için bulabileceğimiz en iyi ve en devamlı çare budur. Ümit ederim ki, ilgili milletler de, yakın bir gelecekte, bu hal çaresinin meyvelerini alacaklardır. Ben de, hudutların ötesinde, benden uzak eski hemşerilerim için, Türkiye’nin iktisadi, sosyal ve siyasi refah yolundaki azimli yükselişinde en iyi bir geleceği temaşa ederken, siyasi hayata veda ediyorum.”

Şükrü Sekban’ın Kitabının  Yeninden Keşfi…

İlk baskısında Şükrü Sekban’dan söz edilirken “…senelerce iki kardeşi birbirinden ayırmağa çalışan, fakat sonradan gerçeği gören..” kişi olarak söz edilir.Şükrü Sekban’ın kitabı yayınlandığı dönemde aslında çok ilgi görmez, Kürt çevrelerde de sınırlı bir tartışmaya neden olur. Ancak Şükrü Sekban’ın bu eseri, ilginçtir, yayınlandığı zaman değil, yaklaşık 35 yıl sonra 1960 darbesinden sonra, 1971 darbesinden önce, Kürt hareketinin ciddi bir şekilde canlandığı sırada hatırlanacak ve Kürtlerin Türk olduğunu da kanıtlamaya çalışan bir dergi olan Belgelerle Türk Tarihi Dergisi tarafından çevrilerek basılacaktır. Daha sonra Kürtlerin Türklüğünü kanıtlamaya çalışan bir kurum olan Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü de bu eseri tekrar tekrar basacaktır. Kitabın ilk çevirisi yayınlanırken, bir Kürdün, üstelik bir dönem Kürtleri ayrı bir millet olarak kabul ve takdim etmiş bir Kürt milliyetçisi olan Dr. Şükrü Sekban’ın sonradan “gerçeği görmesinin” altı özenle çizilecek ve defalarca yayınlanacaktır.[3]

Kon Yayınları’ndan yapılan baskısında ilk baskısı 30 sayfa olan kitap eklemelerle 163 sayfaya çıkacaktır. Baskılarının darbe veya post-modern darbe sonrasında olması elbette rastlantı olmasa gerek.

“…Patlıcandır Ama Sen Kabak Diyebilirsin!”

Asıl soru şu: Ne oldu da Şükrü Sekban, 1923 yılında Kürtleri ayrı ve farklı bir millet olarak ele alırken, 1933’te birden Türklerle aynı kökten Turani bir kavimden geldiğini, ırken ve millet olarak kardeş olduklarını öne sürdü?

1923’te anadilin hayati bir önem taşıdığını, Kürtlerin Misak-ı Millisi olduğunu söylerken, 1933’te Kürtçe eğitimin gereksizliğini neden savunmaya başladı? Şükrü Sekban Bey neden bu denli radikal bir dönüş yapmıştır? Türklerin gerçeği görmek, Kürtlerin ise döneklik olarak nitelediği bu değişim gerçekten ilginçtir. Aslında değişimin nedeninin ne “milli hidayete ermek” ne de “teslimiyet” veya “döneklik” olduğu anlaşılıyor. Sekban, yıllar sonra, bu konuda güvenilir bir referans olan Musa Anter’e, bu kitabı neden yazdığını anlatacaktır. Amacı daha fazla Kürdün ölmesinin ve öldürülmesinin önüne geçmek gibi insani bir hassasiyettir. Anlaması çok kolay bir insani refleks ile bunu yapmıştır.

Adeta Türklere, sizin “ırken” ve “millet” olarak kardeşiniz olan aynı soydan gelen Kürt kardeşlerinizi vurmayın, öldürmeyin demenin bir yoludur bu. Kürtlerin ve Türklerin Turanî bir kavimden, aynı kökten geldiğini vurgularken, kardeşin kardeşi vurmasını engellemenin bir yolu olarak düşünmüştür. Yıllar sonra, Musa Anter ile konuşurken, bu durumu oldukça yalın bir şekilde şöyle ifade etmiştir:

“1925’te Kürdistan sahipsiz kalmış; her türlü zulüm ve soykırıma tabi tutuluyordu. Ne Avrupa’dan ne de İslam aleminden en ufak himaye ve protesto geliyordu. Tüm insiyatif Ankara’nın faşist hükümetine kalmıştı. Biz de dışarıdan bir şey yapamıyorduk. Aslına bakarsan, Türklerin isyan bildiği hareketler, Atatürk’le yapılan antlaşmaların yerine getirilmemesine bir reaksiyondu. Çünkü Kürtler, gaddar İttihat Terakki Partisi ve padişahlardan kurtulup, Cumhuriyet kurulduğunda çok insani davranışlar bekliyordu. Fakat baktılar ki, Cumhuriyet idaresi Kürtlere daha ağır baskılar getirdi. İşte ben Nuri Sait Paşa’yı İstanbul’dan tanıdığım için kendisinin Kral I. Faysal döneminde Irak’ta kurduğu kabinede sağlık bakanı oldum. Herhalde üzüntüden olacak ki, verem başlangıcı bir zaafiyet geldi. Almanya’ya tedaviye gittim. Alman gazeteleri her gün Türkiye’deki vahşi olayları yazıyorlardı. Bu üzüntüler içinde şöyle düşündüm: Yahu, Ankara’nın cahil ricali bütün dünya ‘Türk’ diyorlar, bari ben de ‘Kürtler Türktür’ diyeyim de, belki Kürtlerin üzerindeki bu zulüm hafifler. İşte bu sahte ve uyduruk kitabımı bu fikirle ve hastahanede bana gelen kâğıt peçeteler üzerine yazdım. Hastaneden Sonra çıktıktan sonra, Paris Sorbon Üniversitesi’nin matbaasında da bastırdım. Ama arkadaşlarım çok üzüldüler. Dönüşte Şam’da Celadet Bedirxan’la birlikte yemek yiyorduk. Bize, tanımadığım bir Arap yemeği geldi. Celadet Bey’e ‘Bu Nedir’ diye sordum. Dedi ki ‘Doktor, patlıcandır ama sen kabak diyebilirsin!..’ Anladım ki Celadet Bey benim kitabımı kastediyor. Sonra daha basit tenkitler de ileri sürüldü. Güya ben İstanbullu Çerkez karımın etkisinde kalmışım. Karımın İstanbul hasreti yüzünden kitabı yazmışım ve gayem Atatürk’ün affına uğramakmış … Halbuki yemin ediyorum böyle bir şey yoktu.” Musa Anter; Hatıralarım (İstanbul: Doz Yayınları, 1990), s.74-75.[4]

Kürtleşen Türkler…

Devlet 1916’dan itibaren, Türklere yayın ve eğitim propagandasıyla, Kürtlerin de kafasına vura vura, aslında Kürtlerin Türk olduklarını inandırmaya çalıştı. Bu konuda, özellikle 1960 darbesinden sonra çok yoğun bir faaliyet başladı. Ciddi ciddi ve sözde akademik olarak mesai harcanan konuların başında, bazı Türklerin ve Türk aşiretlerinin asıllarını unutup nasıl değiştikleri ve kendilerini Kürt zannetmeye başladıkları üzerine kuruluydu.

Şükrü Sekban’ın 1923’te Kürtler Türklerden Ne İstiyor? diye yazdıktan sonra, 1933’de Kürt Sorunu adlı bir başka kitapta yazdıklarının hepsini geri almasını ilk anda anlamak gerçekten güç görünüyor. Kendisinin buna getirdiği açıklama da tatmin edici veya hak vermeye yeterli görülmeyebilir. Ancak Birikim’in ileriki sayılarında da söz edeceğim gibi, daha 1922 yılında “Kürtlüğünü inkâr edip (!) Türklüğünü vurgulayan ve bu konuda Ankara’ya mektup yazan ve mektubu bir kitapçık olarak 1922 yılında yayınlanan Kürt aşiretleri de var. Onların da benzer insani amaca dayandıkları görülüyor; hayatta kalmak!


[1] Bu tanımlama bir tekerleme gibi “kart-kurt-kürt” şeklinde tekrar edilip duracaktır. Bu konuda araştırmalar yapan yetkili araştırıcının ifadesi ile, Kürt adı “yatkın kar sertleşmiş kar”, “yazları dağ başlarında bulunan ve geç eriyen kar” anlamına gelmektedir. Yine aynı kişiye göre, “tipi veya boranın çukur yerlere doldurduğu ve sertleşerek uzun zaman kalan kar yığını anlamına gelmek üzere kullanılan kurtuk/kürtlük sözü de” vardır. Ayrıca Orta Asya ve Kuzey Türk dillerindeki “kar” demek olan “kürt” sözü ise, yatkın kar ve sertleşmiş karın üzerinde yürürken çıkan “kürt, kürt” gibi sesten gelmektedir.” [Dr. İbrahim Etem Gürsel; Kürtçülük Gerçeği (İstanbul: Kömen Yayınları, 1977) s.8]

[2] Dr. Chukru Mehmed Sekban; La Question Kurde: Des problèmes des minorités (Paris: Les Presses Universitaires de France, 1933) Metin içindeki alıntılar kitapçığın şu çevirisinden alınmıştır: Dr. Şükrü Mehmet Sekban; Kürt Sorunu (Ankara: Menteş Basımevi, 1970) Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, yayın: 3.

[3] Dr. Şükrü Mehmet Sekban; Kürt Sorunu (Ankara: Menteş Basımevi, 1970) Belgelerle Türk Tarihi Dergisi-Yayın: 3; Dr. M. Şükrü Sekban Kürt Meselesi (Ankara: Kon Yayınları, 1979); Dr. Şükrü Mehmet Sekban; Kürt Sorunu (Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1981) 4. baskı; Dr. Şükrü Mehmet Sekban; Kürt Sorunu (İstanbul: Kamer Yayınları, 1998); Dr. Şükrü Mehmet Sekban; Kürt Sorunu (İstanbul: Kum Saati Yayınları, 2006); Dr. Şükrü Mehmet Sekban; Kürt Sorunu (İstanbul: Bilge Karınca Yayınları, 2009).

[4] Musa Anter’in benim tespit edebildiğim diğer baskıları şöyle: Diğer baskılar: Musa Anter; Hatıralarım, 2. baskı (İstanbul: Yön Yayınları, 1991) 246 sayfa; Musa Anter; Hatıralarım, 2. cilt (İstanbul: Yön Yayınları, 1992) 197 sayfa; Musa Anter; Hatıralarım (Avesta Yayınları, 2000) 399 sayfa; Hatıralarım Ape Musa (Avesta Yayınları, 2007) 399 sayfa; Musa Anter; Hatıralarım (Diyarbakır: Aram Yayınları, 2011) 365 sayfa (1. ve 2. cilt tek ciltte); Musa Anter, Hatıralarım, (Aram Yayınları, 2013) 404 sayfa.

Bu değişimin değerlendirildiği bir yazı için bkz. [Mehmet Ali İzmirli; “Doktor Şükrü Mehmet Sekban Bey”, Esmer, No: 3 (Mart 2005) s.30]