Kadına Şiddet 

Dünya Sağlık Örgütü (WHO), 2002 yılında şiddeti şöyle tanımlamıştır: “Kendine, bir başkasına veya bir gruba veya bir topluluğa karşı; bilerek/kasıtlı olarak uygulanan; tehdit biçiminde veya yaşama geçirilmiş olan; yaralanma, ölüm, psikolojik hasar, gelişme bozukluğu veya yoksunlukla sonuçlanan veya sonuçlanması olasılığı yüksek olan; fiziksel şiddet veya güç kullanımı”dır. 

Şiddet olgusu, uluslararası (sözüm ona) her türlü çabalara rağmen, tüm hızıyla devam eden ve kapitalist üretim ilişkileri var olduğu sürece içinden çıkılması mümkün olmayan ciddi bir toplumsal sorundur. “Şiddet”i çok boyutlu bir kavram olması itibariyle herhangi bir tanımla tanımlamak zordur. Şiddetin fiziksel, ekonomik, psikolojik, sosyal, cinsel vb. birçok boyutu vardır. Şiddet salt kadına yapılan ve fiziksel zarar vermek eylemi gibi düşünülmemelidir.  

Günümüzde kadınaşağılanan, cinsel saldırıya uğrayan, ikincil duruma düşürülen, Nazım Hikmet’in deyimiyle soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelenhayatı altüst olan, gerektiğinde bir eşya ve mal olarak kullanılan, satılan ve psikologların bile tedavide zorlandıkları pratiklere maruz bırakılan anamız, eşimiz, kız kardeşimiz ve çocuğumuzdur. Şiddet, toplumsal bir referans gibi düşünülmüşse, bu olgu, toplumsal yaşamın bir zaafiyeti olarak görmenin dışında başka formları da gündeme getirmek gerekecektir. Şiddeti cennetten çıkan dayak olarak tanımlayan toplumsal yapının çürümüşlüğü ve bunun dışında kalan verilerle ilgili bilgileri kısa ve öz olarak anlatmaya çalışacağız. 

Kapitalist üretim sisteminin özünde var olan krizler, savaşlar ve yıkım sonucu meydana gelen ekonomik, sosyal, toplumsal, siyasal ve ekolojik krizler dünya nüfusunun yarısından çok daha fazlasını yoksulluk, açlık, sefalet ve hastalıkla boğuşmasına neden olmuştur. 1960’larda uygulama alanını bulan kapitalizmin en yabani, en insafsız, en vahşi modeli olan neoliberalizm ile yeni sömürgecilik biçimleri, doğa talanı, küresel iklim krizleri, yoksulluğun büyük boyutlara ulaşması sonucu sınıflar arası uçurumun derinleştiğini görüyoruz.  

Bugün dünyanın 26 zenginin geliri, dünya nüfusunun 50’sinin gelirini aşmış durumdadır. En zengin 10 ülkenin geliri, en yoksul ülkenin gelirinin 77 katıdır. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi dünya ülkelerinde aşırı sağın yükselmesi, radikal dinin revaçta olması, Derya Aydın’ın dediği gibi “şiddetin gittikçe daha çıplak ve yaygın” [1] hale gelmesi, bu krizin derinliklerini açıklamaya yeterli olacaktır. Ve ne büyük çelişkidir ki, kapitalist krizler derinleştikçe, sağ siyaset yükselmekte ve iktidarlar daha çok şiddet eğilimine girerek otoriterleşmektedir. Sağın yükselmesi, milliyetçiliği, ırkçılığı körüklerken bunlarla bağlantılı ötekileştirme, terörize etmek türü formlar yoğunluk kazanmaktadır.   

Günümüzde kapitalist üretim ilişkileri sonucu meydana gelen sömürü ve şiddetten her kesim nasibini almıştır. Yoksulluğun gittikçe derinleşmesine paralel şiddetin daha çok yaygın ve çıplak hale gelmesinden en fazla etkilenen kadınlar olmuştur. 

Yeni savaş ve sömürgelerde kadın bedeni 

Kapitalizmin yeni sömürge pratikleri ve neoliberal politikaları yerleştirmeye çalıştırdığı Afrika, Ortadoğu ülkeleri ile Uzakdoğu ve Asya’da Yeni Gine, Nepal ve Hindistan gibi ülkelerde kadınlar üzerinde uygulanan baskı, şiddet, taciz, tecavüz ve ölümlerin salt kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklı uygulamalarla değil, aynı zamanda krizin sürekliliğini de sergilemektedir. Şiddet ve sömürünün bu coğrafyalar dışında örneğin Latin Amerika’da da artış göstermesi, işsizlik, sınıflar arası uçurum, güvencesizlik, ekolojik tahribat, doğanın talanını vb. yıkımları da aynı oranda etkilemiş olmakla birlikte sınıfsal karakter arz eden bu tür tahribatlar, yoksullarla zenginleri aynı oranda etkilememiştir. Dolayısıyla baskı, şiddet ve sömürüye karşı direnen kadınların ortaya koyduğu tepkilere verilen karşılık yani saldırıya konu hedef tahtasına konan kadınları eşit bir şekilde etkilememiştir. 

Son geçtiğimiz yarım yüzyıldan bu yana küresel emperyalizm, yeni tip sömürge konseptinde uzun vadeli, düşük yoğunluklu, az maliyetli, düşük politik riskli savaşları tercih etmiştir. Küresel güçlerin, eskisi gibi askerlerini uzak diyarlara göndermekten çok, bölgesel ülke güçleriyle savaşları yürüttüklerini görüyoruz. Ortadoğu’da Türkiye, İsrail, Katar, BAE, Suudi Arabistan vb. ülkelerin resmi ve gayrı resmi güçleriyle, savaşa konu ülkelerin paramiliter güçleri aracılığıyla yaratılan krizler yine en çok kadınları etkilemiştir. Örneğin IŞİD’in Irak ve Suriye’de esir aldıkları kadın ve kız çocuklarına uyguladığı zorla alıkoyma, işkence, taciz ve tecavüzlerin ardından açık pazarlarda satılması bunun tipik örneğini oluşturuyor. Yine aynı şekilde 2014 yılında Kuzey Irak’ta Şengal’de Êzidi kadınların alıkonulması, ırzlarına geçilmesi ve satılması türü kan donduran sahneleri neoliberalimin sömürge arzusunun kadın düşmanlığı ile birleştirmesi sonucunun bir başka örneğidir. 

Kadınlar salt savaş ve sömürgecilik nedeniyle bu tür saldırıların hedefi haline gelmiyorlar. Küresel alanda gittikçe artan eşitsizlik, gelir dağılımındaki uçurum nedeniyle de hedef haline gelebiliyorlar. Bu krizler, hiç şüphesiz yalnızca bölge insanını etkilemekle sınırlı kalmamaktadır. Değişik ton ve renkte bu etkiler küresel güçlerin bulunduğu batı ülkelerinde de hissedilmektedir. Batı, sadece büyük yığınların oluşturduğu göçmen krizlerini geçiştirmekte yeterli kalmamakta, aynı zamanda savaşlara ilişkin ülkelerin dış politikaları ile ilgili iç siyaseti de derinden etkilemektedir. Örneğin, Suriye ile Ortadoğu’nun farklı ülkelerinde süregelen savaşlar, ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya vb. ülkelerin bu savaşlar üzerinde kapışmasına neden olmakla bu ülkelerin sadece dış siyasetini değil, aynı zamanda iç siyasetini de etkilediğine şahit oluyoruz. ABD’nin 2019 tarihindeki Türkiye’nin Suriye’de Rojava bölgesindeki işgalindeki rolü nedeniyle Trump iktidarıiç siyasetteki dengelerin değişmesi ile ilgili politikaları nedeniyle hedef tahtasına konulmuş ve 2020 seçimlerinde mensubu olduğu Cumhuriyetçi Parti’nin seçimleri kaybetmesine yol açmıştır. Olup bitenler bunlarla da sınırlı değildir. Mağdur ülkelerde anarşi, talan, yağmalamalar, mesken yerlerine kadar varan silahlı çatışmalar, sivillerin canlı kalkan olarak kullanılmasına varıncaya kadar oluşan katliamlar, insanların kendi topraklarından sürdürülmesiyle sonuçlanan vahşete de neden oluyor. 

Sömürü ve Egemenlik  

Ünlü Hintli Bilim insanı ve küresel karşıtı Vandana Shiva’nın dediği gibi “Batının eril zihniyetinin yaydığı modern yaratılış efsanesi, doğanın, kadınların ve Üçüncü Dünya’nın kurban edilmesine dayanır.” [2] Kadına yapılan şiddet ile uzak coğrafyalarda yapılan emperyalist savaşlar, kapitalist birikimin yeniden oluşması ile bağlantılıdır. Bu süreç yeni sömürgecilik sürecidir. Sömürgecilikte yeni ülkeler işgal edilmiyor. Mevcut ülkeler yeni baştan paylaşılıyor. Yani sömürgecilik el değiştiriyor. Bununla birlikte güdülen amaç yeni koloniler elde edilerek yerleşmek için değil, kaynakları sömürmek ve daha çok kâr elde etmek için çılgınca tüketimin teşvik edilmesine yöneliktir. Varılmak istenen hedef, savaşlarla insanları kitleler halinde yerinden yurdundan etmek, topraksızlaştırmak yoluyla sisteme bağımlı kılmaktır. Bunun sonucu emek güçlerini daha yoğun biçimde sömürmektir. Kadınlar, bu emek sömürüsünün birincil hedefi durumundadır. Bu da salt ekonomide oluşan dönüşümleri etkilememektedir, aynı zamanda neoliberalizmin koşulu olan küresel finans yoluyla sömürgeciliğin dönüşümüne yol açmaktadır. Diğer bir deyişle küresel sermayeye tartışmasız bir kontrol gücünü kazandırmak ve bu gayrimeşru yöntemi meşrulaştırmaktır. Bu nedenle neoliberal politikalarla fazla nüfusuyla baş edemeyen ve can çekişen başta Afrika ülkeleri olmak üzere, Latin Amerika, Uzakdoğu ve Ortadoğu ülkelerinde (Türkiye dâhil), eş zamanlı toplumsal krizlerin derinleştirilmesi, ırkçılığın ve aşırı milliyetçiliğin kışkırtılması, aynı topraklarda yaşayan insanların, ırk, etnisite ve inançlarına göre ayrıştırılması, ötekileştirilmesi ve şiddetin daha yaygın ve çıplak hale gelmesi sonucu, kadınların daha çok şiddete, taciz, tecavüz ve cinayete maruz kalması rastlantısal ve şaşırtıcı değildir. 

Sınıfların ortaya çıkmasıyla eş zamanlı farklı coğrafyalarda ataerkil yapının hedefindeki kadınlara yönelik şiddetin günümüzde değişen çehresiyle birlikte savaşların ve uygulanan şiddetin daha yakıcı bir halde kadın bedenine yöneldiğini görebiliyoruz. Bu şiddetin artışı salt yeni tip sömürge ülkelerle sınırlı değildir, aynı zamanda ABD, Rusya, Batı Avrupa, Kanada ve Japonya gibi gelişmiş ülkelerde de benzer oranlarda artış görülmektedir. Çünkü kadına yönelik şiddet kapitalist üretimin vazgeçilmezi ve koruyucusudur.    

Türkiye’nin de içinde bulunduğu jandarmalığın sürdürüldüğü Ortadoğu’daki savaşlara katılan radikal grupların şiddetini artırdığı vekâlet savaşlarında yerinden, yurdundan koparılarak batıya akın etmek zorunda kalan ve göç türü tehcirlerle karşılaşan insanların mülteci durumuna düşmesi en çok emperyalist ülkeleri ve onların uydusu jandarma görevini yürüten ülkeleri etkilemektedir. Vekâlet savaşları yoluyla bu ülkelere yapılan göçler, yaşamı adeta felce uğratmıştırKadınlara yapılan bu saldırı tek yönlü değildir. Bir yandan ideolojik referanslar gereği gücünü dini aşırılıktan alan radikal paramiliter grupların farklı inanca mensup oldukları için bedenine saldırdığı kadınlar, öte yandan göç yollarında en çok ölen yine kadınlar olmuştur. Türkiye dâhil, Avrupa’nın tüm ülkelerinde mülteci kadınlara yapılan saldırı bunun tipik örneğini oluşturmaktadır. Dünyadaki mevcut anne ölümlerinin yarısından fazlası, çatışmaların yoğun olduğu ülkelerde yaşanmaktadır. 

Şiddet verileri 

2014 tarihinde OECD tarafından yapılan araştırma sonucu Toplumsal Kurumlar ve Toplumsal Cinsiyet Endeksinde en kötü sonuçlara sahip olan on yedi ülkenin on dördünün aynı zamanda son 20 yılda savaş yaşamış ülkeler olması bu açıdan şaşırtıcı değildir. [3] Bu tür sömürge savaşları geride birçok enkaz bırakmıştır. Bir yandan çocuk yaşta evliliğin artış göstermesi, cinsel istismara uğrayan ve henüz ergenlik çağına ulaşmamış kız çocukların ve kadınların fuhuşa zorlanmasınaöte yandan insan kaçakçılığına maruz kalmasına sebep olmuştur. Küresel güçlerin ve emrindeki uydu devletlerin bu insanlık utancına kılıf aramak gibi bir başka ayıba maruz kaldıklarını görüyoruz. Kaldı ki 2018 yılı istatistiklerinde Türkiye’de kadınların % 38’i  –yerli ve milli şiddete maruz kalmıştır. [4] Mülteci konumu ele alındığında, toplam göçün % 80’ini kadınların ve çocukların oluşturduğunu görüyoruz. Göçe maruz kalan kadınların da kız çocukların cinsel şiddet, açlık, eşitsizlik ve insan hakları ihlalleri ile karşılaştığı ortaya çıkmakta, her türlü ayırımcılığa, saldırı ve istismara uğradıkları görülmektedir. Kadınların mülteci olarak kaldıkları ülkelerde sığınma karşılığı olarak yetki sahibi kişiler tarafından cinsel saldırı, zorlama, şantaj, çocuklara cinsel istismar, fuhuş; yasal bir statü almaya ya da yardım kaynaklarına erişmeye çalışırken her türlü sömürüye maruz kaldıkları görülmüştür. Ne Türkiye’de, ne de başka ülkelerde bu insanlık ayıbı nedeniyle herhangi bir sağlıklı istatistiğe ulaşılamamıştır.  

İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü 12 Haziran 2019 tarihi itibariyle Türkiye’de biyometrik verilerle kayıt altına alınan Suriyeli mülteci sayısının 3.613.644 kişi olduğunu açıklamıştır. Suriyeli 109.726 kişi Geçici Barınma Merkezlerinde yaşarken, 3.237.345 kişi bu merkezlerin dışında bırakılmıştır. [5]  Türkiyede bulunan Suriyelilerin çok büyük çoğunluğu kadınlar, gençler ve çocuklardan oluşmaktadır.  

BM Kadın Komisyonları 2020 tarihli raporunda dünya genelinde 15-49 yaş arası 243.000.000 kadın ve kız çocukların son 12 ay içinde hem cinsel, hem de fiziksel şiddete maruz kaldığını rapor etmiştir. [6]  Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Raporuna göre Suriyeli mültecilerin kayıtlı, kayıtsız ve ev sahibi ülkelerin yasal koruması altında yaşayan Suriyeliler dâhil olmak üzere, tahmini sayısı 7.245.754 kişidir. Bunların 5.663.876’sı kayıt altına alınmıştır. Suriye’deki savaş, yüz binlerce sivilin ölümüne, 1.500.000 insanın kalıcı engellerle yaşamasına neden olmuştur. En az 6.100.000 Suriyeli ülke içinde yerinden edilirken, 5.600.000 insan da ülke dışına kaçmak zorunda kalmıştır. ‘Zorla Yerinden Edilmiş Küresel Eğilimler 2017 Raporu’na göre; dünyada 68.500.0000 kişi yerinden edilmiş durumdadır. Bu nüfusun içinde 16.200.000 kişi, 2017 yılı içerisinde, bir veya birden çok kez olmak üzere yerinden edilmiştir. Söz konusu rakamlara göre her gün 44.500 kişi ya da her iki saniyede bir kişi yerinden edilmektedir. Yerinden edilen kitle içerisinde ülkelerinde yaşanan çatışma ve zulümden dolayı evlerini terk etmek zorunda kalan mültecilerin sayısı ise 25.400.000 kişidir. [7]  

Kadın düşmanlığı 

Kadına şiddet; üretim ilişkileri, sömürgecilik, ataerkil yapının getirdiği toplumsal cinsiyet ile de sınırlı kalmamaktadır. Bazı coğrafyalarda en fazla hissedilen pratiklerden biri de “kadın düşmanlığına” dayanan politikalardır. Türkiye, Suriye, Irak, Afganistan, Suudi Arabistan ve İran’da kadın düşmanlığı kendisini fazlasıyla hissettirmektedir. Irkçılıkla beslenen sömürgecilik formu ile kadın düşmanlığı birbirini besleyerek ilerlemektedir. Örneğin, İtalyan Marksist bilim insanı Silvia Federici’nin Cadılar, Cadı Avı ve Kadınlar adlı eserinde dediği gibi, Orta Afrika’da yer alan, Belçika emperyalizmine karşı 1960’lı yıllarda bağımsızlığını kazanan, ancak tüm kaynakları talan edilen Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde bakır, elmas ve koltan çıkarılan bölgelerinde milislerin kadınların vajinalarına ateş etmelerini ya da kontra gerilla savaşlarında Guatemalalı askerlerin hamile kadınların karınlarını bıçakla yararak açmaları şeklinde güdülen kadın düşmanlığının bir başka örneğidir. [8] Yine aynı şekilde 10 Ağustos 2015 tarihinde Türkiye’de Muş iline bağlı Varto’da güvenlik güçleriyle gerçekleşen çatışmada hayatını kaybeden “Ekin Wan” kod adlı PKK militanı Kevser Eltürk’ün çıplak ölü bedeninin kamusal alanda teşhir edilmesi bir insanlık utancı olduğu şüphesizdir. Irkçılığın beslediği kadın düşmanlığına tipik bir örnektir.  

IŞİD’in özellikle Şengal, Rakka ve Telafer’de kadınlar üzerinde yürüttüğü ahlak dışı pratikler yukarıda açıklanmıştır. Kadınlara ve kız çocuklarına uygulanan ahlak dışı ve insanlık utancı cinsel saldırı sonrasında açık pazarlarda dolar karşılığı satılmasını ve köle olarak kullanılmasını öteden beri bu radikal terör örgütünü besleyen egemen ve işbirlikçi ülke iktidarının uygulamalarını meşru gösteremez. Çatışma süreçlerinde kadın bedenine yönelik vahşice gerçekleşen nefret ve şiddet sahnelerinin tesadüfi olduğu konusunda herhangi bir iddia ortaya atılamayacak kadara net ve açıktır. Küresel güçlerin emrindeki paramiliter güçlerden kurtulmak için mülteci durumuna düşen Suriyeli kadınların büyük kısmı Türkiye’ye sığınmıştır. Sığınmacı kadınlar ve kız çocukları, her türlü ırkçı ayırımcılığa uğramış, aşağılanmış, eşitsiz muamele, şiddet, istismar ve tecavüzle karşı karşıya kalmıştır. Bununla da yetinilmemiş, AKP otoriter iktidarı, mültecileri her defasında batıya karşı siyasi bir koz olarak kullanmıştır. Bugün liberal, ticariradikal ve post modern veya başka adlarla kendilerini feminist diye tanıtan bazı grupların tetikçiliğini yaptıkları burjuvazinin çıkarına uygun, sığınmacı kadınların ve kız çocukların sorunlarını görmezden gelmeleri de rastlantısal değildir. Tüm olup bitenlerden küresel emperyalist güçlerin haberi yoktur demek için ya aptal, ya da kör olmak gerekir. Uygulanan pratiklerin tümü sömürge arzusunun kadın düşmanlığı üzerindeki çıkar ilişkilerinden kaynaklanmaktadır.  

Kan donduran bu insanlık ayıbı Derya Aydın’ın deyimiyle, “sömürge arzusunun kadın düşmanlığı ile birleşmesi sonucu iktidarların bir politikası şeklinde yaygın olarak birçok yerde kullanılan uygulamaların birer fragmanıdır. Türkiye’de son siyasal iktidar bu fragmanları fazlasıyla gösterime sunmuştur. 

Türkiye’de kadına şiddet 

Türkiye’de kadına yönelik şiddet yeni bir olgu değildirAnladığımı anlamda şiddet, neoliberalizmin uygulama alanı bulduğu 1980’ler, kapitalist üretim ilişkileriyle alevlendirdiği toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve kadına uygulanan şiddetin miladı olmuştur. Türkiyekadına uygulanan şiddette gerek OECD ülkeleri ve gerekse küresel alanda ilk sıradaki yerini korumaktadır. 

Türkiye’de kadına yönelik şiddet ile ilgili yapılan araştırmalarda kamusal alanda çalışan ve sosyal güvencesi olan kadınların, özel sektörde güvencesiz çalışan kadınlara nazaran daha az şiddete maruz kaldıkları kadın vakıalarında anlaşılmıştır. Yine aynı şekilde kendisine miras yoluyla geçen toprak, arsa vb. mülke sahip olan kadınlar, olmayanlara nazaran daha az fiziksel şiddete maruz kalıyor. Aile gelirinin tümünü sağlayan kadınlar, her türlü ev içi şiddetle karşılaşabiliyor. Ekonomik özgürlüğe sahip olmayan kadınların daha çok fiziksel ve ekonomik şiddete maruz kaldıklarını yine araştırmalarda görebiliyoruz. Ev içi şiddet”in başlı başına ayrıntı gerektiren bir konu olması itibariyle ayrı bir makale konusu olarak incelenebilir. 

Türkiye’de her gün yaşanan “kadına yönelik şiddet” haberlerinin perde arkası analiz edildiği zaman, yukarıda anlatılanlardan farklı olarak düşünmek pek mümkün değildir. Günümüzde bu şiddet temelini kapitalist üretim ilişkilerinden almakla birlikte, her biri ayrı bir makale konusu olan sosyal, kültürel, ekonomik koşullar, patolojik ve diğer birçok neden sıralanabilir. 

2020 itibariyle kadına yönelik şiddette % 38 ile Türkiye, ne yazık ki dünyada tektir. Kız çocukların istismarında da dünya üçüncüsü ülke konumundayız. Küresel Cinsiyet Endeksinde ve kadına yönelik cinsel saldırıda dünyanın 10 ülkesi arasında yer alıyoruz.  2020 Cinsiyet Eşitliği Raporu’nda Türkiye 153 ülkeden 130. sırada bulunuyor. Tüm bunlar utanç vericidir. Kadına yönelik ayırımcılığın küresel boyut kazanmasıyla Türkiye, emperyalizmin adeta bölgesel jandarmalığı rolünü geçtiğimiz 50 yıllık süreçte kusursuz yapmaya çalışıyor. Kadın bedeni üzerindeki her türlü şiddet ve ahlak dışı uygulamalarda bahane aramak, küresel emperyalizmin dayatmasını meşru göstermek anlamındadır. Namus kavramı ve benzeri formları kadın bedeni üzerinde arama girişimi ve dayatmalarda, son 50 yıllık dönem itibariyle emperyal güçlerin de büyük payı olduğu inkâr edilemez. Tüm sorun, emperyalist güçlerin ve ona bağlı yeni sömürge tipi ülke yöneticilerinin en büyük korkusu hiç şüphesiz ki “kadın korkusudur.” Bu korku, son yıllarda Türkiye vb. bölgesel ülkelerin siyasal iktidarları için adeta bir “fobi” haline gelmiştir. Kadının “susturulması” ve pasifize edilmesi için sindirilmesi, her türlü aşağılanma, şiddet, taciz ve tecavüz ile yaşamlarının alt üst edilmesi ve öldürme pratikleri mubah ve meşru olarak görülmüştür. Bu meşruiyeti, mahkeme salonlarında, cezaevlerindeki tacizcilerin, istismarcıların, tecavüzcülerin ve kadın katillerinin genel af kapsamına alınmasında, toplumun tüm katmanlarınca normal bir olaymış gibi karşılanmasında ve Cumartesi Anneleri ile kadın örgütleri karşıtı polis gücü ve orantısız güç kullanımında görüyoruz. Kadına yönelik şiddet, kapitalist üretim sistem ile adeta entegre edilmiş durumdadır. 

Kadınlarımızla ilgili geçen yıllarda televizyon kanallarında aşağıdaki atasözlerinin bazıları yayınlanan programlarla aldıkları reytingler, şiddetin toplum tarafından nasıl alışkın bir hal aldığını göstermektedir.   

  • “Erkektir; hem sever, hem döver”,  
  • “Kızını dövmeyen dizini döver”  
  • Oğlan doğuran övünsün, kız doğuran dövünsün 
  • “Dayak cennetten çıkmadır”  
  • “Karı koca arasına girilmez”,  
  • “Dövülmeyen kadın, tımarsız ata benzer”,  
  • Demir tavında, dilber çağında dövülür” 
  • “Gelinlikle girilen evden kefenle çıkılır”  
  • “Pişmiş aştan, dövülmüş karıdan zarar gelmez”,  
  • “Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin”,  
  • “Yaman komşu, yaman avrat, yaman at; birinden göç, birin boşa, birin sat” 
  • Nush ile uslanmayanın hakkı tekrir; tekrir ile uslanmayanın hakkı kötektir”  
  • “ Herkes sakız çiğner ama Çingene kızı tadını çıkarır,” 
  • “Kızı gönlüne bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya,” 
  • “On beşinde kız, ya erde gerek ya yerde, 
  • “Dişi köpek, kuyruğunu sallamayınca, erkek köpek ardına düşmez,” 
  • Altın adı pul oldu, kız adı dul oldu.” 
  • “Kadının şamdanı altın olsa mumunu dikecek erkektir,” 

Erkeklik öldü mü? Erkeklik sende kalsın; erkeklik taslamak vb. türü atasözleri ve deyimler bile aile içi şiddeti mazur göstererek, kadını hakir görmekte hatta şiddeti teşvik etmektedir. Bu tür atasözleri ve deyimler tahlil edildiğinde kadının toplumdaki statüsünün geçmişten günümüze değersizleştirildiği ve kadının erkek cinsine göre ötekileştirildiği açıktır. Selçuklu döneminden gelen, Osmanlı ile devam eden ve günümüzde sürdürülen feodal ve toprağa bağlı ataerkil yapının kadınlar için ne denli büyük sorunlar oluşturduğu ortadadır. Toplumsal şiddet yaygın bir hal aldığı zaman da karşımıza dejenere olmuş bir toplum, çürüme ve kokuşmuşluk türü kavramların çıkması kaçınılmazdır. 

Türkiye’de kadının hapsedildiği rol, anneliktir. Çünkü kadının kariyeridir annelik türü söylemler, siyasi iktidar tarafından defalarca tekrarlanıyorsa, örneğin “Erzurum’da 12.04.2017 tarihinde kadın tayt giydiği için kesici aletle saldırıya uğrayıp ağır yaralanıyorsa, saldırgana, kravatlı olduğu için mahkemece 15 yıllık cezaya 9 yıllık ağır tahrik indirimi yapılıyorsa, bundan cesaret alan erkeğin kadına çok daha fazla şiddet uygulamasına zemin hazırlıyor ve toplum buna rıza gösteriyorsa, toplumsal yapının temel direkleri çatırdamaya başlamış demektir. Ne yazık ki dünya burjuva hukuk sisteminde görülmeyen bu tür skandal ve iğrençlikleri Türkiye’de yaşayabiliyoruz.  

Şiddetin Türleri 

Kapitalist üretim ilişkilerine bağlı olarak erkek egemenliğinin kadın bedeni üzerindeki şiddetle birlikte bazı değişik yöntemlerin uygulama alanı bulduğuna tanık oluyoruz. Aşağıda sıralanan şiddet türleri, işyerinde veya evde uygulanan şiddetle birlikte farklı olarak kadına yönelik rahatsız edici, bezdirici ve bazı durumlarda intiharlara kadar yol açan şiddet türleridir.

Tablo: Kronos 34.news
  1. Fiziksel şiddet: Geçmişten günümüze en çok başvurulan bir şiddet türüdür. Bu şiddet biçimi, kadın bedeni üzerinde tahakküm kurmak amacıyla kadını kontrol etmek, denetiminde bulundurmak, küçük düşürmek, aşağılamak, fiziksel üstünlük kurmak, dayak atmak, yüzünü çizmek, boğmaya çalışmak, herhangi bir eşya kullanarak etkisiz hale getirmek, kapıyı tekmelemek, ev eşyasını kırmak, yumrukla tehdit etmek, küfretmek, hastalıkta doktora gitmesini engellemek, yaralamak gibi sindirmek amacıyla uygulanan en ilkel şiddet biçimidir. Dünya genelinde olduğu gibi Türkiye’de de en çok başvurulan bir şiddet türüdür. Son yıllarda Türkiye şiddet konusunda dünyada rakip tanımayan bir ülke konumuna girmiştir. Bu şiddet türüne bir yöntem olarak en çok kadının erkek arkadaşı veya kocası tarafından uygulama alanını bulmaktadır. 
  2. Cinsel şiddet: Kadınlar, fiziksel şiddetten sonra genellikle cinsel şiddete maruz kalırlar. Kadın iffetini düşündüğü için utandığı ve suçluluk duyduğu için çoğu kez bu şiddeti açıklamaktan kaçınır. Evlilik içi veya dışı cinsel şiddet en yaygın biçimde başvurulan bir şiddet türüdür. Araştırmaların çoğu cinsel şiddete uğrayan kadınların sayısını az gösteriyor. Bunun nedeni de korku ve bu tür utanç veren uygulamaların gizli tutulmasıdır. Taciz, tecavüz, cinsel ilişkiye zorlamak, kadının rızası olmadan zorla ırzına geçmek, uyuşturucu, alkol ve madde kullanarak ilişkiye zorlamak, cinsel bölgelerine yönelmek, cinselliği bir tehdit unsuru olarak kullanmak, yakınlarına “kötü kadın” imajını kullanmakla tehdit etmek, başkalarının ilişkilerini seyrettirmeye zorlamak, rızası vardır şeklinde korkutarak ilişkiye zorlamak, teşhirciliğe, pornografik görüntü izlemeye zorlamak, cinsel görüntüleri yaymakla tehdit etmek vb. gibi pratikler en yaygın olanlarıdır. Bu tür şiddet çoğu kez kadının intihar etmesi ya da öldürülmesi ile sonuçlanmaktadır. Ülkemizde cinsel şiddet çoğu kez aile içinde kadının ya da kocasının yakınları tarafından başvurulan en iğrenç şiddet türüdür. 
  3. Ekonomik şiddet: Maddi gücü ve üstünlüğü kullanarak kadın bedeni üzerinde kontrol sağlama amaçlı bir şiddet türüdür. Bu tür, genellikle kadını kontrol etmek, aşağılamak, küçük düşürmek ve cezalandırmak amacına yöneliktir. En yaygın ekonomik şiddet, kadının çalışmasına engel olmak, meslek edinmesine veya ilgili kurslara gitmesine, işinde yükselmesine mani olmak, gelirine el koyarak borçlandırmak, kadın adına şirket açtırıp dolandırmak, senet imzalatmak, aç bırakmak, sömürmek, zaruri ihtiyaçlarını karşılamasında kısıntı uygulamak türü uygulamalardır. Ekonomik şiddete uğrayan kadını aynı şekilde cinsel şiddete zorlamak en çok uygulanan yöntemlerden biridir. 
  4. Psikolojik şiddet: Duygusallığı ön planda tutan bir şiddet türüdür. Bu yolla kadını kontrol etmek, denetlemek, topluluk içinde küçük düşürmek, aşağılamak türü ceza amaçlı olarak kullanılan bir şiddettir. Bu şiddet türünde en çok rastlanan uygulamalar, duygu sömürüsü, kadını suçlu hissettiremeye yönelik yöntemlerin kullanılması, topluluk içinde utanmasını sağlayacak sözler sarf etmesi, alay etmesi, küfre ve hakarete uğramasına yönelik söylemlerde bulunması, kıskançlık krizlerine girerek kadına şiddet uygulaması, sevilmediği ve istenmediğine ilişkin sözlere muhatap bırakılması, kadının hasta, sorumsuz veya akıl hastası olduğuna ilişkin hakaretlerde bulunması, kadının sevdiği ev hayvanlarına şiddet uygulaması vb. şeklinde başvurulan yöntemlerdir. Psikolojik şiddet sonrası en çok devreye giren fiziksel şiddettir. 
  5. İdeolojik şiddet: Bu şiddet türü daha çok sömürgecilik konseptinde görülen bir türdür. Savaşlar sırasında ideolojik referanslar gereği gücünü dinsel aşırılığın hüküm sürdüğü Siyasal İslam’ı referans alan dini gruplarda görüyoruz. Bu şiddet türünde kadınları kapatmaya, çarşaf giymeyetürban takmaya, din değiştirmeye zorlamak, yüzünü erkeklerden saklamasını sağlamak, kadını emirlerle yönlendirmek ve yönetmektir. Ayrıca IŞİD adı altında çıkan ve onun gibi paralel bir inançla hareket eden paramiliter radikal grupların savaş sırasında kız çocuklarına, kadınlara muta nikâhı türü nikâh kıydırarak cinsel ilişkiye zorlamak, ardından nikâhı boşlayarak, başka bir erkekle aynı nikâhı kıydırmak yoluyla topluca bir kadına tecavüzü mubah gören bir sapkınlık sonucu uygulanan pratiklerdir. IŞİD, Suriye ve Irak’ta birçok Êzidi kızına muta nikâhı aracılığıyla çoklu kişinin tecavüzüne ve buna maruz kalan kız çocukların ölümüne sebebiyet vermişti. Irak’ta İrvin isimli Êzidi kızının anlattıkları başlı başına bir insanlık utancıdır. Yine aynı şekilde İnas Reşo’nun, Refide Nafi’nin, Dalia’nın ve adını saklı tutan yüzlerce genç kızın yaşadıkları dehşeti anlatmak oldukça güçtür. 3 Ağustos 2014 tarihinde 19 yaşındaki Dalia’ya ya Müslüman olacaksın ya da öleceksin tehdidine maruz kaldığını önce petrolle yıkayıp sonra defalarca tecavüze uğradığını Hürriyet yazarı İpek Yezdani’ye [9] yaşadığı dehşeti anlatmıştı.
  6. Teknolojik şiddet: Teknolojik araçları denetlemek adı altında kadını aşağılamaya yönelik yapılan bir şiddet türüdür. Buna “dijital şiddet” de denir. Sosyal paylaşım sitelerinde yapılan paylaşımlar, cep telefonlarında yazılan ve alınan mesaj gönderilerini kontrol etmek, akıllı telefon uygulamaları yoluyla kadını takibe almak, kadına rahatsızlık verecek ve güç duruma düşürecek mesaj ve gönderiler göndermesini istemek, kadına ait iletişim bilgilerini başkalarıyla paylaşmak, çıplak fotoğraflar çekerek tehdit malzemesi olarak kullanmak, sosyal medya üzerinden arkadaşlık kurarak, kimlik bilgilerini almak, ilişkiye zorlamak ve ilişki yoluyla sömürmek, kadını küçük düşürmek, hakaret ve nefret içeren paylaşımlarda ve yorumlarda bulunarak şiddeti sürdürmek şeklinde tezahür eden şiddettir. 
  7. Takip yoluyla şiddete yönelmek: Kadının kendisini güvende hissedememesine sebebiyet veren davranışlarda bulunmak suretiyle uygulanan şiddet türüdür. Kadını takip etmek, yolunu kesmek, korkutmak, telefonlarla sürekli rahatsız etmek, kadına ait görsel verileri yaymak, internet dolaşımını, ziyaret ettiği siteleri, elektronik posta, mesaj ve diğer yollarla haberleşme trafiğini takip etmek, evine ya da işyerine giderek huzursuz etmek, topluluk içinde küçük düşürücü davranışlarda bulunmak, çiçek veya hediye göndererek huzursuz etmek gibi uygulanan şiddet türüdür.  

Ayrıca kadınla flört ederek rahatsız edici tehditte bulunarak erkeğin bu davranışı sanki bir hakmış gibi kendisinde görmesi de şiddete yol açabilen davranışlardır. Tüm davranışlar, kadını kontrol altına almak ve cinsel şiddete maruz bırakmaktır.  

Sonuç 

Georgetown Kadın Barış ve Güvenlik Enstitüsü (GIWPS) ve Oslo Barış Araştırmaları Enstitüsü (PRIO) işbirliğiyle gerçekleştirilen 2019 yılı Kadın, Barış ve Güvenlik Endeksi’nde; kadınların topluma katılımı, güvenlik duygusu ve adalete erişimi gibi ölçütler baz alınarak, 167 ülke iyiden kötüye doğru sıralanmış. 

167 ülkenin değerlendirildiği endekste, dünya ülkelerinin yüzde 90’ının cinsiyetçi yasalara sahip olduğu belirtiliyor. Veriler, bu ülkelerde kadınlara negatif ayrımcılık yapan en az bir yasa olduğunu göstermiş. Türkiye 114. sırada yer almaktadır. [10] 

Kapitalist krizlerden kaynaklı savaşlar ile felaketler, doğanın tahribine yönelik talanlar, afetler ve salgınlar, binlerce yıllık ataerkil yapının kırılgan ve güvencesiz grubu içinde yer alan kadınların içinde bulundukları toplumsal cinsiyet eşitsizliğini kapitalist üretim ilişkilerinden ve yeni sömürgecilik konseptinden farklı düşünmek mümkün değildir. Diğer bir deyişle bu kırılganlığı kapitalizmin getirdiği krizler, felaketler, savaşlar ve salgınlar sonucu iliklerine kadar hisseden ve mustarip olan kadınlardır. En çok mağdur duruma düşen, sefalet ve perişanlığa sürüklenen bu kırılgan gruptur.  

Son yıllarda insan hayatını cehenneme çeviren Koronavirüs, yaydığı ölümcül hastalıkla kapitalizmin içinde bulunduğu derin krizi tek başına ortaya çıkardı. Savaşların ve sömürgeciliğin ortaya çıkardığı eşitsizliği ve pandeminin insan yaşamını nasıl etkilediğini tüm çıplaklığıyla ortaya serdi. Neoliberal haydutluğun yol açtığı sınırsız kâr arzusuna yönelik doğa katliamı, talan, küresel iklim krizleri, sınıflar arası uçurumun derinleşmesi, açlık, yoksulluk ve ölümlerin büyük boyutlara ulaşması, işçilerin güvencesiz çalıştırılması, tüm kazanılmış haklarının geri alınarak işten çıkarılması, ücretlerin aşağı çekilmesi, otoriter yönetim biçimlerinin meşrulaştırılması, burjuva hukukunun askıya alınması, Türkiye ve benzeri sömürge tipi ülkelerde adım adım faşizme doğru kaymalar, krizlerin onlarca yıl başta kadınlar olmak üzere alt sınıflara ödetilmesine yönelik girişimlerin süreklilik arz etmesi türü giderilmesi zor sorunları beraberinde getirmiştir. Neoliberal politikalar her ne kadar metazori uygulanıyorsa da tamamen iflas etmiştir. Pandemi sürecinde hangi sınıfların feda edileceği, hangilerinin kurtarılacağı, hangi yaşamların feda edileceği, hangilerinin mutlak surette kurtarılması gerektiği tüm çıplaklığıyla kendini deşifre etmiştir. Siyasal iktidarların salgın süresince ayırımcı ve baskıcı politikalarıyla bize nasıl direneceğimizi, yaşamı inatla sürdürmemiz gerektiğini hatırlattı. Kriz, kendisine bağlı maliyetlerin eşitsiz biçimde sınıflara dağılması, alt sınıfların daha dibe sürüklendiğini, tüm yükünü yorgun ve hasta omuzlarda hissettirdiğini, bu kırılgan sınıfa mensup işçilerin, yoksulların, mültecilerin, binlerce yıldan beri süregelen ataerkil sistemin cinsiyetçi uygulamalarına maruz kalan kadınların iktidarlarca nasıl gözden çıkarıldığı ve heba edildiğini tüm çıplaklığıyla göstermiştir. 

Toplumsal cinsiyetçi ayırıma uğrayan kadınların bireysel dahi olsa konumlandığı sistem karşıtı dayanışma içinde yerini koruyarak, tüm alanlarda mücadeleye devam etmesine yönelik adımlar atması her ne kadar sistemi zorlamaya yeterli olmasa bile takdirle karşılanması gerektiğini bize göstermiştir. Kadınların maruz kaldığı şiddetin, sömürünün ve egemenliğin yeni biçimleriyle birlikte mücadelenin zorunlu olduğunu bir kez daha hatırlatmıştır. Neoliberal vahşetin ortaya çıkardığı ezilmişliğin bu mücadeleyi hızlandıracağını görüyor gibiyiz. Topyekûn saldırı karşısında daha güçlü durabilmek adına kadın dayanışmasına ve kendisi gibi ezilmiş büyük yığınlarla birlikte mücadeleye gidilmesinin kaçınılmazlığını göstermiştir. Bu mücadele yalnızca 25 Kasım mücadele günü ve kadının özgürlüğü ile sınırlı kalmayacak, ezilmiş sınıfların özgürlük ve insanca yaşam için yapacağı mücadelenin ayrılmaz bir parçası olacağına inanıyoruz. 

Yazımı, ünlü ABD’li yazar Carol J. Adams’ın sözleriyle bitirmek istiyorum. Biz zulümlerin birbiriyle ilişkili olduğuna inanıyoruz: Tüm canlılar özgür olana kadar, yani kötü muameleden, sömürüden, kirlenmeden ve ticarileşmeden kurtulana kadar özgür olamayacak. 


 [1] Derya Aydın, Savaşın, Sömürünün ve Egemenliğin Yeni Biçimleri ve Kadın Bedenine Yönelen Kapitalist Hınç (Jineoloji Dergisi, sayı 17, Mayıs 2020) 

[2] Vandana Shiva, İnadına Canlı: Kadınlar: Ekoloji ve Hayatta Kalma, Sürdürülebilir Yaşam Kitapları, İstanbul, 2014, Sf. 317,  Derya Aydın, Age. Sf. 6 

[3] Derya Aydın, Age. 

[4] Gizem SadeTürkiye’de kadınların yüzde 38’i şiddete maruz kalıyor; 2018’de öldürülen kadın sayısı 440; Euronews Türkçe, 25.11.2019) 

[5] Mülteci kadınlara yönelik toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılık ve şiddetle mücadele (Kadın Dayanışma Vakfı, Ankara 2019) 

[6] Berivan Balkay, “BM Kadın Komisyonundan rapor: Dünya genelinde kadına yönelik şiddet arttı” (Evrensel Gazetesi, 16 Nisan 2020) 

[7] Mahmut Kaya, Türkiye’de Suriyeli mülteci gruplara yönelik şiddet (TİHEK Akademik Dergi, 17.12.2019) 

[8] Silvia Federici, Cadılar, Cadı Avı ve Kadınlar(Derya Aydın, Otonom Yayıncılık, İstanbul, 2019. 

[9] İpek Yezdrani. Dinlerken utandım: IŞİD köleleri yaşadıkları dehşeti Hürriyet’e anlattı (29.04.2015) 

[10] Ümit Kardaş, ‘Küresel eril sistemin’ mağdurları: Kadınlar (Artı gerçek, 04.01.2021) 

Mazhar ÖZSARUHAN
Latest posts by Mazhar ÖZSARUHAN (see all)