Zamanın hızlandığını hissediyorum; her şey beklediğimden daha hızlı değişiyor, gelişiyor. Bu algı, dünyanın dönüş hızındaki milisaniyelik farklarla açıklanamaz. Yaşlandıkça bu duygu derinleşiyor. Hayatta yapmak istediklerimiz ile yapabileceklerimiz arasındaki uçurum büyüdükçe, her şeyin akıp gittiği hissine kapılıyoruz. Ancak bu hız algısı sadece bireyler için değil, toplumlar için de önemli sonuçlar doğuruyor. Bu bağlamda Suriye’ye bakarak bu hızın Ortadoğu gibi sancılı bir coğrafyada ne anlama geldiğini tartışabiliriz.
Suriye’de yıllarca süren iç savaş, çözüme kavuşmuş gibi görünmeden “buzdolabına kaldırıldı.” Türkiye’den bakan pek çok kişi için bu süreç, Esad rejiminin İdlib’e sıkışmış cihatçı grupları temizlemesiyle sonlanacak gibiydi. Ancak beklenen olmadı. İdlib’deki gruplar, beklenmedik bir hızla Halep’e, ardından güneye yöneldi. On iki gün gibi kısa bir sürede Şam düşmüş, Esad Moskova’ya kaçmıştı. Bir diktatörlük daha tarihe karışmıştı.
Yine de, faşizme karşı mücadele etmiş biri olarak bu gelişmeye sevinemedim. Çünkü Ortadoğu’da bir diktatörlüğün yıkılması, kaosu bitirmek bir yana, çoğu zaman daha büyük bir karmaşayı beraberinde getiriyor. Demokrasi ve insan hakları, faşist bir rejimin devrilmesiyle kendiliğinden doğmaz. Hele bu değişim Ortadoğu gibi tarih boyunca dış müdahalelerle şekillendirilmiş bir coğrafyada gerçekleşiyorsa, sahnenin değişmesi beklenmemelidir.
Ortadoğu’da demokrasi, halkların kendi dinamiklerinden çok, Batı’nın “ihraç etme” projeleriyle ilişkilendirilir. Ancak Irak ve Afganistan örneklerinde olduğu gibi bu girişimler, demokratikleşmeyi sağlamak yerine kaosu daha da derinleştirir. Batı müdahaleleri genellikle toplumsal dinamikleri hızlandırmak yerine geriletir. Suriye de bu başarısız denemelerin son halkası olmaya aday görünüyor.
Türkiye’de tanıştığım Suriyelilerle yaptığım konuşmalarda dikkatimi çeken bir şey vardı: Rejimin baskıcı ve zalim olduğunu söyleseler de, yerine ne koyacaklarına dair bir fikre sahip değillerdi. Bu, onları bize oldukça benzetiyordu. Tıpkı bizim gibi, acıklı hikâyelerini detaylarıyla anlatmayı seviyorlar. Ancak yaşananları analitik bir gözle değerlendirip neden-sonuç ilişkisi kurma konusunda aynı istekliliği göstermiyorlar.
Bu durum, aslında doğulu toplumların çaresizliğinden kaynaklanıyor. Bu coğrafyada halklar, kendi kaderlerini belirleme noktasında pek az söz sahibidir. Güç merkezleri, emperyalist ülkeler ve onların işbirlikçi yerel aktörleri tarafından yönlendirilen süreçler, halkları edilgen kılar. Öte yandan, sivil çözümler yerine güce dayalı çözümlere inanma eğilimi de bu durumu pekiştirir. Bu coğrafyada güç, her şeyin belirleyicisi olarak görülür.
Suriye’de yaşananlar, yalnızca bir diktatörlüğün sonu değil, aynı zamanda yeni bir kaos döneminin başlangıcıdır. Demokrasi ve insan hakları, dışarıdan empoze edilebilecek kavramlar değildir. Bu, halkların kendi iç dinamikleriyle kazanabileceği bir süreçtir. Ortadoğu’nun hikâyesi, bu hızın içinde bir kez daha yazılıyor. Ancak asıl soru, bu hikâyenin nasıl bir sonla biteceği.
Suriye’nin trajik sonu, bir kez daha bu coğrafyanın içsel dinamiklerine yabancı müdahalelerin yarattığı yıkımı gözler önüne seriyor. Demokrasi, güçlü bir ekonomik ve sosyal altyapıya, halkın kendi deneyim ve birikimlerine dayanmalıdır. Aksi halde, bu hızın içinde sürüklenen toplumlar, her yeni döneme yeni bir trajedi ile başlamak zorunda kalıyor.