İki bin dört yılının bir Mart akşamıydı, Mazgirt’te taş duvarlı toprak damlı bir köy evinde yerde çiçekli bir örtü üstünde açılmış sofrada -iki yaşlı anne-baba dahil- altı candılar.
Kapı hiddetle dövüldü, gecenin başıydı, herkes tedirgin oldu, kapıyı açmak evin reisinin, babaların işidir, hele o saatte çalmışsa. İmam yavaşça kalktı -kapı şiddetle dövülmeye devam ediliyor-, kapıyı açtı, karşısında katilinin gözlerini gördü, normal insan gözleriydiler, ama nedense haki bir kar maskesinin içine gizlenmiştiler.
Gece kadar karanlık, asker elbisesi içinde iki adam -aceleleri varmışçasına, bir yere yetişeceklermişçesine- “İmam Boztaş sen misin?” diye sordu, İmam, “İmam Boztaş benim, peki siz kimsiniz?” diye sordu.
Ellerinde iki uzun namlulu tüfek, suratlarında maskeleriyle İmam’ı, bir yer sofrasında oturan küçücük çocuklarının, sevgili eşinin ve anası babasının gözleri önünde, evin tahta kapısının önüne çektiler. Dışarıda uzun boylarıyla ağaçlar, bir de her tarafı aydınlatan ay vardı.
Çocuklar ağızlarında akşam yemeğinin ilk lokması, ellerinde kaşık, göğüs kafeslerinde güm güm atan yürekleriyle, babalarıyla tanımadıkları sesleri, babalarının dışarıya çağrılmasını işittiler.
İmam’ın evin önüne çıkması, uzun namlulu silahların ateşlenmesi, İmam’ın bir dağ gibi yıkılması, kanının ıslak toprak üstüne düşmesi, ev içindeki neşe dolu sofranın dağılması, çocukların ağlaması, eşinin bağırması, annesinin babasının feryatları aynı anda işitildi.
İmam’ın evi karakoldan görülüyordu, karakoldakiler -üstelik İmam’ın eşinin telefonundan da sonra- eve ancak gelebilmişlerdi. Kan kusan tüfeklerin patlamasını duymamış, hiçbir şey görmemişlerdi. İmam’a sıkılan kurşunlar karşısında onların işi galiba buydu: Hiçbir şey görmemek, duymamak.
Aradan geçen on altı yıldan sonra hep, o iki katilin, o köy karakolunda kar maskelerini giydiklerini, o karakoldan çıkarak aşağıdaki köye indiklerini, İmam’ı öldürdüklerini, temelinde yalnızca sevgi olan bir yuvayı paramparça ettiklerini, kanlı elleri ve karlı maskeleriyle o karakola geri döndüklerini, ağır ağır silahlarını temizlediklerini, delilleri sakladıklarını düşündüm. On altı sene evvel de böyle düşünüyordum.
İmam Boztaş, Dersim’in son faili meçhul cinayetlerindendi, failinin devlet olduğu apaçık olan az sayıda cinayetinden.
İmam’ın babası Hıdır Boztaş’ı, bir evladın taammüden cinayete kurban gitmesi sonrası tanıdım. Hepimizin babası gibiydi, başında fötr, yüzünde burçak bıyık, Dersim gibi bir sessizlik.
İmam bir süre iş aradığı İstanbul’dan tekrar köyüne dönmeseydi, serin ve eski bir şenlikli bahçe olan Alanyazı’da o profesyonel plan işlemeseydi, İmam kapıya çıkmasaydı, kanı kapı önüne akmasaydı, Hıdır amca ve diğerleriyle belki hiç tanışmayacaktım.
Gözlerinde o tarifi imkansız acı, yüzünde derin çizgileriyle Hıdır amca aklımdan hiç çıkmadı. Oğlunun ölümünden sonra, ilerleyen yaşında yeniden “aile reisi” oldu -halbuki ne kadar hak etmişti bahtiyar bir ihtiyarlığı-, torunlarının babası olarak hayata tutundu.
Bir insanın öldürülmesi, onun yok oluşudur, korkunçtur, ölüm tanımı zor bir olaydır, ama asıl darbe geride kalanlaradır, eşe, çocuklara, anaya babaya. Ve toplumadır mesaj, gözlerini kapatın, susun derler, kalan herkese, Alanyazı’daki ağaçlar, ay gibi.
Hıdır amca geçen hafta öldü -bir zamanlar oğluna yaptığı gibi- torunlarına karşı da vazifesini yaparak gitti, oğlunun katillerinin cezalandırılmadan, adaletin yerine geldiğini göremeden gitti. Şimdi Alanyazı’daki köy mezarlığındadır, İmam’ın yanıbaşında.
Toprağından öpüyorum Hıdır amca, ruhun şad olsun, oğlunun katillerini bulamadık, cezalandıramadık, affet bizi.
(8 Mayıs 2020, Dersim)
- Dersim Tertelesi ve Taner Akçam’ın sahtekâr tarihçiliği - 1 Haziran 2023
- Hıdır Boztaş için.. - 8 Mayıs 2020
- Dersimliler, Zazalar ya da Kürtler - 29 Mart 2020