Dersim Tertelesi ve Taner Akçam’ın sahtekâr tarihçiliği

Tarihsel bir mesele -hele insanların öldürüldüğü ve sürgün edildiği bir toplumsal katliam- ile yüzleşilmeyince, onun üzerindeki sis perdesi gittikçe kalınlaşır, o meseleyi bulandırmak için tahrifatlar, sahtekârlıklar ve hele “akademik” kılıkta türlü uğraşlar ortaya çıkar. Dersim meselesinde de uzun zamandır aynı süreci yaşıyoruz.

Dersim tarihinin sahtekârlaştırılması Barbaros Baykara’nın romanlarıyla başlamıştır. Cemo ve Memo serisi de bu yalancı tarihe –yazarının niyet ve iradesinden bağımsız olarak, daha hiç kimsenin konuya dair bir şey yazmadığı 1960-70’lerin siyasal ve kültürel ortamında- katkı yapmıştır. Ancak bu sahtekârlık, gerçek hayatta değildi, edebiyattaydı.

Dersim 1938’in -bugün hâlâ etkili olan- “milli isyan” yalanı etrafında anlatımına, Baytar Nuri’nin kitaplarından aşinayız. Baytar ürünü bu sahte tarihin, “yabancı akademisyenler” eliyle “uluslararasılaştırıldığı”nın da farkındayız.
Uzatmıyorum; bu tahrifatın etkili bir dökümünü, Şerafettin Halis’in iki yıl evvel yayınladığı eserinden okuyabilirsiniz (Şerafettin Halis, Dersim’de Yok Edilişin İnşası-1 Yalanı Mimarı Kırk Parçalı Aynada Baytar Nuri Suretleri, Notabene Yayınları, 2021).

Bunlar geçen yüzyıldaydı, şimdi 21. yüzyılda yaşıyoruz; iletişim olağanüstü genişledi ve ilerledi; atılan yalanın ömrü bazen bir dakikayı bile bulmuyor. Ama tarihin tahrif edilmesi ve çarpıtılması çabaları bu yüzyılda sona ermemiş, hatta bu “iş” yeni yüzyılda daha yoğunlaşmıştır. Trump, yalancılığın uluslararası siyasal/aktüel örneği olarak biliniyor.
Türkiye’de bu uğursuz işin merkezinde yirmi bir yıldır iktidarı ellerinde tutan, paraya, üniversiteye, kariyere, her türlü olanağa ve elbette yalana hükmeden Tek Adam, AKP ve siyasal İslamcılar ile onların emrindeki liberaller (“kullanışlı aptallar”) yer alıyor (ve bu ikinci kelime/sıfat gereksiz aslında, onlar hepsini “bilerek ve isteyerek” yaptılar).

Bu işin bayraktarı ise -tahmin edeceğiniz gibi-, bir İslamcı değil, geçmişte “sosyalist” harekette yer almış, 12 Eylül sonrası yurtdışını mekân edinmiş ve sonunda ABD’de profesörlük “makamı”na erişmiş Taner Akçam’dır (O bu işlere Taraf adlı darbeci cemaat gazetesinde başladı, şu aralar Agos’u bu uğursuz işlerine alet ediyor). İslamcılar bu tip “pis işleri” çünkü “solcular”a yaptırırlar, yirmi bir yıllık “gelenek”leri bu, iyi biliyoruz.

Tüm liberaller için -tıpkı siyasal İslamcılar gibi- Dersim 1938 konusu, en başından beri Cumhuriyet’i, kurucu parti olarak CHP’yi ve Dersimli Kemal Kılıçdaroğlu’yu yıpratma aracı oldu.

Liberaller için Alevilerin duyguları, cemevlerinin statüsü ve Anayasal tanınma gibi talepler, hiçbir zaman bir sorun olarak görünmezken, Dersim 1938 hep iştahlarının kabardığı bir konu oldu. Oysa –yine tıpkı İslamcılar gibi- Dersim’in acıları liberallerin zerrece umrunda değildi. Çünkü onlar tarihe, İslamcıların baktığı yerden bakıyorlardı.

Akçam’ın Dersim meselesine dahli ve Dersim Sözlü Tarih Projesi’ndeki faaliyetleri

Taner Akçam tüm varlığını Ermeni meselesine borçludur. Kariyerini bu konuda yapmıştır. 1980 sonrası bir süre insan hakları çalışmışsa da, Ermeni Soykırımı onun temel uğraş alanıdır. Türkiye’nin insan hakları sorununun karşısında Ermeni meselesi daha kârlıdır, hem de uluslararası ilgi konusudur (ABD’deki Clark Üniversitesi’ndeki profesörlüğü de bu çalışmalarının bir ürünü olmalı). Akçam’ın Ermeni sorunundaki kitapları, konferansları ve konuşmaları, geniş bir çevreyi kızdırmış ve tartışmalara yol açmıştır. Objektif bir gözden bakıldığında Akçam, devletin uzun on yıllar boyunca inkâr ve sessizlikle kapatmak istediği bir konu olan Ermeni Soykırımı ile yüzleşme alanında belli bir katkıda da bulunmuştur.

Akçam’ın Dersim 1938’e dahli, ne yazık ki bu katkıların bir ürünüdür. “Akademik titri olan bir tarihçi, üstelik ABD’de bir üniversitede profesör, daha ne olsun”, işte böyle yazmıştı bir mailde Mehmet Yıldız. Almanya’da çalışmalarını sürdüren ve kısa zamanda bir projeye dönüşen Dersim Sözlü Tarih Projesi’nin yönetici ekibi Akçam’ı işte bu duygularla projede görev almaya çağırmış, o da hemen kabul etmiştir. Akçam’ın projeye dahlini, özellikle tarihle yüzleşme, tarihle hesaplaşma konularındaki deneyimleri nedeniyle –proje üyesi ve yöneticisi sıfatımla- olumlu karşıladığımı da eklemek isterim.

Ancak ne olduysa işte bu karardan sonra oldu, biz Taner Akçam’ı da bu sayede tanımış olduk, ne kadar hata yaptığımızı anlamamız için çok zaman gerekmedi, o bu projedeki bizzat kendi eylemleriyle kısa zamanda yollarımızın ayrılmasına neden oldu, iyi de oldu.

Dersim Sözlü Tarih Projesi, özetle Dersim 1938 tanıklarını akademik kriterlerle dinleyen, görüntülü olarak kaydeden bir projedir. 2008’de çalışmalarına başlamıştır. Avrupa Dersim Federasyonu (FDG) içinde başlamış proje faaliyetlerini halen sürdürmektedir.

Şu an proje, ikinci veya üçüncü kuşak tanıklarla görüşüyor, kayıtlar yapıyor. Yani, “tanıklara tanık olanları”; katliamı bizzat yaşamış, sağ salim veya yaralı kurtulmuş kişilerin oğullarını, kızlarını, torunlarını dinliyor.
Akçam bu projeye gelir gelmez ilk işi, tanıklara sorulacak katalog sorular içine, “Ermeni Soykırımı soruları” eklemek olmuştur. Soru listesi içine geniş bir “1915 başlığı” eklemiştir. Projedeki arkadaşlar bu teklifi eleştirel karşılamıştır. Zira dinlenen hiçbir tanık 1915 öncesi yaşamamıştı. En yaşlısı 1920 doğumluydu. Bu yüzden Akçam’ın teklifi –bir süre uygulandıysa da- kısa bir süre sonra reddedilmiştir.

Akçam’ın ikinci girişimi ise –beraber getirdiği ekibi ile- “proje dilinin Türkçeleşmesini” istemek olmuştur. “Başkaları kolay anlasın” diye “söyleşiler Türkçe yapılmalı”ymış; bu teklifi de reddedildi. Zira tanıkların kahir ekseriyetinin anadili Kırmancki (Zazaca) idi ve onlar kendilerini en iyi bu dille ifade ediyorlardı.
Akçam’ın başka bir girişimi ise projede toplanan kayıtları kendi üniversitesi için istemek ve kullanmak oldu (Gerçi bu amaca ikiye bölünmesine katkıda bulunduğu FDG’nin bir kanadı aracılığıyla yakın zamanda ulaştı da). Bu teklifi de reddedildi.

Daha sonra mevcut kayıtları özel olarak proje çalışanlarından istedi. Üstelik teklife bu defa, 10 bin dolar gibi bir rayiç de eklenmişti. Bu girişime projede yer alanlar, “rüşvet teklifi” adını verdiler (O dönem projede yer alan Şükrü Aslan, Cemal Taş ve projede hâlâ çalışmaya devam eden Deniz Karakaş olayın ilk elden tanığıdır). Bundan sonra yapılacak söyleşiler için de ayrıca ödeme yapılacaktı (Neyse ki bu tekliflerin hiçbiri kabul görmedi). Eskiler, “kişi kendisi neyse, başkalarını da öyle bilirmiş”, derler.

Nihayet Akçam, henüz yollar ayrılmadan gerçekleşen 2010 Anayasa Referandumu için proje başkanı Yaşar Kaya’yı “ikna etmeye” çalıştı. 19 Ağustos 2010 tarihli mailiyle, Projeyi, Fetullahçı çetenin devleti ele geçirme planının bir parçası olan 2010 Anayasa Referandumu ile ilgili “evet” açıklaması yapmaya zorladı, neyse ki bunu da başaramadı.

Görüldüğü gibi Akçam sadece Dersimlilere ait bir projeyi çarpıtmaya ve deforme etmeye çabalamamış; aynı zamanda projenin AKP ve Cemaat ekseninde reorganize edilmesini sağlamak istemiştir.

Onu heyecanla davet eden ve her konuşmada “tamam hocam” demiş Mehmet’in deyimiyle, “artık yeter hocam” denilerek, projeden kovulması an meselesiydi ki, kendisi ayrıldı (zaten projede hepi topu 14 ay çalışmıştı).

Ama ne ayrılma. Bundan sonra tüm varlığını projeyi sabote etmeye, karalamaya ve proje çalışanlarından ve büyük emeği olan Yaşar Kaya’yı hırsızlıkla suçlayarak projeyi dağıtmaya vakfetti. Öyle ki, “eğer Yaşar Kaya projeden alınmazsa dava açacağını” dahi söyledi. Tehditleri tutmadı, ne proje dağıldı, ne Yaşar görevini bıraktı, ne de kayıtlara el koyabildi.

Ama Taner Akçam –hakkını yemeyelim- bazı şeyleri de başardı. Avrupa’da örgütlenen ve en kitlesel ve “sivil” Dersim örgütlenmesi olan FDG’yi ikiye bölmeyi başardı. Şu an Avrupa’da iki ayrı FDG var. Ve bu tablo onun eseridir (Hatta ne trajiktir ki, proje kayıtları adeta birer ganimet gibi –Taner Akçam başta olmak üzere- birçok kişi arasında pay edilmiş, ortaya iki ayrı proje raporu –Metin Bozdağ, Proje Raporu, Tij Yayınları, 2014 ve Deniz Karakaş ve arkadaşları, 1938 Sözlü Tarih Projesi Ara Raporu, DKG Yayınları, 2022- çıkmıştır).
Özetle Taner Akçam, 2009 yılında dahil olduğu Dersim 1938 çalışmalarında, konuyu “Ermeni sorununun bir parçası” olarak deforme etmeye çabalamış, tutmayınca projeyi sabote etmek için elinden geleni yapmış ve bunu –kısmen- başarmıştır. Dersim 1938’in küçük bir parçası olan bazı köylerde Ermeni ailelere yapılan zulümleri istismar eden Akçam, Dersim Alevi katliamını sahtekârca başka bir formatta inşa etmeyi denemiş; ancak bunu başarmasına izin verilmemiştir.

Deneyimlerini ve birikimini biraz da Dersim meselesine harcaması için ve içten bir saygıyla davet edildiği bu projede onun yaptığı tek şey, projeyi Ermeni meselesi lehine bozmak, anketlerin içeriğini değiştirmek, kayıtlara el koymak, tüm bu sinsi amaçlara ulaşamayınca ise projeyi tümden dağıtmaya kalkışmak olmuştur. O, böylece Dersim 1938’in kurbanlarına en büyük saygısızlığı yapmıştır.

Dersim 1938, apaçık bir “Alevi Katliamı” olduğu halde, Akçam Dersim katliamını “Ermeni katliamının bir devamı” gibi göstermeye kalkışmıştır. Projede yer alan arkadaşlar onun niyetini çok geçmeden anlamış ve Taner Akçam oyun dışı kalmıştır.

Taraf yazarı Taner Akçam

Akçam’ın Dersim’e ilgisi ve çalışmaları iki döneme ayrılabilir. İlki 2010 öncesi, FDG içinde idi ve onu yukarıda kaba çizgileriyle anlattık. Onun “ikinci dönemi” ise AKP-Cemaat ortaklığının doruğa ulaştığı yıllara rastlar. Bu “altın yıllar” 2010-2016 tarihleri arasıdır, ama devamı da var, aşağıda anlatıyorum.
Akçam’ın 2009 yılında FDG bünyesindeki bir projede başlayan ve Dersimlileri birbirine düşüren provokatif faaliyetleri, Fetullahçı Çetenin devleti ele geçirdikten sonra Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonlarla orduyu dahi teslim aldığı baskıcı bir ortamda, bu defa Taraf adlı malum Fetullahçı gazete bünyesinde yazdığı yazılarla devam etti.

Taner Akçam’ın Taraf’ta yazdığı tüm yazılar, Cumhuriyet eleştirisi ve İslamcıların övülmesi temelindeydi. Dersim ile ilgili yazdıkları da Erdoğan, AKP ve Fetullahçı çetenin taktik politikalarının aleni biçimde desteklenmesinden ibaretti.
Bu dönem, erken Cumhuriyet dönemi eleştirisi akademi başta olmak üzere tüm liberal tayfanın baş gündemidir. İktidarın koltuğu altında Atatürk ve CHP’ye saydırmak konforlu bir iştir; bağımsız bir aydının herhangi bir iktidarın gölgesinde yazması başlı başına bir iflas ve intihar işaretidir. Ancak Akçam’ın –hayatı boyunca- bu yönde bir kaygısı olmayacaktır.

“Gölgede yazıp çizmenin” bazı otomatik yan ürünleri de vardı hayatında elbette: Her yere davet edilmek, televizyonlara çıkmak, iktidar organizatörlüğünde konferanslarda boy göstermek vd. Akçam bunlardan da ustaca yararlanmayı bildi. Oysa aynı dönemde gazeteciler, yazarlar, siyasetçiler, belediye başkanları, üniversite öğrencileri hapishanelere doldurulmuş, Ergenekon, Balyoz veya KCK gibi kakofoni davalar temelinde yüzlerce yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Akçam’ın mahkeme ve hapishaneyle işi olmazdı, o bu karanlık yıllar boyunca İslamcı rejimin kurucularının iri gölgesinde “özgürce” yazıp çizmeye devam etti.
Bu dönem sona erince, bu defa gazeteduvar ve Agos gibi gazetelerde görevini sürdürdü. Uzun süren AKP ve Cemaat destekçiliğinden en küçük bir arlanma duymayan Akçam, kararlılıkla yoluna devam etti (Bu gazetelerin, bu zatın serencamını gördükleri, bildikleri halde –hiçbir şey olmamış gibi- yazılarına yer vermesi -en hafifinden gazetecilik açısından- bir eleştiri konusudur).
İlk olarak gazeteduvar’a yazdı. Dersim liderlerinin asıldığı 15 Kasım’ın bir yıldönümünde yayınladığı “Dersim ve Tarihle Yüzleşmek” adlı yazıda, “yedi tez” ileri süreceğini söyledi, ama onun asıl derdi “dördüncü tez”de gizliydi. Burada, “Dersim katliamını Cumhuriyet Halk Partisi örgütlemiş ve hayata geçirmiştir, Cumhuriyet Halk Partisi’nin Dersim insanına özür borcu vardır” diye yazdı. Akçam, 1930’larda Bayar’ın, Menderes’in, Fevzi Çakmak’ın da içinde yer aldığı “tek parti” CHP’yi, bugünün CHP’si olarak gösterdi. Bu parti içinde o yıllar tüm siyasi akımların yer aldığını sinsice gizlemek istedi. Yazısının başlığı “tarihle yüzleşmek” olduğu halde, devleti “üç çeyrek yüzyıldır” yöneten Demokrat Parti başta olmak üzere sağ geleneğe ve nihayet AKP’ye değinme gereği dahi duymadı (gazeteduvar, 15.11.2020). Bu onun “yeni” bir aleni sahtekârlığıydı.
Taner Akçam’ın tek derdi, sağ ve İslami geleneğin aklanması, Cumhuriyet’in kötülenmesi, Aleviler ve Dersimliler’in CHP’ye karşı kışkırtılmasından ibarettir.
Akçam ve liberal çete için, imparatorluk bakiyesi topraklarda, hilafetin kaldırılması, saltanatın tasfiyesi, bir meclis açılarak ulusal iradeye dayalı bir Cumhuriyet ilânı, kadınların sosyal hayata dahil edilmesi, devlette ve toplumda laikleşme yolunda adımlar atılması, kırda yaşayan milyonlarca köylüye parasız ve bilimsel eğitim sağlanması gibi Türkiye’de yaşayan tüm yurttaşları devrimci yönde değiştiren ilerlemelerin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Yüzyıllar boyunca bir mal veya eşya gibi (“kul”) muamele gören insanların eşit yurttaş olması, yaşadıkları Cumhuriyet’in ise yüzünü batıya dönmesi onlar için zerre önemli değildir.

Onun Türkiye’nin hapsedildiği İslamcı diktatörlük ve tek adam rejimi ile hiçbir sorunu yoktur. Hatta o, –dürüst gazetecilerin, yazarların tweet attığı için hapse atıldığı, KHK ile mesleklerinden kovulduğu şu son yıllarda- yine bu rejim sayesinde rahatça konuşmakta, yazmakta ve el üstünde tutulmaktadır. Taraf yazarlığından bugüne, Cumhuriyet’e, aydınlanmaya, CHP’ye hücum etmekten ibaret bir “akademik faaliyeti” olan birini, el üstünde tutmasınlar da kimi tutsunlar.

Taner Akçam ve sahte belgelerle “tarih yazmak”

Akçam’ın ikinci yazısı ise geçen ay Agos’ta yayınlandı. “Dersim katliamına dair okunması zor bir mektup” başlıklı 22 Nisan tarihli yazısının amacı ilk bakışta Dersim 1938 gibi görünüyordu ama o yazıda bizzat kendisi asıl amacının 24 Nisan olduğunu açıkça söylemekten imtina etmiyordu.

Bu yazıyı aynı zamanda, ilk defa bir Dersimlinin, CHP’nin uzun zamandır genel başkanı da olan bir Alevinin “devlet başkanı” olma, Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Türkiye’nin 13. Cumhurbaşkanı” olma şansını elde ettiği bir iklimde yazdı. Yazının hedefinde her zaman olduğu gibi CHP ve Mustafa Kemal Atatürk var. Yazı, güya Dersim Valisi, Dördüncü Umumi Müfettişi ve Ordu Komutanı Abdullah Alpdoğan’ın yanında “özel koruma” olarak görev yapan bir çavuşun dönemin içişleri bakanı Şükrü Kaya’ya yazdığı bir mektubu ve değerlendirilmesini içeriyor.
Ancak mektup okunduğunda ve ekindeki kareli deftere kurşun kalemle yazılmış silik fotokopi yazı incelendiğinde görülüyor ki, apaçık büyük bir sahtekârlık söz konusu. Bunu anlamak için “tarihçi” olmak gerekmiyor, ortalama zekâ ve eğitime sahip olmak yeterli. Ancak bu çağ, edebiyat yoluyla tarihin çarpıtıldığı bir çağ değil, şimdinin trendi imzalı, adı-soyadı içeren, “belgeli” yalanlar çağı. Ve önümüzde bu çağı pazarlayan Taner Akçam gibi tarih sahtekârları var.
Mektup, 1938 Askeri Harekâtı’nda işlediği insanlık suçları yüzünden yaşadığı bunalımlar nedeniyle gittiği doktora çocukları öldürdüğünü itiraf eden ve bunu imzalı bir belgeyle hastaneye sunan çavuş Ali Öz’ün, bu itirafnâmenin “başına iş açacağından korkması” nedeniyle, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya başvurusunu içeriyor. Özetle, 1938 sonrası Ali Öz’ün Dersim’de asker arkadaşı olan İzmirli Ethem çocukları öldürdüğü için önce bunalıma girmiş, sonra intihar etmiş; onu gören Ali Öz de bunalıma girmiştir. Müdürleri onu akıl doktoruna götürmüş; doktorlar ona, “tüm yaşadıklarını kağıda yazıp imzalatmıştır.” Ancak Ali Öz, paşası da olan Abdullah Alpdoğan’ın kendisine ve tüm askerlere, “bu yaşananları sivilde sakın kimseye anlatmayın, ananıza babanıza bile, yoksa hepiniz asılırsınız” sözünü hatırlamış ve anlattıkları ve üstelik imzalayarak kendi elleriyle delil olarak hazırladığı bu “itirafname”den korkmaya başlamıştır. Kendisini işe de yerleştirmiş olan bakan Şükrü Kaya’dan, “doktordan yazdıklarını geri almasını” istemektedir. Çünkü doktordan kendisi istemiş, ama doktor, “mümkün değil, vermem”, demiştir.

Mektup özetle böyle, ancak bitmiyor, devamı var. Çavuş Ali Öz devamla, “doktora yazdığım yaklaşık olarak şöyleydi” diyor ve katıldıkları katliamları bu defa -yine imzalı olarak- bakana yazıyor. Mektubun bu kısmında, “Tersemek” dediği yerde (Turuşmek olmalı, bugünkü Atatürk Mahallesi) katliamını, çocukları nasıl öldürdüklerini ve Abdullah Alpdoğan’ın kendilerine neler söylediğini anlatıyor. Öz’ün mektubunda yazdığına göre Alpdoğan askerlere, “bu Kızılbaş dölleri, bu vatan hainleri, bunlar büyürse kardeşlerinizi öldürecekler, cumhurreisimiz taş üstünde taş bırakmayın dedi, yakın yıkın talimatı verdi, kimse yargılanmayacak, size söz veriyorum” demiştir.

Belgenin ispat gücü üzerine

Tarih geçmişte kaldığı için, artık çevremizde olmadığı için, hakikatın peşinde olan tarihçiler bazı kanıtlara ihtiyaç duyarlar. Uzun bir süre “geçmişi canlandırma”nın en önemli aracı belge oldu. Tarihin altın çağı olan 19. yüzyılda tarihçiler, belgelere bir dokunulmazlık, adeta kutsallık atfetmişlerdi.
Belge, tarih gibi hukukta da bir ispat aracıdır. Ceza hukuku da, geçmişte olup bitmiş ve konusu suç olan bir fiili, “canlandırma” adına belgeye ihtiyaç duyar. Ancak hukukta dahi belgenin bağlayıcılığı üzerine geniş tartışmalar, itirazlar var. Gerçekliğinden kolayca maniple edilebilirliğine, tahrif edilme olasılığından kendiliğinden bozulmasına dek ciddi handikapları ve sakıncaları barındıran “belge”, yalnızca “maddi gerçeği” bulmakla yükümlü ceza yargılamasında dahi kuşkuyla karşılanıyor.

Belgeler asıl olarak yazılı belgedir. Resmi ve özel belgeler olarak tasnif edilir. Sürücü belgesi veya kimlik kartı resmi belgedir. Mektup ve hatıra defteri ise özel belgedir. Resmi belgeyi kamu görevlisi, özel belgeyi ise herhangi bir şahıs hazırlayabilir. Resmi belgeler, devlet görevlileri tarafından tutulduğundan daha güvenli kabul edilir. Ancak resmi belgelerin dahi sahteliği iddia edilebilir. Bilirkişi incelemesi yaptırılabilir. Günümüzde ses ve görüntü kayıtları dahi belge olarak değil, belirti delili olarak kabul edilmektedir. “Şekil tespit eden belgeler” (kroki, kat planı veya başka bir yazılı belge) sağlamlık bakımından diğer belgelerden bir farkı yoktur. Orijinal olup olmadıkları ve içerdikleri bilginin doğru olup olmadığının anlaşılabilmesi için çoğu zaman bilirkişi incelemesi gerekmektedir. Özetle belgenin içeriğinin doğru olduğu yolunda eğer varsa kanuni bir karine dahi çürütülebileceği gibi, belgede “içerik sahteciliği” de olabilir ve sahte bir belge delil olarak kabul edilmeyecektir (Devrim Aydın, Ceza Muhakemesinde Deliller, Yetkin Yayınları, s. 79-80, Ankara, 2014).

Öte yandan bir belgenin olayı temsil edici niteliği olması zorunludur. Bu da yetmez; akla, maddi gerçeğe uygun olması ve hukuka uygun elde edilmesi de gerekir. Sağlamlık, güvenilirlik ve müştereklik de –her delil gibi- belgede de aranır. Belgenin ilgililiği (relevance) yetmez; kabul edilebilirliği (admissibility) olması şarttır (Meltem Dündar, İngiliz ve Türk Ceza Muhakemesi Hukukunda Hukuka Aykırı Deliller, On İki Levha Yayınları, s. 14, İstanbul, 2018).
Bu kabul edilebilirlik, yani belgenin “elde edilmesi” hususu, ulusal hukuklarda ve Avrupa Konseyi’nde öylesine büyük bir külliyat yaratmıştır ki, tek tek milli hukuklarda ve Avrupa Ceza Muhakemesi alanında belgeyi “elde eden organlar” sınırlanmış, hatta tek tek sayılmıştır. Bunun için sadece “Avrupa Delil Müzekkeresi” başlıklı 2008 tarihli kararı hatırlatmakla yetiniyorum (Kayıhan İçel, Yener Ünver, Ceza Muhakemesi Hukukunda Delil ve İspat, Seçkin Yayıncılık, s. 15-53, Ankara, 2014).

Hukuk alanında yazılı belgeye yaklaşımın özeti, belgenin gerçekçi ve olayı temsil edici olmasının yanı sıra, “elde edilme koşulları”nın da hukuka uygun ve şeffaf olmasıdır. Belgenin kuşkulu olmaması, sağlam olması ve sahteliğinin iddia edilmemesi gerekir. Aynı hususlar –aşağıda göstereceğim gibi- tarih alanında da –kuşkusuz başka sözcüklerle- aynen geçerlidir.

Hukukçulardan daha fazla tarihçiler, belgeye mesafeli ve kuşkulu yaklaşmaktadır. “Belge fetişisti çağ” esasen çoktan sona ermiştir. Bunun sebepleri farklıdır, ancak belgeyi hazırlayanlar genellikle kendi perspektiflerinden belge ürettiğinden, belgeler güvenli kabul edilmemektedir. Belgeleri, devlet başkanları, yüksek memurlar, generaller yazar, askerler, köylüler, çiftçiler değil; “köylü belge bırakmaz.” Bu sebeplerle belge, sadece geçmişten kalan bir “iz” olarak görülür; fazlası değil.

Belge derken ilk önce onun “madde”sine bakmak gerekiyor. Belge bir mektup ise altındaki tarih ya da yer gerçek olabilir mi? Yazan kişi gerçek hayatta var mıydı? Mektubun yazıldığı nesne kâğıt mı, başka bir şey mi? Kâğıtsa mürekkebin cinsi nedir, o dönemde bu mürekkep kullanılıyor muydu? (Günümüzde kullanılan mürekkebin ömrünün dahi 30 yıl olduğu düşünülürse konunun zorlu anlaşılır. Nürnberg belgeleri bile bugün zor okunuyor. Kâğıt ise ayrı bir sorun, kâğıtlar genellikle bekledikleri yerde zamanla çürüyor). Eğer el yazısı ise o dönemde kullanılıyor muydu?

Peki ya mektuptaki retorik? Yazarı ne anlatmak istiyor, mektup yazmakla hangi amaca ulaşmak istiyor? Mektubun yazıldığı dönem düşünüldüğünde, içeriğinde anakronik unsurlar var mıdır? “Dışsal değerlendirme” dediğimiz bu sorular, esas olarak belgenin güvenilirliğini, tahrif edilip edilmediğini, ilk olarak nerede bulunduğunu, yayınlanana kadar nerede tutulduğunu anlamamızı sağlar (Ferdan Turgut, Tarihin Hakikatleri, İletişim Yayınları, s. 106, İstanbul, 2021). Öte yandan bu sorular, belgenin sahte olup olmadığını da ortaya koymaya yarar.

İçsel değerlendirmeye, yani mektubun içeriğine gelince. O dönemde böyle bir mektup var mıydı? A kişisi B kişisine bunu göndermiş miydi? A kişisi mektup ile hangi amaca ulaşmak istiyordu? B mektubu okumuş muydu? A kişisi, B okusun diye mi yazmıştı, yoksa bu mektup herkes okusun diye mi yazılmıştı, yani “açık mektup” muydu? Hepsinden önemlisi mektup, sahici bir niyetin ürünü müydü, yoksa gizli bir gündemi mi vardı? Yüzyıllar önce yazılan mektup, bugünün kavramlarını kullanıyor muydu? O çağa ait olmayan kavramlar, kurumlar, sözcükler mektupta yer alıyor mu? Görüldüğü gibi “içsel değerlendirme”, mektubun niteliğinden, sahte olup olmadığına dek bize daha güçlü kanıtlar sunar.

Tarihçiler bir belgeyi incelerken, o belgenin “dili”ne büyük önem veriyor. Belgeyi hazırlayanların kullandığı sözcükler, o kişilerin meramı dışında bazı hallerde o belgenin sahteliği hakkında kanıtlar sunabiliyor. Belgenin yazıldığı tarihte olmayan kelimeler, kavramlar varsa, belgenin sahteliği, yani sonradan “masa başında kurgulandığı” anlaşılabiliyor.

Özetle belge, tüm bu unsurlarıyla incelendiğinde son derece yetersiz bir kaynak olarak ortaya çıkıyor. Sahteliği de kolayca anlaşılabiliyor. Peki tarihçi ne yapacak? Belgeyi, dışsal ve içsel kriterler ekseninde sorgulayacak, bununla da yetinmeyecek, kanıtları çeşitlendirecektir. Belgeyi test etmeyi sağlayacak başka araştırmalar yapacaktır. Belgede bahsedilen olayları, kişileri, kurumları, hatta kelimeleri sıkı bir sorgudan geçirecektir.

Tarihçinin görevi belgeye karşı “kendisini korumak.” Belgeyi okurken, yazıldığı dönemi hesaba katacak, o dönemde belgenin anlattığı olayları değerlendirecek. Bir bağlam oluşturacak. Belgenin anlattıklarıyla daha sonra olan olayların bilgisini karşılaştıracak. Bu tarihçiyi, “belgenin aldatıcılığı”ndan korur. Ancak bunlar yapıldıktan sonra, söz konusu belgeyle ilgili nesnel bir fikre, hakikate ulaşılabilir.

Ali Öz adlı kişiye ait olduğu iddia edilen mektup

Ali Öz adlı -kim olduğunu, hatta var olup olmadığını dahi bilmediğimiz- kişiye ait olduğu iddia edilen mektubu Agos’ta yayınlayınca, twitterdan –Akçam’ın Taraf gazetesinden yol arkadaşı- Ayşe Hür, “sahtelik” itirazında bulundu. Akçam “bu Hasan Saltık arşivindeki belgelerin sahte olduğu anlamına gelir” diyerek yüksek perdeden cevaplayıverdi (Agos, 5.5.2023). Oysa Hür, sadece bu mektuba dair kuşkularını dile getirmişti. Hür, daha sonra bu mektubun sahteliğine dair düşüncelerini –herkesin görebileceği ayrıntılara değinerek- ayrıntılı ve mantıklı tezlerle ortaya koydu. (https://www.avrupademokrat2.com/taner-akcama-cevaplarim…/).

Profesör Akçam, Hasan Saltık arşivi hakkında asgari herhangi bir bilgiye sahip değil; bu arşivdeki belgelerin nasıl elde edildiğini bilmiyor, hele yayınladığı mektup ile ilgili -yapması etik ve bilimsel açıdan zorunlu olduğu halde- en küçük bir sorgulama, şüphe veya test de yapmadığı halde, bu mektubun kurgu olmadığını garanti ediyor. Üstelik o, bu mektubu arşivden alan birinden (Nevzat Onaran) aldığını da söylüyor. Bu kadar saçmalık için, Taner Akçam türünden bir tarihçi olmak gerekir. Peki neden böyle yapıyor? Çünkü bu mektup ona, temel savlarını ispatlaması için bazı sahte kanıtlar sunuyor. Bunu aşağıda ele alacağım.

Hasan Saltık arşivine gelince. Hasan değerli bir araştırmacı ve müzik eserleri koleksiyoncusuydu. Kalan Müzik onun eseridir. Bu arşivden herkese bahsettiğini tahmin ediyorum. Ben arşivinde daha çok fotoğraflar olduğunu biliyorum, bana Seyit Rıza’ya ait birkaç tanesini de göstermişti, belge ise duymadım. Kimini parayla satın almış, kimileri ise ona, Kalan müziğin ününün duyulmasından sonra “gönüllü” olarak getirilmişti. Bunları bir türlü yayınlamadı. En son bana, “Taraf’tan Alev Er’e verdim, o bir kitap olarak yayınlayacak” dedi. On yıl evveldi ve Alev Er veya başka biri bu arşivi yayınlamadı. Daha sonra onu genç yaşta kaybettik. Hasan’ın ardından yazdıklarım şurada (https://www.birgun.net/makale/hasan-saltik-ve-kisla-347362).

Hasan’ın elde ettiği belgelerin sahiciliği veya ne derece doğru olduğu elbette tartışılabilir. Kimi belgelerin yanlış veya imal edilmiş olması, hatta birilerinin Hasan’ın hak edilmiş prestijini istismar amacıyla bu tür belgeler imal ederek ona ulaştırması da mümkündür. Hasan’ın bu tür bir sorgulama yapıp yapmadığını bilmiyorum. Hasan neticede hukukçu veya bir tarihçi değildi, bu sorgulamayı yapamayabilir de.

Normalde herhangi bir tarihçinin veya araştırmacının yayınladığı belgelerin kaynağını bilmesi veya açıklaması gerekir. Benim 2009 yılında yayınladığım sürgün belgeleri mesela, 1938 sonrasında Dersimlilerin sürgün sürecini resmi olarak yöneten ve İskân Umum Müdürü olarak görev yapan Reşad Tanyeri’ye aitti. Tanyeri Arşivi –bende mevcut- en az 500 sayfa yazışmadan oluşuyor, bunlar Çanakkale’den Denizli’ye, İstanbul’dan Eskişehir’de sürgün ailelerinin ulaşım, iaşe, hastalık, barınma, yerleşim vb. sorunları üzerinedir. Bu arşivin beşte birini 2009 yılında yayınlamıştım.

7 Kasım 1935 tarih ve 2848 sayılı yasa ile, Dahiliye vekaletine verilmiş vazife ve salahiyetlerin Sıhhat ve içtimat muavenet vekilliğine devri ile “iskân umum müdürlüğünün teşkili” kabul edilmişti. “İskan umum müdürü” olarak ise bir tıp doktoru seçilmişti. Bu kişi yayınladığım arşivin sahibi olan Doktor Reşad Tanyeri’den başkası değildi. Tanyeri daha sonra Zonguldak CHP teşkilatından da görev aldı.

Özetle Akçam’ın yayınladığı mektubun kaynağı belirsiz olduğu gibi asgari bir sorgu ve testten geçmeden yayınlanmıştı. Mektupla ilgili basit bir soruşturma bile, mektubun başta yazarı olmak üzere, hikâye örgüsüne dek bir dizi büyük çelişki ve tutarsızlığı ele vermektedir. Bu çelişkileri görmemek, mektuptan en küçük bir şüphe duymamak ise ancak Taner Akçam’a yakışırdı.
Mektubu Taner Akçam’a rağmen okumak

Şimdi Taner Akçam’ın yayınladığı mektubu, değerlendirmeye çalışalım.
Öncelikle mektubun sahibi Ali Öz ile ilgili hiçbir bilgi yok. Bu kişi nereli, Dersim’de gerçekten askerlik yapmış mı? Okuma yazması var mı? Peki mektup tarihinde (Aralık 1946) nerede yaşıyordu? Şu an hayatta mı, kaç yaşında, aile fertleri kimler? Onların bu mektuptan haberi var mı? Mektubu onlar mı Hasan Saltık’a ulaştırmış? Üçüncü kişiler mi aileden alıp Saltık’a vermiş? Yoksa bu mektup gönderildiği kişinin arşivinden mi çıkmış? Hasan Saltık bu mektubu nasıl elde etmiş? Sonuç olarak Ali Öz diye birisi gerçekten var mı? Yoksa bu mektup bir kurgu mu, masa başında başka biri mi yazdı? Soruları uzatmıyorum, burada kesiyorum.

Akçam, bu mektubun nasıl elde edildiğini de açıklayamıyor. Bu mektubun aslı ortada yok. Ekran görüntüsü var. Oysa belgeden çok, nerede ve nasıl elde edildiği hususu çok önemli. Zira bu bilgi, belgenin gerçekliğini test etmemizi de sağlayabilir. Mesela bir belge uzun yıllar kapalı bir yerde saklanmışsa, oranın fiziki şartlarına göre yaş tahmini yapmak daha kolay olabiliyor (Oğuz Karakuş, Kriminalistik, Adalet Yayınevi, 2. baskı, s. 392, 2013). Burada 77 yıllık bir belgeyi tartıştığımızı unutmayalım.

Bu soruların hiç bir cevabı yok. Oysa mektubu yazan kişinin gerçek hayatta var olup olmadığının kanıtlanması çok önemli. Taner Akçam, Ali Öz’ün “Abdullah Alpdoğan’ın koruması” olduğunu söylüyor. Bunu hangi bilgiyle söylüyor? Hiçbir bilgisi yok, bunu yine “mektuba dayanarak” söylüyor. Oysa bu kişi hakkında asgari nüfus kayıtları ve mektupta çalıştığını söylediği “SEKA kayıtları”ndan bir inceleme yapılabilirdi. Akçam’a göre, bu araştırmaları yapmaya gerek yok, çünkü “elimizde Ali Öz adlı bir kişiye ait mektup var.” Komediden öte rezalet, Taner Akçam yorumu işte bu.

Akçam bir fotokopi belge yayınlamış. Bu fotokopi okunmuyor ya da çok zor okunabiliyor. Mektubun aslı nerede? Bilmiyoruz ama Akçam zaten, “bu soruyu sorarsanız, bu Hasan Saltık arşivinin sahte olduğu anlamına gelir” diyerek soru sormayı da yasaklıyor. Mektubu yayınlıyor ama kaynağına mektubun aslını ve nereden aldığını sormuyor; başkalarının soru sormasını yasaklıyor. Rezaletler silsilesi.

Son olarak bu mektup ne zaman elde edilmiştir? Kâğıdı ne türde bir kâğıttır? Üstündeki mürekkep ne tür bir mürekkeptir? Artık kâğıt, yazı ve mürekkep tarzından bir belgenin ne zaman yazıldığı, yaşı anlaşılabiliyor. Ama bunun için ıslak imzalı ve orijinal bir belgeye ihtiyaç var. Yazılı belgeleri bırakalım yüzyıllar önce ölen insanlara ait insan iskeletlerinin yaşını belirlemek için bile, kemiklerin nerede, nasıl ve ne içinde bulunduğuna bakılarak tespit yapılıyor (Adli Bilimler Dergisi, İnsan İskeletlerinin Tarihlendirilmesinde Adli Antropolojik ve Arkeolojik Bir Araştırma, C 12, s. 1, s. 22, Mart 2013). Akçam bu sorulara da yanıt veremiyor.

Tarihçi Taner Akçam önümüze silik bir fotokopi kâğıt fırlatarak, mektubu en baştan kurşun geçirmez hale getiriyor. Çünkü orijinal kâğıt boyutu, yapısı ve standardı, belgenin eskiliği üzerinde bazı bilgiler sunabiliyor. Çok eski belgelerde yazının fulajının kaybolmuş olması ve kâğıdın bileşimi ve standardındaki eskime, yaş tayininde yardımcı olabiliyor (Salih Cengiz, Adli Belge İncelemelerinde İmza ve Yazının Mürekkep Yaş Tayini, age, s. 7-18).
Öte yandan yıllardır Türkiye’de Adli Tıp Kurumu’na bağlı Fizik İhtisas Dairesi, bu tür belgeler üzerinde “sahtelik incelemeleri” yapıyor, raporlar hazırlıyor. Ama bunun için –eğer Ali Öz diye biri varsa- onun eli ürünü başka belgelere ihtiyaç var.

Altındaki imzaya göre bu mektup, 77 yıl evvel yazılmış. Bu açıdan mektuptaki el yazısının bilirkişi incelemesinden geçmesi aydınlatıcı bilgiler sunabilir. Belki de bu mektup geçen yüzyılın ortalarında değil, 2000’li yıllarda yazılmıştır. Ama Akçam böyle bir teste de ihtiyaç duymuyor. Bu tür incelemelere lüzum yok, amaca bir an evvel varmak için bu mektup hemen dolaşıma sokulmalı ve mutlaka bir 24 Nisan öncesi olmalı bu.

Mektubun retoriği

Şimdi asıl konuya, mektuptaki retoriğe bakmalıyız. Zira Akçam’ın yayınladığı belgedeki asıl anakronik çelişkiler burada başlıyor. Mektuba yönelik sahtelik, kurgu ürünü olma veya masa başında üretilme gerçeği, asıl olarak bu kısımda ortaya çıkıyor.

Mektubun altında imzası olan ve yaşayıp yaşamadığını, Dersim’de çavuş olarak görev yapıp yapmadığını, Abdullah Alpdoğan’ın koruması olup olmadığını ve mektubu yazıp yazmadığını bilmediğimiz Ali Öz adlı kişi, bu mektupla bize ne anlatmak, ne yapmak istiyor; mektupla hangi amaca ulaşmak istiyor?
Mektup, 1938 Askeri Harekâtı’nda işlediği insanlık suçları yüzünden yaşadığı bunalımlar nedeniyle gittiği doktora çocukları öldürdüğünü itiraf eden ve bunu imzalı bir belgeyle “akıl doktoru”na sunan çavuş Ali Öz’ün, bu itirafnâmenin “başına iş açacağından korkması” nedeniyle, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya başvurusunu içeriyor.

Özetle, 1938 sonrası Ali Öz’ün Dersim’de asker arkadaşı olan İzmirli Ethem çocukları öldürdüğü için önce bunalıma girmiş, sonra intihar etmiş; onu gören Ali Öz de bunalıma girmiştir. Müdürleri onu akıl doktoruna götürmüş; doktorlar ona, “tüm yaşadıklarını kağıda yazıp imzalatmıştır.”

Ancak Ali Öz, paşası da olan Abdullah Alpdoğan’ın kendisine ve tüm askerlere, “bu yaşananları sivilde sakın kimseye anlatmayın, ananıza babanıza bile, yoksa hepiniz asılırsınız” sözünü hatırlamış ve üstelik imzalayarak kendi elleriyle delil olarak hazırladığı bu “itirafname”de anlattıklarından korkmaya başlamıştır. Kendisini işe de yerleştirmiş olan bakan Şükrü Kaya’dan, “doktordan yazdıklarını geri almasını” istemektedir. Çünkü doktordan kendisi istemiş, doktor mümkün değil, vermem, demiştir. Mektup özetle böyle, ancak bitmiyor, devamı var.
Çavuş Ali Öz devamla, “doktora yazdığım yaklaşık olarak şöyleydi” diyor ve katıldıkları katliamları bu defa -yine imzalı olarak- bakana yazıyor. Mektubun bu kısmında, “Tersemek” dediği yerde (Turuşmek olmalı, bugünkü Atatürk Mahallesi) katliamını, çocukları nasıl öldürdüklerini ve Abdullah Alpdoğan’ın kendilerine neler söylediğini anlatıyor.

Öz’ün mektubunda yazdığına göre Alpdoğan askerlere, “bu Kızılbaş dölleri, bu vatan hainleri, bunlar büyürse kardeşlerinizi öldürecekler, cumhurreisimiz taş üstünde taş bırakmayın dedi, yakın yıkın talimatı verdi, kimse yargılanmayacak, size söz veriyorum” demiştir.

Mektupta bazı anakronik çelişkiler hemen göze çarpıyor. Madem birlikte çalıştığı komutanı Abdullah Alpdoğan, “bunları sivilde anlatmayın, ananıza babanıza bile, yoksa asılırsınız” dedi, çavuş Ali Öz bunları (Tersemek, nedense Necip Fazıl’dan beri herkes “Tersemek katliamı”nı anlatır), bir doktora neden anlattı?

Hadi çavuş Ali Öz, “1938’de katıldığı katliamları bir doktora anlattı”, doktor bunları neden “bir kağıda yazdırıp imzalattı”? Böyle bir şey, -hele 1946 yılında- görülmüş müdür?

Mektubun yazıldığı 1946 yılında, bir müddei umuminin bile böyle bir şeye (cinayetler hakkında ifade alma) “cesaret” etmediği düşünüldüğünde (Dersim 1938’e dair 2000’li yıllara kadar açılmış bir soruşturma yoktur), doktor bunu neden yaptı?

Belki de en önemlisi, Öz mektubunda, doktorun veyahut muayene olduğu hastanenin adını neden belirtmiyor? Neden sadece “akıl doktoru” diyor? Doktorun ve hastanenin adı yoksa, Şükrü Kaya bu mektubu nasıl geri alacak? Bu yazıdan bir kaç hafta sonra Berlin’de yapılan bir Dersim 1938 konferansında Prof. Bedriye Poyraz -herkesin kuşkulandığı bu basit ama hayati önemdeki soruları- konferansta konuşmacı olan panelist partneri Akçam’a sordu. Akçam hiçbir yanıt veremedi (Bedriye Poyraz ile görüşme, 10 Mayıs 2023, Ankara).
Ve madem çavuş Ali Öz, “başıma bir şey gelir”, “asılırım” korkusuyla bu yazdıklarını 1946 yılında artık geri istiyor, neden bu mektup ile bir kere daha ayrıntılı bir katliam anlatımında bulunuyor, işlediği cinayetleri neden yeniden birbir anlatıyor?

Mektubun altında tarih ve imza olduğu düşünüldüğünde, çavuş Ali Öz, neden kendi elleriyle yeniden bir itirafnâme yazıyor? Neden ayrıntı veriyor ve “başıma bir şey gelir” ve “asılırım” korkusunu bu kez hissetmiyor? Öyle ya, bu mektup da “imzalı bir kanıt” durumunda artık.

77 yıl önce yazılan bu mektup, bugünün kavramlarını kullanıyor. O çağa ait olmayan kavramlar, kurumlar, sözcükler de mektupta yer alıyor. Ayşe Hür bunu, bugüne ait olan, “savcılık”, “reisicumhur”, “cemse” gibi sözcüklerin o tarihte kullanılmadığını tespit ederek yaptı. Hatta Hür, mektupta adı geçen SEKA’nın, SEKA adını 1955 yılında aldığını ortaya koyarak mektubun sahteliğine dair en bariz kanıtı da ortaya koydu.

Tek bir kanıtın bir iddiayı ve savı yerlebir edeceğini, bu yakınlardaki popüler bir ceza davasından da biliyoruz. TSK üst yönetimine karşı Balyoz adlı “darbe davası”, Taraf’ın bir muhabiri tarafından “bavul” ile savcılığa teslim edilen “belgeler” sonucu açılmış, yüzlerce general ve subay müebbet ve ağır hapis cezalarıyla cezalandırılmıştı. Bu davaya kanıt olan “belgeler”in aslında sahte olduğu, birilerince kurgulandığı ve belgelerin masabaşında yazıldığı, o yıl henüz icat edilmemiş bir yazım tekniğiyle yazıldığının anlaşılmasıyla ortaya çıktı (Pınar
Doğan, Dani Rodrik, Balyoz, Destek Yayınları, 2014, İstanbul).

Ayrıca, 1946 yılında bir askerin “yazdıklarım yaklaşık olarak şöyleydi” demesine ne demeli? “Yaklaşık olarak” son derece modern bir deyim, 1980’lerde, ’90’larda bile bu deyim yoktu, 1946’da böyle bir deyimin -üstelik bir çavuşun ağzından- herhangi bir mektupta yer alması mümkün mü? Keza, “vatan hainleri”, “Kızılbaş dölleri” de öyle.

Görüldüğü gibi Ali Öz’e ait olduğu iddia edilen mektubun, “içsel değerlendirme”ye tabi tutulduğunda sahteliği -kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde net- ortaya çıkıyor. Taner Akçam’ın bu belgeyi sahte olduğunu bildiği halde kullandığı ise çok açık. Zira Dersim veya tarihle ilgili özel bilgisi olmayan, ortalama zekâda bir bireye bu mektup okutulsa, o birey dahi bu mektubun sahteliğini anlayabilir.

Mektubun bahsettiği Tersemek (Necip Fazıl yazdığı günden beri yanlış, doğru adı Turısmege) nahiyesi, öldürülen çocuklar, hatta kundaktaki bebekler, Abdullah Alpdoğan doğrudur (Mesela Hesene Şıxali’nin yazdığı “Lawuka Hesen Efendi” ağıdı hâlâ yüreklerdedir). Ancak çavuş Ali Öz ve bu mektup bir kurgu, apaçık bir yalandır. Ve en iyi yalan, gerçeklerle yoğrulmuş yalandır.

Bu mektubu imal edenler, Hasan Saltık’a ulaştıranlar, siyasi amaçları uğruna tarihi tahrif ederek, aslında Dersim 1938 çalışmalarına en büyük zararı vermiştir. Onlar bu mektupla katledilmiş, adsız sansız insanlara, kadınlara ve çocuklara en büyük saygısızlığı yapmıştır.

Katliam bir oyun, kurbanlar birer figüran değildir. Toplu bir cinayetin –hele ki çocuk- kurbanlarıyla alay edemezsiniz. Sahte failler ve kurmaca hikâyelerle, onların anısını kirletmek büyük bir ahlaksızlıktır.

Mektup, 1938 yılında Dersim’de askerlik yapanlardan artık hayatta hiç kimsenin olmadığı bir zamanda yayınlanarak, vicdansız ve alçakça bir yalan büyük bir rahatlıkla dolaşıma sokuldu. Zira bu büyük yalanı, “yalanlayacak kimse” artık hayatta yok.

O halde Akçam sahteliğini bile bile bu mektubu, neden bir 24 Nisan öncesi yayınladı? Bu sahte mektup ile neleri amaçladı? Şimdi bu konuyu ele alalım.
Öncelikle bir kere daha AKP rejimine sadakatini göstermek istedi. Türkiye nereye giderse gitsin, ekonomik ve siyasal kriz nasıl olursa olsun, İslamcıların yanında olduğunu, tarihi olayları ve Dersim meselesini siyasal İslamcılar lehine çarpıtmaya devam edeceğini göstermek istedi. Bunca tecrübeye, AKP’nin 21 yıllık iktidarında -Dersim ve Ermeni meselesi dahil-bu tür acıları sadece istismar etmesine rağmen -2020’lerde- “CHP özür dilesin” demesi işte bundan.
O, bu işinde yalnız değil elbette. Aynı tarihlerde, tek faaliyeti Cumhuriyet’e küfretmek olan Sevan Nişanyan da bir video konuşması ile Cumhurbaşkanlığı seçiminde -Kılıçdaroğlu’ya hakaretler eşliğinde- Erdoğan’a desteğini açıkladı (Sevan Nişanyan, youtube konuşması, 24 Nisan 2023).

Akçam Dersim 1938 yazılarını bu defa bir “belge” ile destekleyerek bu alanda da otorite olduğunu göstermek istedi. Ama bilerek ve isteyerek kullandığı bu sahte belge ile baltayı kendi ayağına vurmuş oldu, iyi de oldu. Bir Dersim atasözü şöyle der: “Kami çı bıkero, horê keno” (İnsan ne yaparsa, kendi kendisine yapar).
Akçam, CHP ve Kılıçdaroğlu’nu vurmak istedi. Kemal beyin Cumhurbaşkanı olma ihtimali güçlenmişti, Erdoğan en zayıf dönemindeydi ve Akçam gibiler tam da böyle durumlarda sahne alırlar.

Akçam’ın tarihçiliğini, Dersim meselesinde yaptığı hile ve aldatmacaları ve tahrifatı yukarıda kısaca ortaya koyduk.
Son olarak şu soruyla bitirelim:

1915’in yüzde ikisi ya da üçü bir hacimdeki 1938 meselesinde, bu kadar yalan, tahrifat ve sahtekârlığa bulaşmış biri, Ermeni çalışmalarında acaba neler yapmıştır?

Hüseyin AYGÜN
Latest posts by Hüseyin AYGÜN (see all)