“Ülfet” ve “latâfet” ne kadar eski iki kelime değil mi? Sadece kelimeler değil, Türkiye toplumu olarak kelimelerin ifade ettiği anlamlar da bize artık çok uzak. Ne bir dostluk ve muhabbet bağı ne de bunları çevreleyen bir incelik ve zarafet kaldı toplumda. O, yardım ettiği insanlar yüzünü görmesin de utanmasınlar diye yemek kaplarını döner kapılar ardından servis edenler, Hızır İlyas hikâyeleri kadar uzak bize.
Türkiye 19. yy sonu 20. yy başlarına da aynı sorunlarla girmişti: Osmanlı’nın Balkanlardaki toprak kayıplarıyla ve Rusların Kafkas halklarına zulümleriyle birlikte, 1800 ortalarından itibaren yüzbinlerce insan Anadolu’ya akın etmeye başlamıştı. 1900’lerin ilk çeyreğinde, önce Osmanlı kendi “varlık” alanından, kendini konumlandırdığı politik coğrafyadan yani Balkanlardan topyekûn dışlandı; elde kalan son toprak parçası “Anadolu” aynı dönemlerde “Balkan”ın yerine ikame edildi, artık “memleket”, “vatan” Anadolu’ydu. Tüm bunları nüfus mübadelesi izledi, milyonlar yer değiştirdi.
Sadece gelenler mi; ya gidenler? “…bakkal karabetin ışıkları yanmış/ affetmedi bu Ermeni vatandaş/ Kürt dağlarında babasının kesilmesini/ fakat seviyor seni çünkü sen de affetmedin/ bu karayı sürenleri Türk halkının alnına…” Ya Trakya 1934? İstanbul 6-7 Eylül 1955?
Anadolu coğrafyası imparatorluktan elimizde kalan son coğrafyaydı. Ve bu coğrafyanın nüfus deseni 1800 ortalarındaki Büyük Kafkas Göçü (1864) ile başladı, Berlin Antlaşması (1878) ile hızlandı ama asıl 20. Yüzyılın başlarındaki nüfus hareketleri ile şekillendi; Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Mübadele ile zirveye ulaştı; ama orada bitmedi; (iç-dış) göç, hicret bu coğrafyanın kaderi oldu. Anadolu nüfus desenindeki bu muazzam dönüşümün Osmanlı’nın son dönemlerindeki serencamı için Kemal Karpat’ın Osmanlı Nüfusu (1830-1914) başlıklı çalışmasını karıştırmak bile yeterli olacaktır. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (şimdiki TUİK) 1996’da yayınlanan tarihi istatistikler serisinin Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye’nin Nüfusu (1500 – 1927) çalışmasını da anmadan geçmemek lazım. Mustafa Mesut Özekmekçi’nin geçtiğimiz yıllarda Osmanlı nüfus sayımlarını konu ettiği doktora tezi de kötü değil.
Göç tarihi ile ilgili bir şeyler yazmak niyetinde değilim. Altını çizmek istediğim tek bir husus var ki o da “Bu coğrafyanın ve bu toplumun tarihinin biraz da göçün ve göçmenin tarihi!” olduğunu hatırlatmak. Anadolu coğrafyasının “Türk milliyetçiliği”ni öğrenmeye başladığı tarihlerle göçün tarihleri de üst üste oturur. Bu yüzden Türk milliyetçiliğini de bu göçleri, göçmenleri, tüm bu nüfus hareketlerinin yarattığı gerilimleri, sorunları… konuşmadan ele almak zor, eksiktir. Anadolu nüfusu/toplumu, hiç de öyle ortaokul kitaplarında anlatıldığı gibi, 1040 Dandanakan ve 1071 Malazgirt savaşlarıyla Anadolu’ya gelenlerin bilmem kaçıncı nesil çocuklarının yaşayageldikleri bir coğrafya olmadı.
21. yüzyılın ilk çeyreğindeyiz ve Anadolu coğrafyası, Suriye’deki iç savaştan bu yana yeniden bir göç dalgasıyla karşı karşıya, buna son dönemde Afgan mülteciler de eklenmekte. Son dönemdeki göçleri şekillendiren temel faktör, göçün uluslararası ilişkilerin -daha doğrusu AKP’nin Batılı devletlerden kendi iktidarı için devşirmeye çalıştığı maddî ve siyasî desteğin- bir unsuru haline getirilmesidir. AKP’nin Afganistan’da ABD yerine görev alma ısrarı ile ABD-Türkiye arasındaki ilişkilerin bozulmasının ve AKP iktidarının bundan duyduğu tedirginliğin birbirinden ayrı düşünülmesi zor görünüyor.
Toplum da bu konuda ikiye bölünmüş durumda. Bir yanda peygamberin hicreti üzerinden köpürtülen “muhacir-ensar” güzellemeleri ve peygamberin de bir “göçmen/muhacir” olduğuna vurgu etrafında AKP çevresinin kendi politikalarına destek arayışları diğer yanda toplumda yaygın tedirginlikten beslenmeye çalışan muhalefet.
Oysa “göç”, “hicret”, “sıla” ve “gurbet” sadece siyasî değil toplumsal belleğimize de yazılmış kavramlar. Belki “göçmen” onlardan en köksüz olanı. 1935’teki dilde sadeleşme ile birlikte tanıştığımız ve ilk defa Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu’nda (1935) geçen bir kelime. “Hicret”, “muhacir” Arapça’dan tevarüs etmişler. “Gurbet” ise bunların hepsinden apayrı bir yere sahip toplumsal belleğimizde. Ayrılmak, uzaklaşmak (ayrıldı, uzaklaştı) anlamında “grb ( غرب )” kökünden geliyor, memleketinden uzak anlamında kullanılıyor. Güneşin ayrılması, uzaklaşması (batması, akşamın olması) anlamındaki “gurub (غروب)” ve “garb”, “batı” kelimeleri de aynı kökten türemişler. Tıpkı ayrılan, uzaklaşan yola giden anlamındaki “garip ( غريب )” gibi. Fakir, düşkün zavallı anlamları da kolay anlaşılamayan, gizli tarafları bulunan, anlaşılmaz (şey), sırları olan anlamları da sonradan eklenmiş “garib”e. “Garib”, gurbet elde kalana deniyor. Garibe memleketinden ayrılmış, göçmen deseniz yanlış olmaz.
“Memleket” kelimesi de ilginç bir serüvene sahip. “Memâlik”ten bozulma bir kelime hem “memluk”un (köle) hem de memleket, egemenlik alanı, (memâlik-i Osmani) anlamında ama daha sonra “vatan”, “yaşanan yer” anlamına yaklaşıyor, “sıla” kelimesine yanaşıyor. “Sıla”, “vasıl ( وَصَلَ)” olunan, varılan yeri ima ediyor; ulaşmak kavuşmak anlamında. Sıla da gurbet de o kadar yol ve göç kokuyor ki!
Birkaç sözlüğü kurcalamak bile göçün toplumsal belleğimizde ne kadar derin bir yere sahip olduğunu göstermeye yetiyor. Ya gurbeti anlatan şarkılar, türküler, maniler… Dadaloğlu’nun sözünden Muharrem Ertaş’ın sazından ve sesinden “Kalktı göç eyledi avşar elleri” koçaklamasını dinlediğinizde Balkanları, Kafkasya’yı, soykırımı, polgromları, vb değil ama Osmanlı’nın (ve bir dönem Cumhuriyet’in de) tarihi boyunca uygulayageldiği yerinden etme ve zorunlu iskân politikaları, Derviş Paşa’nın Fırka-i İslahiyye’si aklınıza gelmiyor mu? Ya 1990’lardaki iç göç, ya 2016?
Şu aralar herkes İbn-i Haldun’cu, “Coğrafya kaderdir” sözü popüler kültüre girdi. Ya “sıla”, “gurbet”, ya “göç”? Onlar da mı kader? Muhlis Akarsu diyor ya “Yokluk beni mecbur etti, gurbeti ben mi yarattım?”
Uluslararası desteği arkasına alıp iktidarda oturmaya devam edebilmek için sınırları kevgire, ülkeyi otele, devleti de housekeeper’a çevirmek de; ağzından salyalar akarak bağıra çağıra göçmenlerin evini taşlayan faşist güruha şirin görünmeye çalışmak da sorunlu, hastalıklı. İşin daha beteri, bugün çoğu karar alma mekanizmalarının başlarındaki sandalyelerde oturan, 1980’lerin ortalarında “We are the world we are the children, we are the ones who make a brighter day…” diye sallanıp duran bu kravatlı ceketli zevatın o (baş harfi büyük) “İnsan”ları hiç ama hiç umursamamaları, önemsememeleri.