Bugünlerde çocukluğumun geçtiği yetmişli yılların başı sık sık aklıma geliyor. Bir çocuk algısıyla yaşadığım, öylece de anımsadığım, küçük bir Akdeniz kentinde, Antalya’da oturduğumuz yıllar. Tamam; ben risk algısı düşük, gözü kara bir çocuktum ama kenti tek başıma dolaşmaya çıktığımda veya her gün girişi bedava olan Antalya Arkeoloji Müzesi’ni tavaf etmeye gittiğimde beni kimsecikler rahatsız etmezdi. Belki de şanslıydım sadece. Çocuk algım insanların zaten hep iyi niyetli olduğuna ikna olmuştu. Ama toplum da, hissedebildiğim kadarıyla böyle bir ruh hali içerisindeydi. Çocuklar sokaktaydı, şiddet evlerde olsa da, dışarısı sanki daha güvenliydi, yaşamak için umudumuz ve sebeplerimiz vardı.
Siyasi hareketler capcanlıydı. 1980 darbesiyle içine gireceğimiz neoliberalleşme süreci hayatımızdan çok şey aldı götürdü. Biraz da nostaljiyle baktığım bu geçmiş, sonunda şiddetle zehirlenecek olsa da, içinde bulunduğumuz dönemden çok farklıydı. Görebildiğim kadarıyla şimdi çoğumuzun yaşamak için sebepleri azaldı; sanki artık sadece hayatta kalma mücadelesi veriyoruz, zira hayatın her alanında güvencesiz ve tehdit altındayız. Salgın hastalıklara, ekonomik krizlere, işsizliğe, adaletsizliğe, erkek şiddetine, adam kayırmacılığa, siyasal dengesizliklerin ve hesapsızlıkların yol açabileceği bedeli ağır uluslararası felaketlere rağmen ayakta kalmaya, nefes almaya devam etmeye çalışıyoruz. Bir yandan bilincin ve bilinç dışının kaygılarıyla boğuşuyor diğer yandan toplumsal varoluşumuzu, ne uğruna yaşadığımızı yeniden sorgulamak gerektiğini derinden hissediyoruz.
Şu günlerde İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme iması üstüne, televizyonda, çoğunlukla sadece erkeklerin yaptıkları tartışmaları ben de acı çekerek izliyorum. Otoriterliğin ve milliyetçiliğin arttığı Türkiye gibi ülkelerde, kendimizi, yakın partner şiddetine ve başka yerden gelebilecek taciz ve saldırılara karşı önlem alma ve koruma hakkımız erkekler tarafından elimizden alınmak isteniyor. Cesur insanların, sadece çoğunluğun arzusundan ibaret olmayan, hakların korunduğu bir demokrasiye ve şiddetsiz demokratik tartışmaya yaptıkları yatırımın eriyip yok olduğunu görüyoruz. Muhalif hareketlerin de elinde kalan tek savunma biçiminin öfke ve şiddet olması derin bir sorun. Barışçıl muhalefet de gülünç görünüyor artık. Maalesef içinde yaşadığımız koşullar geleceğe dair umudu taşıyan muhalif söylemleri de gittikçe yoğunlaşan bir öfkeyle zehirliyor.
Yetmişli yıllardan beri emekçi sınıfların kaybettikleri haklar için mücadele etmek yerine, sol politikaların halktan gittikçe koparak günümüzde Anglosakson dünyada kısmen etkili olan aktivizmlerin etkisine girmiş olması, sanki dünyayı kitlelerle kurulan yaşamsal ve siyasi iletişim değil de, sürekli aktivistler tarafından güncellenen ‘ahlaki yargılar’ın dönüştürebileceği yanılsaması, sınıfsal olgulara kör bir küçük aktivizm alanı yaratarak bizi oyalamaya devam ediyor. Bu aktivizm sınıfsal olana değil, güç ilişkilerine odaklanıyorsa da kendisinden yana olanların gücüne, itibarına, hatalarına ve iç çelişkilerine hiçbir itirazı yok. O da, demokratik şiddetsiz kamusal alanın ortadan kaldırılması tasarısının ortağı oluyor ve hakikat sonrası atmosferinin bir parçası haline geliyor.
- Otomatik Portakal ve Belirlenimcilik - 6 Kasım 2020
- Simone de Beauvoir’ın İkinci Cinsiyeti - 1 Kasım 2020
- Duygular ve Sözler - 10 Ekim 2020