Sabahattin Eyüboğlu da dahil kimi yazarlar, Eflatun’un Devlet’inin (1) ilk ütopya olarak kabul edilmesi gerektiğini ya da tasarladığı devletin bir ütopya olduğunu belirtirler. Eflatun’un ideal devletinin, ‘olmayanı’, ama olması isteneni resmettiği ölçüde bir ütopya olarak kabul edilebileceği doğruysa da bu durum, ‘ütopya’ kelimesinin ilk defa, bu yazın türünün yaratıcısı da olan Thomas Moore tarafından kullanıldığı gerçeğini değiştirmez. Moore kelimeyi Yunanca’daki “u” yoksunlayıcı öneki ile yer anlamındaki “topos” sözcüğünü birleştirerek elde eder: “Olmayan yer” ya da “yok yer” anlamında.(2)
Peki ‘ütopya’ gerçekten olmayan mıdır? Toplumsal ilişkilerde büyük altüst oluşların yaşandığı dönemlerde daha görünür hale gelen bu düşünsel çaba, gerçekten bir ‘yok yeri’ mi ifade ediyor ? Evet, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kalktığı bir dönemde yaşamıyoruz. Tersine, Moore’un Ütopya’sını yazdığı döneme kıyasla, her şeyin çok daha hızlı bir şekilde parasallaştığı, metalaştığı, değerinin değil ama fiyatının bilinir hale geldiği bir zaman dilimi bu. Karl Marks ve Friedrich Engels’in Komünist Manifesto’da tanımladığı gibi: Sermayenin “iktidarı ele aldığı her yerde (…) duygusal ilişki olarak ne varsa” sona erdirdiği, “insanla insan arasında soğuk menfaat ve ‘peşin ödemeden’ başka bir bağ” bırakmadığı, “hekimi, hukukçuyu, ozanı, bilim insanını ücretli hizmetlileri haline”(3) getirdiği bir zaman dilimi.
Yukarıda, “Moore’un Ütopya’sını yazdığı döneme kıyasla” ifadesini kullandım. Tesadüf değil elbet. Zira, Moore’un yaşadığı dönem, evet, pek çok ‘ilerlemenin’ yaşandığı bir zaman dilimidir; ama pek de masum değildir. Haritacılığın geliştiği, okyanus geçen gemilerin yapıldığı, ‘insanın’ yeni coğrafyaları keşfettiği, doğayı egemenlik altına almaya başladığı bir dönemdir bu. Öyledir ama, tüm bu ‘gelişmeler’ masumiyetin yitimini de mimlemektedir.
Örneğin, bugün muazzam bir kabul görmüşlükle ‘coğrafi keşifler’ olarak tanımlanan süreç, bugünün Avrupa’sında ya da Amerika Birleşik Devletleri’nde de görülen ırkçılığı da açığa çıkaran sömürgecilikten başka bir şey değildir. Bugün kapitalist ülkelerde heykelleri alaşağı edilenler de ‘keşif’ adı altında sömürgeleştirenlerdir. Tam da bu bağlamda, “Amerika’da altın ve gümüşün bulunması” der Marks Kapital’de, “yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi, Doğu Hint adalarının ele geçirilmesi ve yağmalanmaya başlanması, Afrika’nın kara deri ticaretinin av alanı haline getirilmesi, kapitalist üretim çağının pembe renkli şafak işaretiydi…” (4) İnsanlığın bu dönemde utanç ve vicdanın son kırıntılarını yitirdiğini eklemeyi de unutmadan.
Dolayısıyla aslında pek de pembe olmayan bir dönemde yazıldı Moore’un Ütopya’sı. 1516’da. Sömürgelerden Avrupa’ya akan altın ve gümüşün simgelediği parasallaşmaya karşı bir manifesto olarak belki de! Ya da ‘dönemin ruhu’ olan ve mülkiyet fetişizmine dayanan kapitalizmin pembe renkli şafağına inat, kolektivizmin henüz doğmayan şafağına dair umudun simgesi olarak.
Yukarıda sormuştum: “ütopya (…) olmayan bir yeri mi ifade ediyor?” Moore’un zihninin derinliklerinde tasarladığından çok farklı bir dünya kuruldu, o, Ütopya’sını yayımladıktan sonra. Bir başka ifadeyle, pembe renkli şafak işareti, pek de aydınlık getirmedi yeryüzüne. Nitekim, aynı karanlık, Moore’u da 1535’te darağacına gönderecekti. Ancak, bunlar, “olmayan yer”i imleyen ütopyayı gerçeklikten koparmaya yetmiyor.
İki nedenle: Birincisi, evet bahsi geçen dönemde açığa çıkan toplumsal gerçeklik Moore’un resmettiğinden farklıdır; ama bu durum 1524-1525 yılları arasında, Almanya, Avusturya ve İsviçre’de yüzbinlerce köylünün aristokratlara karşı ayaklanmasını engellemez. Friedrich Engels, Almanya’da Thomas Müntzer’in öncülük ettiği bu ayaklanmaları “gerçek bir toplum bölüntüsünün özlemlerinin ifadesi” durumuna gelen “komünist çınlamalar” olarak tanımlar örneğin.(5) Dolayısıyla, mülksüzlük ütopyasını ‘yok yer’ olmaktan çıkarıp var etmeye çalışan kalkışmalardır bunlar: Ütopya bir ihtimaldir!
İkinci neden ise, eserlerini, Moore’un dönemindeki gelişmelerin sonuçlarını verdiği bir zamanda yazan ütopyacı sosyalistlerin öngörüleridir. “Pembe renkli şafak”ın yerini, bulutlarla kaplı uzun bir günün aldığı; İngiltere ve Fransa’da kapitalizmin geliştiği, işçi sınıfının tarihsel bir özne olarak ortaya çıktığı dönemdir bu. Fransa’da en çok da “baldırı çıplakların” mücadelesiyle ve eşitlik-özgürlük-kardeşlik şiarıyla gerçekleşen devrimin daha başında, her türlü işçi örgütlenmesini ‘hainlik’ olarak etiketlediği dönem. İngiltere’de ise onsekizinci yüzyılın ortalarında başlayan sanayi devrimi, üretim tekniklerini geliştirirken kas gücüne olan bağımlılığı da azaltacaktır. Sonuç, kolay hükmedilebilir bir ‘emek kategorisi’ olarak görülen çocuk işçiliğinin artışıdır. Kırdaki makineleşme paralelinde kentlerde biriken ‘yedek emek ordusu’ ve çalışma sürelerinin uzamasına karşın karların muazzam artışı da cabası.
Ütopyacı sosyalistler olarak bilinen Saint Simon (1760-1825), Joseph Fourier (1768-1830) ve Robert Owen (1771-1858) bu gelişmeler altında verirler ürünlerini. Bilim ve endüstrinin toplumsal hayattaki rolü, Avrupa birliği, Avrupa parlamentosu, ortak Avrupa parası ve bankası Simon’un metinlerinin ana temalarıdır. İletişimin önemi, yaşam alanlarının ve çalışma hayatının planlanması / tasarlanması, ortak Avrupa dili gibi konular ise Fourier’in çalışmalarının temel başlıklarıdır. Diğer iki ütopyacıdan farklı olarak, eleştirilerini feodalizme değil kapitalizme yönelten Owen ise, 1800 – 1829 yılları arasında, İskoçya’daki fabrikasında hayata geçirmeye çalışır ideallerini. Yoksulları, karın paylaştırıldığı kooperatiflerde örgütlemek, fabrikasının karlarını işçilerin yaşam standartlarının yükseltilmesi için kullanmak, işçi çocukları için okullar kurmak Owen’ın uygulamalarından bazılarıdır.(6)
Büyük yerleşim birimleri, iletişimin önemi, Avrupa Birliği, Avrupa Parlamentosu, kooperatifler, Avrupa Merkez Bankası… Gerçeklik halini almış ütopya kırıntılarıdır bunların hepsi. Örneğin, günümüzde, kooperatiflerden ya da anaokullarından bahsedebiliyorsak, bunu Owen’a borçlu olduğumuzu söylemekte mahsur yok. Dolayısıyla, geçmiş çağlarda ütopyacıların zihninde yer işgal etmiş birçok olgunun bugün -olumlu ya da olumsuz manada- gerçekleştiğini söylemek mümkün. Ütopyanın, olanın ipuçlarını verdiğini söylemek de. Ütopyalar Sözlüğü’nde vurgulandığı üzere: Ütopya güncelliktir, gerçekleşmemiş bir geçmişin kalıntısıdır.(7)
Benzer şeyler, ilk defa liberal iktisatçı John Stuart Mill tarafından ‘kötü bir yer’ anlamında kullanılan ‘distopya’ kavramı için de söylenebilir. Bugün kim, George Orwell’ın 1949’da yayımladığı “1984”ündeki “büyük birader” metaforunun ya da ‘izlenme’ kurgusunun gerçek olmadığını iddia edebilir ki? Hele de internetin, kameraların evden sokağa, işyerine, hayatımızın neredeyse her anında bize eşlik ettiği bir dönemde! Kim, Franz Kafka’nın 1925’te yayımladığı “Dava”sındaki, bir sabah nedensizce dava edildiğini öğrenme ama sebebini asla öğrenememe durumunun ya da ürkütücü kabullenmişliğin gerçek olmadığını iddia edebilir ki? Hele de onlarca gazetecinin, yazarın, akademisyenin ya da muhalif siyasetçinin, toplumun gözü önünde neredeyse her gün dava edildiği, özgürlüğünden edildiği günümüzde.
Yukarıda yazılanlar Herbert George Wells’in 1895’te kaleme aldığı Zaman Makinesi’nde (8) çizdiği, ‘sınıf çatışmalarının derinleşmesi sonucunda, iki farklı türe bölünmüş insanlık’ resmi için de geçerlidir. Önce insanlığın ulaşabileceği güzel bir aşamayı göstererek hayal dünyamızın sınırlarını zorlar Wells. Sonrasında ise, bu güzel aşamanın, insanlığın bir kısmının insanlıktan çıkması pahasına gerçekleştiğini gözler önüne serer.
Hikâye kısaca şudur: “Zaman Gezgini” olarak tanımlanan kahramanımız yaptığı zaman makinesi ile, beklemediği bir anda kendisini 802701 yılında bulur. Kahramanımız vardığı bu yeni zamanda, farklı bir canlı türüyle karşılaşır. Kahramanımızın, bu canlı türünün insanın evrimleşmiş hali olduğunu anlaması da, evrim sürecinde, fizyolojik olarak günümüz insanından oldukça farklılaştığını anlaması da zaman almaz. Saçları aynı biçimde ve kıvırcıktır, boyun ve yanaklardan sivri bir sona ulaşmaktadır. Hepsinin kulakları aynı ölçüde küçük, gözleri iridir. Vücutlarında tüy yoktur. Hepsi aynı kıyafetlere bürünmüştür ve benzer uzuvlara sahiptir. Cinsiyetlerinin ayırt edilmesine yardımcı olabilecek beden farklılığına ya da tavırlara sahip değildirler.
İnsanla birlikte doğal çevre de farklılaşmıştır. Etraf, gezginimizin bilmediği çiçek ve meyvelerle doludur, hiçbir yerde yabani ot yoktur, atların, koyunların, köpeklerin, sivrisineklerin nesli tükenmiştir; bulaşıcı hastalık, kokma, çürüme gibi olguların varlığına dair gösterge yoktur. Tüm bu farklılıklar, yaşam biçimine, kültüre, beslenme alışkanlıklarına, ilişkilere de yansımıştır. Aile kavramı kaybolmuştur örneğin. Müstakil evlerin yerini yeşilliğin içindeki saraylar almış; dükkânlar, reklâmlar, trafik, ticaret yok olmuştur. Mezarlık ya da krematoryum yoktur. Doğanın tamamen zapturapt altına alındığı bu zamanda, göz önündeki tüm canlılar vakitlerini sevişmekle, meyve yemekle, uyumakla geçirmektedirler. Öte yandan, yanlarında ölmekte olan bir arkadaşlarına ilgi göstermeyecek kadar umarsızlaşmıştır bu yeni insan türü.
Gezginimizin bu yeni toplumda her şeyin bu kadar toz pembe olmadığını öğrenmesi de uzun zaman almaz. Keza, bu sevimli canlıların tuhaf bir huyu vardır: Karanlıktan korkuyor, büyük evlerde, bir arada uyuyorlardır. Bu korkunun sırrı ise, kentin çeşitli yerlerinde bulunan ve sevimli canlılarımızın değil yaklaşmaktan, anmaktan dahi kaçındıkları dehlizlerde gizlidir. Gezginimiz, bir gün uyarılara rağmen merakını yenemeyerek bu dehlizlerden birisinin merdivenlerinden birkaç basamak iner. Karşılaştığı manzara her şeyi; bu yeni zamanı, yeni toplumu, yeni insanları anlamlandırmasına yardımcı olacak ipucunu verir ona: Bu dehlizlerde yer üstündekilerden her anlamda farklı bir başka canlı türü yaşıyordur.
Peki nedir iki farklı türün doğmasına yol açan koşullar? Yerin üstünde, tasasız, her manada mutlu bir canlı türünün varlığına karşın, şimdi tanıdığı bu tür neden bu karanlık dehlizlerde yaşamaktadır? Bir an kendi yaşadığı zaman dilimini anımsar: Londra’daki metropolitan tren yolunu, elektrikli tren yollarını, metroları, yeraltı atölyelerini; gittikçe derine inen, büyüyen, daha uzun bir zamanı yer altında geçiren sanayiyi, madenleri… Yer altındaki ve yer üstündeki zenginliği yaratan işçi sınıfını… Dünyanın, doğal yüzeyinden koparılmış, yapay koşullarda yaşamaya mahkûm edilmiş işçileri…
Gerçek şudur: Gezginimizin zamanından, yani sanayi devriminin henüz tamamlandığı günlerden 802701 yılına geçen sürede, kapitalist ile emekçi arasındaki uçurum öylesine açılmıştır ki, sonuçta iki farklı insan türü belirmiştir. Yaşam koşullarındaki farklılığa paralel olarak, farklı sınıfların evrimleşme süreçleri de farklı işlemiştir. Yer üstünde yaşayanların güzelliğinin aksine, bu ikinci tür, son derece çirkin, insanı hiç anımsatmayan bir türe evrilmiştir. Yeraltı dehlizlerinin karanlıklarında yaşayan tür, iri ve kırmızı gözlere, donuk beyaz bir tene, vahşi havyaların andıran bir görünüme sahiptir. Üst dünya ile bağları, kentin çeşitli yerlerindeki havalandırma delikleri ve kuyular aracılığıyla sağlanmaktadır. Bu kuyulardan biraz aşağı inildiğinde ise, yoğun bir makine uğultusu kulağa çarpmaktadır. Kısacası, yeraltında yaşayan bu canlı türü, çağlar önce huzur ve gün ışığından kovulan türdeştir; ama farklı sosyal sınıftan olan türdeş.
Makine uğultusu yeraltı ve yerüstü sakinlerinin biyolojik farklılıklarının yanında, bir şeyi daha ortaya koyar: Yukarı dünyanın konforu yeraltında üretilmektedir. Yukarı dünyalılar, kusursuz yaşamları sonucunda, yavaş hareket eder hale gelmişlerdir. Beden ölçülerinde, güçlerinde hatta zekâlarında küçülme ortaya çıkmıştır. Yer altına kovulanlar ise, tüketeceği gıdayı seçecek zekâdan yoksun bir haldedir ve kendi türünün yerin üstünde – ama güneşin altında- yaşayan alt türüyle beslenmektedir. Bu durum aynı zamanda, yukarı dünya insanının güneşin batması ile birlikte yükselen karanlık korkusunun da açıklamasıdır.
Gezginimiz yukarı dünyanın güzelliklerinin neleri örttüğünün farkındadır artık. Hiç düşman tanımayan, hiçbir ihtiyaca karşılıklı hazır bulunamayan yerüstü nüfusunun üyelerinin sonları hep aynıdır. Hepsi, günün birinde, karanlığın bastığı her hangi bir zaman diliminde, huzurundan kovduğu, yeraltına mahkûm ettiği, tüketeceği gıdayı seçecek akıldan yoksun bıraktığı türdeşlerinin -eski sınıf düşmanlarının- biri tarafından, karın doyurma nesnesi haline gelmeyi beklemektedir.
Wells eserinde açıkça yer üstünde yaşayan canlılardan, yani güzel, mutlu ve tasasız bir dünyadan yana tavır koyar. O mutluluğun, tasasızlığın ve güzelliğin hangi sosyal süreçlerden geçilerek ortaya çıktığını, dolayısıyla kapitalist üretim ilişkilerinin derinleşmesinin insanlığı vardıracağı noktayı göstermeyi ihmal etmeden. Peki Wells çok mu ileri gitmiştir?
Gündemin önemli maddelerinin işsizlik, yoksulluk, iklim krizi, enerji santrali inşaatları ve sermayenin doğayı tahrip etmesinin doğrudan sonucu olan korona virüsü olduğu, sınıflar arası uçurumun giderek genişlediği bir dönem bu… 2012’de, 34 grevci madencinin polis tarafından tarandığı Güney Afrika’nın Marikana’sından, kaybettiklerimizin hala yüreğimizi dağladığı Soma’ya, grizu patlamalarının hala ciğerimizi yaktığı Zonguldak’a, işçi sınıfının hatırı sayılır bir kesiminin yer altında çalışmaya devam ettiği bir dönem. Devletin ya da sermayenin şiddetine maruz kalarak.
Kuşkusuz sadece maden değil yeraltında üretilen. Bir büyük kentin bir ara sokağında, makina uğultusunu merdiven altından sokağa taşıran bir taşeronun ürettiği markalı tişörtümüzü anımsayabiliriz belki. Belki Suriyeli bir kız çocuğunun son ütüsünü yaptığı gömleğimizi, Ukraynalı ya da Diyarbakırlı bir göçmen tarım işçisinin topladığı çayı. Bir kaç yıl öncesine kadar, üretildiği tersanede neredeyse her gün bir kaç işçinin öldüğü vapuru belki.
Eğitim, sağlık ya da kent hizmetlerinin özelleştirilmesi sonrasında, kalıcı ya da geçici işsizliğe, güvencesizliğe kalan öğretmeni, hekimi, hemşireyi… Yağmalanan kamu fabrikasının arsası alışveriş merkezi olan sanayi işçisini ve o alışveriş merkezinin mağazalarında dur durak bilmeden çalışan tezgahtarı… Otomasyon nedeniyle işini kaybetme kaygısı yaşayan banka çalışanını, otomotiv işçisini… Sakarya’da ya da Detroit’te…
Ve sermayenin hayatın her alanını kar hırsının nesnesi haline getirmeye çalışırken, gereksinim duyduğu enerjiyi üretmek ya da yeni kar alanları elde etmek için doğaya saldırılarını… Daha şimdiden bir uygarlık krizi ile karşı karşıya kalan ve böyle devam ettiği takdirde, distopyaya dönmesi kaçınılmaz olan hayatlarımızı. Eğer anımsadıklarımız bunlarsa, kim iddia edebilir ki Wells’in abarttığını? Hele de bütün bunlar henüz 2020’de oluyorken.
Hayatımızın distopyaya dönmesini önlemenin yolu mu? Kuşkusuz, ütopyalara sahip çıkmaktan geçiyor: ‘İmkansızı’ gerçek kılmak üzere!
“Bu yazı Altı Yedi Edebiyat dergisinin 2020 yaz sayısı için kaleme alınmış ve ilk olarak orada yayımlanmıştır”.
Dipnotlar
1 Eyüboğlu, S. (1971) “Önsöz”, Devlet, Ankara: Remzi.
2 Sarcey, M. R., T. Bouchet, A. Picon (2003) Ütopyalar Sözlüğü, Çev: Turhan Ilgaz, İstanbul: Sel.
3 Marx, K. & F. Engels (1995) Komünist Manifesto, Yay. Haz.: Emre Dilli, İstanbul: Ulusal Kültür, s.35.
4 Marx, Karl (2004). Kapital I, Çev: Alaattin Bilgi, Ankara: Sol, s.705.
5 Engels, F. (2003) Köylüler Savaşı, Eriş Yayınları, s.42.
6 Tören, T. (2015) “Kapitalist Gelişmenin Şafağında Ütopyacı Sosyalizm ve Komünist Manifesto”, Logic of Our Age, Ed: Koç. Ş. A. ve M. Şirin Önver, Londra: IJOPEC, 221 – 245.
7 Sarcey vd., age., s. 6.
8 Wells, H. G. (2002) Zaman Makinesi, Çev: Volkan Gürses, İstanbul: İthaki Yayınları.
Lisans eğitimini Anadolu Üniversitesi’nde; yüksek lisans eğitimini Marmara Üniversitesi ve Witwatersrand Üniversitesi’nde (Sosyoloji); doktora eğitimini Marmara Üniversitesi’nde tamamladı. 26 Mart 2017 tarihinde Barış İçin Akademisyenler tarafından yayımlanan “Bu suça ortak olmayacağız” metninin imzacısı olduğu gerekçesiyle Mersin Üniversitesi İktisat bölümünden, KHK ile de kamu görevinden ihraç edildi. Akademik çalışmalarına Kassel Üniversitesi’nde devam etmektedir