“Kriz eskinin ölmesi ve yeninin doğamaması olgusundan ortaya çıkar. Bu geçiş döneminde (interregnum-fetret devri) birçok hastalıklı olgu ortaya çıkar.” Antonio Gramsci
Yaklaşan felaket
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) Başkanı Nisan ayında yayınladıkları raporu, Korona ile birlikte ortaya çıkan yeni durum karşısında olumsuz doğrultuda revize etmek zorunda kaldıklarını söyledi. Nisan ayında yayınladıkları rapor da hiç iç açıcı bilgiler vermiyordu. Rapor “Başta üst-orta gelirli ülkeler (%7 veya 100 milyon tam zamanlı çalışan) olmak üzere, farklı gelir gruplarında büyük kayıplar bekleniyor.” diyerek, yeni krizin ya da 2008 krizinin 4. safhasının başlangıçta verdiği zarardan daha büyük bir zarar vereceğini tespit ediyor ve “COVID-19 krizi’nin, 2020’nin ikinci çeyreğinde dünya genelinde toplam çalışma süresinin %6,7 düzeyinde” bir iş kaybı olacağını, yani 195 milyon işçinin işlerini kaybedeceğini haber veriyordu. “En büyük risk altında olan sektörler ise konaklama ve yiyecek hizmetleri, imalat, perakende, ticaret ve idari hizmetler.” Geriye zaten pek bir şey kalmıyor. Yani tüm dünya ekonomisi şiddetli bir depremle yüz yüze.
Rapor hükümetleri “Sağkalım ile çöküş arasındaki farkı doğru ve acil önlemler yaratacak.” diye uyarmaktaydı.
Yapılan revizyon ise “küresel çapta iş saatlerinde yüzde 10.5 daralma yaşanacak.” şeklinde, yani işsizlik konusunda yapılan tespitlerdeki küresel çaptaki fark bir ay içerisinde %6.7’den %10.5’a (bu rakam 1929 Büyük Bunalımı’nda %15’i bulmuştu) yükseltilmiş oluyor. Bu da bir önceki değerlendirmeye göre 195 milyon olan iş kaybının 305 milyon’a yükselmesi anlamına geliyor. Yine bir önceki raporda da ifade edildiği üzere özellikle 2 milyar işçinin çalıştığı kayıt dışı ve güvencesiz sektörlerde 1.6 milyar işçinin işlerini kısmen ya da bütünüyle kaybetme tehdidiyle yüz yüze kalacakları belirtiliyor. ILO’nun piyasaları paniğe sürüklememek amacına yönelik olarak değerlendirmelerinde çok ihtiyatlı davranmasına bakılırsa 2020’nin dördüncü çeyreğinde yeni bir revizyonla -eğer bir zincirleme reaksiyonun ortaya çıkmasıyla çok daha büyük rakamlarlarla yüz yüze gelmez isek- işlerini kaybedecek olanların sayısının yarım milyarı aşacağını beyan etmesine şaşmamak gerekecek.
Önümüzdeki on yıl bunalım yılları
2008 krizi henüz ortada yok iken 2006’da Prof. Dr. Nouriel Roubini, ABD’de ev kredilerinin geri ödemelerindeki sıkıntılara bakarak küresel bir ekonomik krizin gelmekte olduğunu haber vermişti. Şimdi aynı “falcı” 1929 Büyük Buhranı’ndan daha büyük bir buhranın kapıda olduğunu haber veriyor. Aslında bu laf daha önce de edildi. Çapı itibariyle 2008 Krizi’nin 1929’dan büyük olduğu ama müdahaleler sayesinde aynı yıkımın ortaya çıkmasına imkan verilmediği beyan edilmişti. Ne var ki, bu kez Prof. Roubini 2008’de yapılan müdahalelerle etkisi azaltılan krizin bu kez aynı biçimde frenlenemeyeceğini ve önümüzdeki bütün bir on yılı kapsayabileceğini anlatıyor. Anlattıkları bana da makul göründüğünden uzun da olsa Sözcü gazetesinde yayınlanan görüşmeyi aynen aktarmayı benzer şeyleri yazmaktan daha yararlı buldum:
“1- Borç krizi iflasları tetikleyecek
Açıklar borç krizi ve iflas riskini artırıyor. Salgına karşı alınan tedbirler, zaten kamu borç seviyeleri birçok ülkede yüksek ve sürdürülemez seviyelerde iken, bütçe açıklarını ciddi şekilde artırıyor.
Birçok kişi ve firma için gelir kaybı, özel sektör borçlarının da sürdürülemez seviyelere geleceğini gösteriyor. Bu da kitlesel iflaslara neden olabilir. Bu nedenle, 2008 krizi sonrasında yaşanan hızlı toparlanmanın aksine uzun süreli durgunluk yaşanabilir.
2- Salgın sağlık harcamalarını, o da borçları artıracak
Gelişmiş ülkelerdeki demografik saatli bomba ikinci faktör. Salgın, sağlık sistemlerine çok daha fazla harcama yapılmasının gerektiğini gösteriyor. Gelişmiş ülkelerin çoğunda nüfus yaşlı olduğu için, sağlık giderlerini fonlamak da borçları artıracak.
3- Emtia fiyatları ve ücretler düşecek, bu da iflasları artıracak
Üçüncü faktör, artan deflasyon (fiyatlar genel seviyesinde düşüş) riski. Salgın derin bir durgunluğun yanı sıra, petrol ve endüstriyel metaller gibi emtialarda fiyat çöküşlerine neden oluyor. Bu durum hem ürünlerde hem de ücretlerde deflasyona neden olabilir. Bu durum da borç ve iflas riskini artırıyor.
4- Para birimlerinin değeri düşecek, stagflasyon olacak
Dördüncü faktör, para birimlerinin değerlerindeki düşüş olacak. Merkez bankaları deflasyonla mücadele etmeye ve faiz oranlarının artışı riskini önlemeye çalışırken, para politikaları geleneksel formların daha da dışına çıkacak. Hükümetler, açıkları kapatmak ve buhranı önlemek için kısa vadede para basılmasına ihtiyaç duyacak. Ancak küreselleşmeden geriye dönülmesi ve artan korumacılık kaynaklı kalıcı arz şoku, stagflasyonu (durgunluk ile yüksek enflasyonun birlikteliği) kaçınılmaz kılacak.
5- Dijitalleşme işsizliği artıracak, ücretleri düşürecek
Dijitalleşmedeki artış, ekonomik bozulmayı artıracak. Milyonlarca insan işini kaybederken, milyonlarca kişinin de ücretleri düşecek. Gelir ve servet eşitsizliği artacak. Arz zincirindeki şoklara karşı gelişmiş ekonomiler, üretimi düşük maliyetli bölgelerden yüksek maliyetli kendi ülkelerine çekecek. Ancak bu durum, otomasyonu artıracak ve bu durum ücretler üzerinde aşağı yönlü baskı oluşturacak. Popülizm, milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı artacak.
6- Korumacılık için kısıtlamalar sıkılaşacak
Altıncı faktör, küreselleşmenin geri çevrilmesi. Salgın, balkanlaştırma ve parçalama eğilimlerini hızlandıracak. ABD ve Çin, daha hızlı ayrışacak. Birçok ülke korumacılık önlemlerini artıracak. Salgın sonrasında ürünlerin, hizmetlerin, sermayenin, emeğin, teknolojinin, verinin ve bilginin dolaşımı üzerindeki kısıtlamalar sıkılaşacak.
7- Popülizm yükselecek
Popülist liderler, ekonomik zayıflıktan, kitlesel işsizlikten ve artan eşitsizlikten çoğu örnekte faydalanıyor. Artan ekonomik güvensizlik ortamında, krizin sorumlusu olarak yabancıları gösterme eğilimi güçlenecek. Mavi yakalı işçiler ve orta sınıfın geniş kesimleri, ticaret ve mülteciler konusundaki kısıtlama önerileri başta olmak üzere popülist söyleme daha duyarlı hale gelecek.
8- ABD ile ÇİN arasındaki ayrışma şiddetlenecek
ABD ile Çin arasındaki jeostratejik ayrılık artacak. İki ülke arasında ticaret, teknoloji, yatırım, bilgi ve para politikalarındaki ayrışma şiddetlenecek.
9- Siber savaş ve askeri çatışmalar olabilir
Diplomatik ayrılıklar, ABD ile rakipleri Çin, Rusya, İran ve Kuzey Kore arasında yeni bir soğuk savaşa neden olacak. ABD başkanlık seçimlerinin yaklaşmasıyla, siber savaş riski artıyor ve bu durum askeri çatışmaya bile dönüşebilir.
Teknoloji, geleceğin endüstrilerinin kontrolünde ve salgınlarla mücadelede kilit silah olduğu için, ABD’de özel teknoloji şirketleri giderek ulusal güvenlik sisteminin daha fazla parçası haline gelecek.
10- 2030’larda belki çözülebilir
Son risk ise, bir finansal krizden çok daha fazla ekonomik tahribat yaratabilecek olan çevresel bozulma. Salgınlar gibi iklim krizi de insanların neden olduğu felaketler. Zayıf sağlık ve hijyen standartları, doğal sistemlere zarar verilmesi, bu felaketlere yol açıyor.
Bu 10 risk, küresel ekonomiyi umutsuz bir 10 yıla sürükleyebilecek kusursuz bir fırtınaya neden olabilir. 2030’larda teknoloji ve daha becerikli siyasi liderlikler, bu sorunları belki azaltabilir ya da çözebilir.
4. Sanayi Devrimi, yıkım ve çözüm
Prof. Roubini’nin belittiği 10 yıl aslında süregelen gelişmelerin normal bir sonucu gibi görünüyor. Zira 2008 krizinin üzerinden 12 yıl geçti ve kriz düzelecek iddialarına inat daha da derinleşerek devam ediyor. Çünkü artık 20. Yüzyıl kapitalizmi sermaye birikimini devam ettirme yeteneğini kaybetti. Her şey geçen yüzyılın başındaki gelişmeleri anımsatıyor. Serbest rekabetçi kapitalizm gelebileceği son noktaya kadar gelip derin bir bunalım içine sürüklenmiş (1873-1896 Büyük Bunalımı) sömürgecilik sayesinde kendisine bir kanal açmış görünürken o da kısa zamanda tükenmiş ve dünya pazarlarının yeniden paylaşımı zorunlu bir hale gelmişti. Çözüm, 2. Sanayi Devrimi’nin derinleştirilmesi, 1. Paylaşım Savaşı, sosyal demokrasinin ihaneti, faşizm, 1929 Büyük Bunalımı ve 2. Paylaşım Savaşı oldu.
Yıkılanlar yıkıldı; dünya pazarı ayakta kalabilenlerin oldu ve kapitalizm reel sosyalizmle rekabet içerisinde yeniden atağa geçti; ve nihayet 3. Sanayi Devrimi ile birlikte de sosyalizmin kalıntılarından da kurtularak tek kutuplu dünya, tarihin sonu, demokrasi, barış, refah derken diktatörlükler, faşist akımların büyümesi, vekalet savaşları, servetin daha az elde toplanması, toplam gelirden çalışanların aldığı payın azalması ile 2008’e kadar geldi.
Kapitalistlerin bu krizi aşabileceklerini iddia ederken gördük ki, tarih 20. Yüzyılın ilk yarısında olanları sanki tekrarlıyor. Benzerlik aslında bir tesadüf değil; zira kapitalizmin 20. Yüzyıla ait sermaye birikim modelleri işlemez oldu.
Trump seçimleri yurt dışına kaçan sermayeyi geri getirme ve işlerini kaybedenlere onları iade etme vadiyle kazandı. Sefalete sürüklenmiş olan yığınlar ona bunun nasıl olacağını fazla da sormadılar. Sermayenin kaçış nedeni gittiği yerlerde kar oranlarının daha yüksek, buna mukabil kendi ülkesinde artık negatif faiz uygulanacak ölçüde düşük bir düzeye gelmiş olmasıydı. Gittikleri yerlerde en yüksek teknolojinin yanında hala karlı olan ucuz işgücü kar oranlarını yukarıya doğru itebilmekteydi.
Kapitalizm her yerde kapitalizm olduğundan gittikleri yerlerde de aynı yasalar işlemekteydi. Kendi ülkelerindeki durumda da herhangi bir değişim olmazken gidilen ülkelerde de kar oranları artık ilk gittikleri noktada kalmamış, aşağı doğru bir seyre başlamıştı. Bunlardan en önde giden gelişmekte olan ülkeler kısa zaman içerisinde “orta gelir tuzağı” denilen kapana kısıldılar. Artık kar oranları bir kez daha dünya çapında düşme eğilimine girmişti ve bunun yarattığı gerilim 2008 finansal kriziyle patladı.
Aslında dünya burjuvazisi ne olduğunu elbette ki, herkesten iyi biliyordu ve onun için de bu krizin cereyan ettiği tarihler etrafında yeni bir sermaye birikim modelinin geliştirilmesinin peşine düşülmüştü. Krizden üç yıl sonra Almanya Endüstri 4.0 diye adlandırdığı yeni kapitalizmin dayanacağı temeli dünyaya sundu. Aynı tür programlar başka adlarla bütün metropol ülkelerinde de dillendirilmekteydi. Artık “öküzü bile önüne koysan iş yaptırılabilecek olan Fordizmin yürüyen bantları”na dayalı fabrika verimliliğini kaybetti; fabrika ve işyeri adım adım yerini işin parçalanması ve cansız emeğin canlısının yerini aldığı ya da işbirliği içinde çalıştıkları yeni türden fabrikalara bıraktı. Ama bu da 2008’e kadar sürdü. Çünkü bu yeni biçim beklenen kar oranlarının sürekli yükselmesini sağlayabilmesi için bu melezlikten kurtulup tümden cansız emekle çalışan “fabrika”ya dönüşmek zorunluluğundaydı.[1] Fabrika böyle değişim gösterirken diğer türden işyerleri de bunun gerisinde kalmadı ve onlar da canlı emeği platform denilen dijital ağlara bağlayarak gig ekonomi diye adlandırılan yeni bir sömürü mekanizması yarattılar. Sözünü ettiğimiz bu fabrika ve işyeri artık bundan önceki kapitalizmin fabrikası ve işyeri değildir. Burada insan yoktur ya da gözetleyiciler, üst yöneticiler vardır; işyeri yoktur işin alınıp verildiği dijital platform vardır.
Üretim maliyetinin içerisinden işçi ücretlerini çıkarmak kuşkusuz ki, bunu yapana daha geri teknoloji ile çalışanın elde ettiği artı değerin bir kısmını kendisine aktarmasına da imkan sağlar. Hatta bu yeni sistem, yarattığı çoklu değer zincirleri sayesinde rasyonalite, stok bulundurma, en ucuz ham ya da yarı mamul maddeye ve en verimli pazarlara ulaşma açısından 20 yüzyıl teknolojisiyle çalışanları bir zaman sonra pazardan da kovacaktır. Aynı 1771’de ilk dokuma makinesinin çalışmaya başlamasıyla el tezgâhları ve atölyeler üretim alanını terk edip yerlerini dokuma fabrikalarına bırakmak zorunda kaldılarsa şimdi de 20. Yüzyılın fabrikası yerini adın adım 21. Yüzyılın “akıllı fabrika”sına bırakmak zorunda kalacak. Nasıl ki, atölyelerin yıkımı yüz binlerce insanın işsiz kalmasına yol açmışsa şimdi de benzeri yıkımlar olacak.
Fetret devri
Ne var ki, hala bu akıllı fabrika hayat bulabilmiş değil. Öyle çok kolayca da bugünden yarına gerçekleşebilecek bir iş değil. Bahsettiğimiz fabrika, üretimi gerçekleştirmek üzere insan müdahalesine yer bırakmadan kendi içinde makineler arasında haberleşme sağlayan, bununla yetinmeyip kaynaklara ve pazarlara en rasyonel biçimde ulaşmayı becerecek, bayağı “düşünen” bir ağ olacak. Bunun gerçekleşmesinin de haliyle altyapısı, önkoşulları var ve iyi tahminler bu altyapının 2025’te tamamlanacağını söylüyor.
Kuşkusuz alt yapının ortaya çıkmış olması bütün koşulların yerine gelmesi ve bu fabrikaların her yerde hemen faaliyete geçecekleri anlamına gelmiyor. Daha uzun süre 20. Yüzyıla ait işyeri ve fabrika ilişkisi dezavantajlar içinde yaşamaya devam etse de varlığını devam ettirecektir. Geçiş fırtınalar içinde, yıkımlarla ama tedrici olacaktır. Bu alanda yeniden yapılanmayı en önce gerçekleştiren ülkeler kâr oranlarını hızla yükselterek krizden en önce çıkacak ülkeler olacak. Onun için de dünyanın eski imparatoru ABD yerini ÇİN’e kaptırma korkusu içinde en saldırgan politikaları gündeme getiriyor. ABD ve bütün bir kapitalist dünya soğuk savaşın bitimini demokrasi ve barışın zaferi olarak ilan etmişlerdi ama SSCB yıkıldığından beri savaşlar bütün küreye yayılıyor ve yenilerinin mayınları döşenirken demokrasi de adım adım en ağır darbeleri yiyerek, geçen yüzyılın faşizmlerine ihtiyaç bırakmayacak panoptik toplumun, denetim devletinin kenar süsü olmaya doğru ilerliyor.
Bu geçiş döneminin benzerleri bütün tarihlerde yaşanmıştır ve Gramsci’nin deyişiyle “kriz eskinin ölmesi ve yeninin doğamaması olgusundan oluşur. Bu geçiş döneminde (interregnum-fetret devri) birçok hastalıklı olgu ortaya çıkar.”
İşte paylaşım savaşları, iç savaşlar, faşizm ve günümüzde de vekalet savaşları ve pandemiler Gramsci’yi doğrulamak için resmi geçit yapıyorlar.
Çıkış sosyalizmdir
Tarihteki örneklerinde olduğu gibi bütün krizlerin iki çıkış kapısı vardır. Biri krizi üretenlerin yarattıkları yıkımın üzerinden kendilerine yeni bir hayat kurmaları ve egemenlik-bağımlılık ilişkilerini pekiştirmiş olarak devam etmeleri, diğeri de alttaki sınıfların “yeter artık” diyebilecek bilince ve gitmek istemeyen eski rejimi vurup devirecek bir örgütlülüğe ulaştıkları ve dayanışmacı bir toplumu kurmak üzere ayağa kalktıkları çıkış yoludur.
Eğer Roubini’nin 2008 krizi kehaneti gibi bu yeni öngörüsü de tutarsa, demek ki, insanlığın önünde sadece bir on yıl var! Gerçekliği böyle kavrar ve bunun zorunlu gereği olarak yeni alternatifi yaratmak üzere yeniden yapılanıp bütün gücümüzle eski sistemin duvarlarını top atışına tutup yerle bir etmez isek yeni bir tarihsel fırsatın bir daha ne zaman geleceği ya da gelip gelmeyeceği belli değildir.
İnsanlık, gelişiminin tarih öncesinden gerçek insanlık tarihine giriş için muazzam bir imkanlar duvarının önüne gelmiş bulunuyor. Ya bu imkanları alt sınıflar kullanacak ve mistik dünyanın cennetini dünyamızda yaratacaktır ya da …. L
Ama umutsuz olmamak gerek. Tam tersine umutlu olmak için daha çok neden var. Burjuvazi tüm bu ürettikleriyle Marks’ın işaret ettiği üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi en had safhaya getirmiş bulunuyor. Bu devrimler çağının gelmiş olması demektir. O çoktan gelmişti ama onun gerektirdiği bilinç deniz dalgasına benziyor. Kimi zaman yükseliyor kimi zaman diplere vuruyor. Şimdi yükselme dönemine girdiğinin işaretlerini dünyanın dört bir yanından alıyoruz. ‘60’lı yıllar zamanın ruhunun özgürlükle dolduğu yıllardı. O zaman da önce Afroamerikalılar ABD’de “yeter artık” deyip “bir hayalim” var diyerek sokakları doldurdular. Ardından o ruhu en geniş anlama ve alana yayan 68 hareketi geldi.
Şimdi de yine Afroamerikalılar “nefes alamıyorum, yeter artık!” deyip katil polislere bile diz çöktürttüler ve şimdi her renkten Amerikalı otonom kentler ilan etmeye başladılar. İnsanlık 68 gibi bir özgürlük rüzgarının saçtığı bilinçle dolmaya başladı.
İki yüz yıl önce Napolyon Bonapart,
“Feodalizmi top yıktı, kapitalizmi de mürekkep!” demişti.
İşte şimdi onun dediği mürekkep çağındayız. Çağımızın bir diğer adı da iletişim çağı!
Kaynak: Siyasi Haber
[1] 4. Sanayi Devrimi’nin temel karakteristiği, yapay zekayla çalışan bu yeni “aletler”in artık, daha önceki teknolojik gelişmelerde olduğu gibi insan elinin ve zihninin bir uzantısı olmaktan çıkıp, insanın elinin ve zihninin paralelinde özerk olarak çalışan otomatlar olmalarıdır. Çalışma hızlarının yüksekliği, yorulmak, uyumak, yemek yemek, tuvalete gitmek, ailesine ve sosyal ilişkilerine zaman ayırmak gibi işleri olmadığından kendisine uyamayacak olan insanla birlikte çalışması da verimlilik açısından bir dezavantaj oluşturmaktadır. Onun için herşeyin temposunun bu akıllı makinalara göre ayarlandığı bir durum yeni fabrikanın rasyonelini oluşturmaktadır.
- Demokrasi mücadelesinin üç temel sorunu - 6 Kasım 2021
- Feodalizmi top yıktı, kapitalizmi de mürekkep! - 21 Haziran 2020
- Virüsler çağında denetim devleti ve devrim - 5 Nisan 2020