Boşanmış bir ailenin çocuğu da sadece çocuktur…

“Her insan ebeveynini yeniden doğurmak ister; bu başarısız girişimden evlatlar doğar.” Bengal Atasözü

Boşanmış bir ailenin çocuğu olmak, bu çağ için alışılagelmiş bir şey gibi görünse de, bizim coğrafyamızda zor hadisedir!
Bakmayın siz dünyanın post-modern söylemine!
O uyduruyor çoğunlukla.

Anne- baba, bir şekilde boşanmış olmayı halletse de bu çocuk için oldukça çaba gerektirir, ebeveynlerin tutumlarının dışında, çevre tarafından çocuğun bunu yaşayışı daha da karmaşık bir hâle getirilmiştir.

Faşizm sadece politik bir şey midir sizce?
Bence en derin duygusal hâllerde kabak gibi rengini gösteriverir.
Evet kabak gibi!
O minik çocuk, çantasına doldurduğu oyuncakları ve giysileriyle bir annesine, bir babasına gitmeye, her iki evde odası olmasına, hatta bunun eğlenceli bir şey olmasına alışmıştır da, kocaman insanlar şaşkınlık içerisinde içleri ezilerek bakarlar bu duruma. Her şeyden önce bir mahkeme vardır ve der ki o mahkeme; “çocuk şu günlerde görülecektir, o günler dışında velâyet kimdeyse o kişi ile kalmasına karar verilmiştir. ” Elbette bu durum, maalesef tehlike yaratan ebeveynler ve çocukların durumu gözetilerek konulmuştur, ancak canınızdan bir parçayı mahkeme kararıyla görüyor olmak ne kadar iç acıtıcıdır değil mi?
Anne- baba, görme günlerini aralarında diledikleri gibi anlaşmış olsalar da,
“hayır bugün görme günü değil göremezsin”, “evet bugün görme günü görebilirsin” kısmı iki taraf arasında çirkin bir hâl bile alır bazen.
( Görme günü, görüş günü (!) nasıl bir ruh haline sokuyor sizi?)

Çevre, okul, kısaca toplum, sürekli olarak boşanmış aile çocuklarında bir şeyler arayıp durur, belki de travmatiktir çoğu ama düşünmezler ki hiç, bu travmatik duruma hiç mi katkıları yoktur?

Boşanmış aile ve çocuğun bahtsızlığı söz konusudur yaşamlarında. Boşanmış kadın ve erkeğin etrafında boşanmış çiftler olmak durumundadır, öyle olmamalıdır elbette ama öyledir çoğunlukla. Olan budur!
Evli ve çocuklu çiftler, diğer evli ve çocuklu çiftlerle arkadaşlık ederler, bir araya gelirler, programlar yaparlar.

Dolayısıyla boşanmış çiftlerin çocuklarının diğer çocuklarla bir araya gelmesi de bunlara bağlıdır.
Elbette nezaket gösterilir, çocukların doğum günü partilerine çağrılır, okul kahvaltılarına vb. davet edilirsiniz ama sadece bir nezakettir bu.
İçlerine alınmazsınız hiçbir şekilde.
Sonra o okulda tanışan aileler bir arada tatil de yaparlar, yemek de yerler başka şeyler de, ama siz eşi olmayan bir kadın ya da erkek olarak o tür ortamlara asla dahil olamazsınız.
Bilmem ki nedendir, belki de eşleri ayartma düşüncesi geçiyordur evli çiftlerin içinden.
Kim bilir?
Çok mu ileri gittim, bağışlayın, ama insanın aklına gelmiyor değil!

Söz ettiğim ailelerin arasında olmamak benim için hiçbir önem arz etmiyor, çoğu iç dünyama yakın olmayan bu ailelerle çok da iyi anlaştığımı söyleyemeyeceğim. Ama çocuk bir yerden başlayarak sosyal hayatını kurmak istiyor haklı olarak.

Siz şimdi bizim mahalle, öteki mahalle denilen şeyin sadece siyasette olduğunu mu zannediyorsunuz? Bu coğrafya birçok şeyi bu mahalle ve öteki mahalle üzerine kurar, bir kavramdır artık bu!

14 sene önce boşanmış biri olarak, bu süreç içerisinde sadece 3 aile tarafından oğlumla yemeğe ve farklı bir programa davet edildiğimizi söyleyebilirim, belki birkaç ortama daha.
Kendi hemcinsim için şunu söyleyebilirim ki, siz boşanmış ve karşı taraf evli olduğunda arkadaşlarınız size hep mesafeli durur, sır vermez, hayatın resmi prosedur neyse ona uygun ve nezaket içerisinde davranırlar.
Sonra bir gün bir şey oluverir, hayat bu ya, boşanıverirler…
Birdenbire size dahil etmek isterler kendilerini.
Ahh! O el üstünde tuttuğu eşlerinin dedikodusundan tut da, gayet mesafeli ve ahlâk bekçisi kesildikleri her konuda kendi hayatları başka bir şekle bürünür.. Yapmam dedikleri her şeyi yapmaya başlarlar, olmaz dedikleri her şeyin olur hâli girer devreye.

İnsan, hayatı boyunca kendine özgür bir ahlâk üretir der “Camus” Özgür ahlâk nedir?
Evlilik söz konusuysa; evliyken ve boşandıktan sonra şekil değiştiren bir ahlâk mıdır bu mesela?
Acaba eşler yıllar ve yıllarca, aynı yastığa baş koyarken, hayatlarını neyin üzerine kurduklarını düşündüler mi hiç bilmem ki? Çocuklarının okul taksitleri, gelecekleri, araba taksitleri, ev taksitleri, beş yıldızlı otel tatilleri, kayak tatilleri, Moldovalı yardımcılarının dolar maaşları.
Bilmem ki düşündüler mi?
Sonra bilmem ki tüm bu düşünceler arasında biz neden sevişemiyoruz, sevişmiyoruz ya da çok kötü sevişiyoruz diye düşündüler mi?
Onların çocukları çok sağlıklı, mutlu, başarılı ve çalışkan değil mi?
Yürüyebilen güçlü bir sistem, sağlık ve mutluluk belirtisi değil mi?
Bence insan; “mutlu olmalıyım, evet çok mutluyum” üzerine hayatını kurduğu sürece hep mutsuz olacak!
Neyin dayatmasıdır bu mutluluk?

Elbette ölüm karşısında yas tutacağım, elbette saçmalayacağım, elbette saçma sapan şeyler yaşayacağım.
Elbette bir gönül ilişkisi sonrasında mahvolacağım….
Neden hayatın içerisinde olan her şeyin üstesinden gelmek zorunda ki insan? Zorunda mı?
Dibine kadar yaşanması gereken ağır bir duygunun içerisinden neden zaferle çıkmak zorunda ki?
Zorunda mıdır?

Neden o boşanmış ailenin çocuğuna parçalanmış aile çocuğu diye bir tanım yüklenir?
Hangimiz parçalanmış bir hayatın mahkûmu değiliz?
Konfor neleri aldı elimizden ve karşılığında neler verdi?
Samimi olarak artık duymaya tahammül edemediğim üç kelime var! Şeref, namus ve onur…
Bu kadar çok gündeme geldikçe daha da çok şüphe etmekteyim.
İnsan kendi kibrinden kurtulmaya çalışırken aslında nasıl da daha çok kibre sımsıkı sarılıyor.

Benim günahlarım var ve pirüpak değilim!
Günahlarıma ihtiyacım var!
Zannederim utanmayı biliyorum.
Yüzüm kızarabiliyor.
Hani yeryüzünde utandığında yüzü kızaran tek canlı insandır derler ya, ben de kendime pay biçiyorum işte..

Boşanmış ailelerin çocuklarına anlaşılmaz, tuhaf gözlerle bakmayın!
Hatta birçok şeye bu gözle bakmayın, bakmayalım!

Ama insan işte…

Şükür halimize deyip, insanın cefasından sefa çıkarmak ayıp bir şeydir!
İnanın öyledir…

İstisnalar kaideyi elbette bozmaz ama geçiniz!
Lütfen geçiniz!

Arzu BURSA