Yarın, yarından sonra bir yarın, bir yarın daha…

“İnsanın anıtı iyiliktir”
Eski Mısır’dan ulaşan 4000 yıllık söz

Acı, bir uğrak yeri midir?

21.yy, en hızlı sürede acının yok olması için elinden geleni yapıp, insan ruhunu organize etmeye çalışsa da “ruh” eninde sonunda kendi bildiği yolu seçer.
Yeni çağ, ruhu başka bir yöne çekmeye çalışıp yerine çabucak tüketebileceği şeyler ortaya çıkarır
ancak bazı ruhlar ayak uydurabileceği yönü arar.

Yaşanan bir felâketin hemen akabinde yapılan bir film, bir müzik, yazılan bir kitap çok mu çıkarsızdır mesela?
Bir yanıyla ruhumuzu doyururken, bir yanıyla da para kazandırıyor olması yüzünden ruhumuzu doyurana “pragmatiktir” diyebilir miyiz?

Pandeminin içerisindeyken normalin sayı olarak kat kat üzerinde üretilen maskelerden elde edilen gelir artışı yüzünden herhangi bir firma pandemiye dua etmiş midir bilmiyorum ki?
(Biz maskelere dua ettik o başka.)

Şu anda çadır, konteyner üreten firmalar alârma geçmiş midir?
Bir felâket yüzünden yok olan ekonominin bir yandan aynı sebeple canlanabilecek olma ihtimali bir sevinç midir yoksa ruhlarımızın eksildiğine mi işarettir?

Ülke geleceği adına bu vb. şeyleri mi yoksa ölene 3-5 gün gözyaşı döküp geleceğimizi mi düşünmeye başlayacağız?

Tüm olan bitenden bağımsız kendi ruhumuzun sesine kulak verebilsek belki de iyiliğe bir adım daha yaklaşmış olacağız.
Duyduklarımız, gördüklerimiz ve onların taklitleri kadar mıyız?

Çocukluğumuzda oynanan
“Kulaktan Kulağa” oyunundaki çocuklar gibiyiz çoğunlukla…
“Yerin de kulağı vardır” derler, o kim bilir neler duyar, kaç depremi koynunda saklar…

Büyümeyi sanırım hiç istemedik.
Gördüklerim, duyduklarım, bildiklerim kadar mıyım?
Kimim ben ve sen kimsin?

Tarifsiz bir acıyla baş etme yolları ararken, doğal bir afet bizden intikam mı aldı diyorum bazen.
Böyle hissetmeyi şeçmek en kolay yolu, diğeri arkasında bir sürü soruya yanıt arıyor…

Kimim ben, vatandaş olarak sorumluluklarım nelerdir?
Devlet kimdir, sorumlulukları nelerdir?
Deprem, en suçsuz olanı değil, hiç suçu olmayandır.
Doğa, kendi bildiği yoldan giden, kendine ihanet etmeyen en günahsızımız aramızda.
Hiçbir çıkarı yok!

Büyümeyen insandan, ancak büyümemiş sen-ben, büyümemiş ulus, büyümemiş halk, büyümemiş devlet olur.
Devlete söylenilecek ve söylenilen şeylerin çoğunu değil hepsini biliyoruz.
Ancak, kendimize hiç mi sorularımız
olmayacak?

Hangimiz son 10 yılda yeni bir eve taşınırken “deprem risk raporu” var mı sorusunu sorduk, yoksa bu soru yerine mahalle ve evin baktığı güney cephesiyle mi ilgilendik daha çok?
Bu örneği birine söylediğinizde “sorsam n’olcak ki? ” sorusuyla mı karşılaştık yoksa?

Bir apartman yönetiminin toplantısına katılmayı dahi “zül” gören bir halktan fazla şeyler mi bekliyoruz ?
99 depreminden uzun yıllar sonra dahi arabasının arkasında deprem çantası taşıyanlarla dalga geçildiğine hiç şahit oldunuz mu “sen de fazla paranoyaksın” diye…

Biz bilinçli bir toplum olamadık!
Sürekli kurtarıcılarla yol almayı bekleyen ergen kimlikleriz belki de kim bilir…
Hep bir kurtarıcı aradık.
Kurtarıcı yok, kurtarıcı sadece kendimiziz!

Neden sürekli bir kahraman arıyoruz?
Neden “Haluk Levent”i sadece takdir etmek, ön ayak olduğu için minnet duymak yerine kahramanlaştırıyoruz?

Halbuki o kahraman-lider- önder her kimse artık öne çıkıp da bir şeyleri başardıktan sonra toplum bir müddet geçince o lideri evrime uğratır ve kendi formatına sokar.
Bu hep böyle olmuştur şu zamana kadar.
Bu ülkede kendini “aydın” olarak gören ve varlığını; bir nehrin yavaş yavaş, dingin dingin ve biteviye yatağını işlemesi gibi hissettiren “azlar” var.

Bir felâketin ardından bir araya gelip kenetlenen de biziz, yardımları organize edemeyip çöp hâle gelmesine sebep olan da, vicdanı hiç sızlamadan yağma eden de, göçük altındaki acılı insan fotoğraflarının üzerine ağlak bir müzik koyup paylaşan da…
Hepsi biziz..
Sen hangisisin ve neyi seçmek istiyorsun ?

“En iyiye varması için insana kendisinin en kötü yanı gereklidir.” diyen Nietzsche’ye katılmamak mümkün mü?

Basit gerçeklerden yola çıkalım.
Korkunç bir felâketin ardından yaraları birlikte filân saramayız!
Elimizden gelenin en iyisini yapalım, halk olarak yaptığımıza inanıyorum, ancak bazı yaralar kapanmaz, sarılmaz!

Göçük altından çıkan, ailesini kaybeden 4 yaşındaki bir çocuğun yaraları gelecekte de kapanmaz!
Kendimizi kandırmayalım!

“Avuntu”, bence insan için en tehlikeli şeylerden biridir.
Bugün yaptığımız yardımlarla düzelecek şeyler için avunduğumuz sürece aynı şeyler gene tekrarlanacak.

Ölen öldüğüyle kaldı, yaşayanlar acılarıyla baş başa…
Hiç değişmeyecek olan tek gerçek bu!
Bunu kafamıza çivilemezsek aynı şeyleri defalarca ve defalarca yaşayacağız!

Devletin yanlışlarına “he he ” demeyip, yaşadığımız binalara sahip çıkıp sorularımızın cevaplarını alana dek gerekli kurumların kapısına çoğunluk olarak dayanmadığımız sürece aynı tekrarlarla baş başa kalacağız. Bu yapılsaydı belki de -tek bina- dahi olsa başka bir noktada olabilirdik.

Haklı olduğumuz herhangi bir konuda dava açtığımızda, “hiç uğraşma sonuç alamazsın, paran gider sadece ” önerisinde bulunan biriyle karşılaşmadınız mı bugüne kadar?
“Hukuk böyle boş ver…
Şunu yapma değmez…
Buna ne gerek var başın ağrır…”
Başın ağrımadı da ne oldu?
Her geçen gün birbirimize daha çok benziyoruz!

Günün sonunda “hallederiz”, “sıkıntı yok” diyen bir “toplumla- devlet” bir bakmışız el ele vermiş.
Biz çoktan el eleyiz sevgili dostlar…
Sen ne isen devlet de o..
Gökten zembille inmeyen devlet, sen-ben, hepimiziz…
Suçu başkasında aramayın!
Aramızdan çıkan devletle aynı cumhuriyetin çocuklarıyız.

Shakespeare’le geçirdim gecemi gözyaşlarımı tutamayarak…

“Yarın, yarından sonra bir yarın, bir yarın daha…
Sürüp gidiyor günden güne küçük adımlarla;
Geçmiş günlerimiz ise nice sersemlere ışık tutmuş
Ölüm yolunda, toz toprak olmazdan önce.
Sön, cılız kandil, sön! Hayat dediğin ne ki:
Yürüyen bir gölge, bir zavallı kukla bu sahnede:
Bir saat gösterip, boyun kırıp gidecek!
Bir daha duyulmayacak artık sesi.
Bir aptalın anlattığı bir masal bu:
Kuru gürültüler, deli saçmalarıyla dolu.”

Bu “Machbeth” ama ne fark eder.

Ruhum sadece ölenlerin ruhlarıyla buluşsun istedim bu gece..
İnsan ütopyalarıyla var…

Arzu BURSA