“İntihar etmeyeceksek içelim bari” Adalet Ağaoğlu, Dereli ve Özkan ailelerinin bir düğün gecesini[1] anlattığı romanına, Türkiye edebiyat tarihine de geçmiş bu ünlü sözüyle başlar. “İntihar” ve “içmek”; ilk bakışta öyle gibi görünse de birbirlerinin alternatifi olarak konmaz romanda. Karşı karşıya konulan, intihar kavramı ve -Tezel’in ağzından dile getirilen- “yaşama fukaraları”nın hayatına katılma düşünceleridir: Tezel’in düğünde hayli sarhoş olduğunu, boşalan bardağını elleri titreyerek bir kenara bırakır bırakmaz bir yenisini aramaya koyulduğunu ve “Doğru dürüst içki de vermeyeceklerse, ne işim var benim bu yaşama fukaralarının töreninde?” dediğini öğreniriz romandan.
Albert Camus’nün itiraz eden, Başkaldıran İnsan’ı[2] da “hayır” diyebilen insan, “tercih edebilen” insan değil midir? Camus, “Uyumsuz ve İntihar”ı deştiği Sisifos Söyleni’nde[3] “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu” olduğunu söyler ki o da sadece “intihar”dır. “Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir. Gerisi, dünyanın üç boyutlu olup olmadığı, düşüncenin dokuz mu, yoksa on iki ulamı mı bulunduğu, sonra gelir. Oyundur bunlar; önce yanıt vermek gerekir. Nietzsche’nin istediği gibi, bir filozofun, saygımızı hak etmek için, başkalarına öğütlediğini önce kendisi yapması gerektiği düşünülürse, bu yanıtın önemi iyice anlaşılır, çünkü yanıt kesin davranıştan önce gelecektir. Gönlümüzle sezdiğimiz şeyler bunlar, ama aklımıza da aydınlık gelmeleri için derinleştirilmeleri gerekir”
Derdim bir intihar güzellemesi yapmak değil -ki zaten güzel/iyi/arzu edilir bir şey değil intihar; yine bu onun Camus’nün ya da Ağaoğlu’nun yaptıkları gibi felsefi düzlemde ele alınmayacağı anlamına gelmez sanırım. Hiç değilse şurası gerçek ki intihar, bireyin bir psişik “sapıtma hali”ne bir “acze”, bir “zavallılığa” vb. indirgenerek ele alınmıyor bilim ve felsefe aleminde. Bir tek bunu not edelim bir kenara yeter de artar bile. İntihar üzerine “felsefî” ve “bilimsel” bir şeyler söylemek “soğuk” ve “bîçare” gelebilir; doğrudur, öyle de ama hiç değilse bir gencin intiharı üzerinden “cemaat yurtlarını savunmak” için safları sıklaştıracak kadar “alçakça” ve “iğrenç” değildir. Cemaat yurtlarının kapatılmasını savunmak için bir intiharı beklemek de en hafifinden bir “eblehlik” değilse nedir ki? Bu konuya geleceğim.
Durkheim de İntihar üst başlıklı Bir Toplumsal İncelemesi’nde[4] salt bireysel bir eylem gibi görünse de intiharın da toplumsal bir açıdan ele alınması gerektiğini söyleyerek onu üç başlık altında kategorize eder. İntiharın ilk türü egoistik intihardır. Bireyin toplumsal çevresiyle bütünleşmemesi sonucu olan intihar olayıdır. “Bireyi kendi başının çaresine bakmak durumunda bırakan etkenler ne kadar çoğalırsa, intihar olayları da o ölçüde artar.” Özer Ozankaya, çeviriye yazdığı önsözde Durkheim’in bu teşhisini “Durkheim bu saptamaya ulaşırken değişik dinsel inanç kümelerini birbirleriyle karşılaştırmaktadır. Katolik kilisesi ve Katolik mezhebinin, üyelerini topluluk yaşamıyla yoğun biçimde bütünleştirdiği için Katolikler arasında intihar olaylarının çok az görüldüğünü belirtmekte; buna karşılık bireyciliğin değerli tutulduğu, laik dünya ve toplum anlayışının özendirildiği Protestanlıkta birey ile toplumsal kümesi arasındaki bağlar gevşeyip koptuğu için Protestanlar arasında intihar oranının da daha yüksek olduğunu söylemektedir.”
Alturistic, ya da Ozankaya’nın Türkçesiyle elcil intihar, intiharın ikinci türünü oluşturmaktadır. Bireyin kendi başına bırakıldığı ortamların bencil/egoistik intiharı özendirici olmasına karşın, aşırı toplumsal bütünleşmişliğin de elcil/alturistik intiharı kolaylaştırdığını belirten Durkheim, bu ikinci durumda birey yaşamının âdetler, gelenekler ve alışkanlıklarla katı bir biçimde düzenlenmiş olduğuna, topluluğun (ister dinsel, isterse siyasal nitelikteki topluluğun) buyrukları gerektirdiğinde, bireylerin düşünmeden kendilerini öldürdüklerine işaret etmektedir. Hindistan’da eşi ölen kadınların, eşlerinin cenazesinde kendilerini yakmaları (suttee) buna örnektir.
İntiharın üçüncü türü, anomik intihardır. Bencil intihar bireyin toplumla yeterince bütünleşememesinden, alturistik intihar da aşırı bütünleştirilmesinden ileri gelirken, üçüncü bir intihar türü olarak kuralsızlık (anomik) intiharı da birey davranışlarında uyulacak ölçülerin bulunmamasından ileri gelmektedir. Özellikle kör piyasa ekonomisi içinde yoğunlaşmış olan bu intihar türü, bireylerin davranışlarını düzenleyecek kural ve ölçülerin bulunmaması karşısında, Durkheim’in deyişiyle ‘bireyin ufkunun ya aşırı genişlemesinin ya da aşırı biçimde daralmasının sonucu olmaktadır. Bu durumlara örnek olarak Durkheim beklenmedik zenginleşme ile boşanma durumlarını gösteriyor. Bu tür intiharlar, bir takım toplumsal bunalımlar sonucu, toplumun yapısında meydana gelen değişikliklerle bireyin yaşam biçiminin, değerlerinin alt-üst olması sonucu gerçekleşen intiharlar olarak tanımlamak mümkündür.
Cemaat yurtlarında kalan üniversite öğrencisi Enes Kara’nın ölümü Türkiye’nin me’şum “karşı mahalle” krizini yeniden canlandırdı. Bizim mahalle Kara’nın intiharından cemaat yurtlarının kapatılması kampanyasını devşirme derdine düşerken, Cumhur Mahallesi ve mahallenin siyasal İslâmcı ağabeyleri hem safları sıklaştıracak hem de laiklerin fırsat bulduğunda “İslâma saldırmak için nasıl da pusuda beklediklerini gösterecek” yeni bir müşevvik bulduklarına hayli memnun görünüyorlar: Enes’in intiharı yaklaşan seçimlerde safların sıklaştırılması için bir araçtır; o kadar.
Oysa, Fikret’in “bir devr-i şe’âmet”inden bile me’şum, yaşadığımız şu günlerde “üniversite öğrencisi” bir “gencin” intiharı hem bir üniversite çalışanı hem de bir baba olarak beni hayli etkiledi. Dönüp kitaplığımın alt raflarından Albert Camus’leri, Adalet Ağaoğulları’nı bulup çıkarıp masamın üstüne yığmam bu yüzdendir. Bir “evladın” bir “öğrencinin” bir “gencin” ölümü bir “baba”yı bir “hoca”yı üzemeyecekse… bir toplumu başka ne mahveder ki? “Bir insanı sevmekle başlayacak her şey” demiyor muydu Sait Faik Abasıyanık Alemdağı‘nda Var Bir Yılan’da.[5] Tanımdan bir insanı “sevmek” ve ölümüne “üzülmek”in devrimci bir tavır olmadığını söyleyebilecek olan var mı?
Bir intihar üzerinden cemaat yurtlarını hedef göstermeyi doğru bulmuyorum. Yok, yanlış anlaşılmasın, bunun sadece “bir intihar üzerine” yapılmasını doğru bulmuyorum. Aksine lafı eğip bükmeden açıkça söyleyeyim ki yanlış olan tarikatların üniversite yurdu açmasıdır. Bir intihar olsa da olmasa da, cemaat yurtları pir-ü pak olup misk-ü amber koksa da tarikat/cemaat yurt aç-ma-ma-lı-dır. Bunlar tez elden kapatılmalıdır. “Kopsun seni bir hak diye alkışlayan eller!..” diye bas bas bağırmalıdır. Aynı şeyler yıllar önce de söylendiğinde, “Cemaatler dershane, lise, üniversite açmamalı, bunlar kapatılmalı!” dendiğinde bıyık altından gülüp, “Fethullah Gülen Hocaefendi Hazretlerinin”(!) “Hizmet Hareketi” (!) ni anlamamakla bizi suçlayanlar, bugün de cemaat yurtlarının yanlarında saf tutanlar değiller mi?
Demin Tevfik Fikret’i andık ya, onunla bitireyim. Ne diyordu ünlü 95’e Doğru da “Düşman diyoruz; nerde bu? Hâricde mi, biz mi?”
Sahi siz üzüldünüz mü Enes öldü diye?
[1] Adalet Ağaoğlu, (1984), Dar Zamanlar II: Bir Düğün Gecesi, 7. Baskı, İstanbul: Remzi Kitapevi.
[2] Albert Camus. (2010), Başkaldıran İnsan, (Çev: Tahsin Yücel), 10. Baskı, İstanbul: Can Yayınları.
[3] Albert Camus, (2010), Sisifos Söyleni, (Çev:Tahsin Yücel), 15. Baskı, İstanbul: Can Yayınları.
[4] Emile Durkheim, (2002) İntihar, Bir toplumsal İnceleme (Çev. Özer Ozankaya), İstanbul: Cem Yayınları.
[5] Sait Faik Abasıyank. (2011), Alemdağı’nda bir Yılan Ankara: İşbankası Kültür Yayınları,