“George Orwell’ın 1984’ü Birdenbire En Çok Satan Kitap Oldu”.
Bu veya benzeri bir başlık Şubat ayının sonlarında Amerika Birleşik Devletleri’nin saygın gazetelerinin kitap eklerinde değil, haber sayfalarında yer alıyordu. Bir distopya olan bu klasikleşmiş kitap, Amerika Birleşik Devletleri’nde Amazon’un en çok satanlar listesinde zirve yapmıştı; kitapevleri on binlerce yeni baskısını yapıyordu. Penguen, kitabın 75 bin adet yeni baskısının yapılmasına karar vermişti; kitapçıların önünde kuyruklar oluşuyordu. Yaklaşık bir hafta içinde kitabın satışları patlamış, yüzde 9.500 artmıştı.[1]
Kitabın içeriği ile ABD’nin o günlerde içinden geçtiği siyasi süreç hakkında bilgisi olan herkes, kitaba bu aşırı ilginin nedeni hakkında fikir yürütebilir. Amerikan halkı, kitapta anlatılan dünya ile kendi yaşadıkları arasında bir benzerlik görmüş olmalıydı.
Yaklaşık yetmiş yıl önce yayımlanmış olan 1984, bitimsiz bir savaşın içine sürüklenen bir dünyada yaşanan korkuyu, düşmana karşı beslenen nefreti, her şeyi dinleyen ve gözetleyen bir iktidarı (Büyük Birader) ve bu iktidarın yarattığı “gerçek dışı” hayatı anlatır. “Kendi başına var olan, nesnel olan” hiçbir şey yoktur; Parti ya “Gerçeklik Bakanlığı” neyi gerçek olarak gösterirse “gerçek” odur.
Kitabın satışlarının tavan yapması, çiçeği burnunda başkan Donald Trump’ın danışmanı Kellyanne Conway’in yaptığı bir açıklama sonrasında gerçekleşmişti. Conway bu açıklamasında “alternatif gerçekler”den söz ediyordu. Başkan Trump’ın yemin törenine katılanların sayısı polemik konusu olmuştu; törene katılımın 200 bini geçmediği ifade edilirken, Trump sayının 1,5 milyon olduğunu söylemişti. Beyaz Saray Sözcüsü Sean Spicer da “yemin törenlerinde o güne kadar tanık olunan en büyük kalabalığın bulunduğunu” belirtmiş ve “her zaman gerçeklerle aynı düşüncede olmayabiliriz” (vba) diye eklemişti.[2]
Spicer’ın “yalan söylediği” iddia edilince, Conway devreye girmiş ve bunların yalan değil, “alternatif gerçekler” olduğunu iddia etmişti. Spicer’ın gafları (aslında yalanları demek daha doğru olacak) bununla sınırlı değil. Beyaz Saray Sözcüsü Spicer, işsizlik rakamlarıyla ilgili bir soru üzerine “işsizlik oranının bir rakam değil, his olduğunu” ifade etmişti. “Zira Trump, Obama yönetiminde işsizliğin arttığını savunuyor ve rakamların yüzde 42’ye kadar çıktığını öne sürüyordu. Oysa resmi rakamlar son yılların en düşük seviyesini, yüzde 4,6’yı” işaret ediyordu. [3] Şiddet eylemlerinin artması da rakamların “sığ” dünyasının ifadesinden başka bir şey değildi; önemli olan halkın bu konudaki duygularıydı.
Rakamların ve “gerçekler”in değil, insanların karşılaştıkları sorunlar karşısındaki “duygular”ının önemli olmaya başlaması yeni bir olgu değil. 1984’ün basılmasından önce, 1944 yılında Orwel, belki de kitabını tasarlarken, Hitler ve Stalin hakkında bir mektup yazmıştı ve şunları söylemişti: “…duygusal milliyetçiliğin ürkütücülüğü ve nesnel gerçekliğin varlığını inkâr etme eğilimi; işte, tüm gerçekler, yanılmayan Führer’in kelimeleri ve kehanetleri ile uyumlu hale getirilmelidir.”[4]
Faşist liderlerin yalanla kurdukları ilişki, kehanetlerin gerçeğin yerine geçmesi Orwell’ın kitabı için esin kaynağı olmuştu; ne var ki faşist rejimler Avrupa’dan çekildikten sonra da siyasetin yalanla iç içeliği sona ermedi. Sayısız örnek verilebilir; bilinenlerin sayısının da sınırlı olduğunu düşünmek gerekir.
ABD’nin siyasi tarihine yazılmış tipik örneklerden birisi Watergate skandalı. İlginç olan, 1970’lerde bu skandal yaşanırken de Orwell’ın kitabının sık sık anılmış olmasıydı; Nixon yönetiminin Vietnam Savaşı hakkındaki aldatmacalarına adeta bir ayna tutuyordu kitap.
Trump’ın başkanlığa gelmesinden sonra, 1984’ten iki yıl sonra yazılmış olan bir başka kitap da çok satanlar listesinde yukarılara tırmandı: Hannah Arendt’in klasikleşmiş yapıtı Totaliterliğin Kökenleri. 1984 gibi kurgusal olmayan; 1930’larda siyaset biliminin dil dağarcığına yerleşen bir kavram olan totaliterliğin tarihsel köklerine doğru siyaset teorisi içinden bir bakışın gerçekleştirildiği kitap şimdilerde umulmadık bir biçimde Amerikan okurlarının ilgisine mazhar oluyor.
Belki paradoksal bir durum; kitle desteği ile iktidara gelen baskıcı liderlerin yalan ve aldatmaca üzerine kurulmuş siyasetlerine yönelik bir tepki –elbette Trump’a karşı duyulan tepki- bir başka kitlesel tutumu doğuruyor: Belli kitapların satışlarının patlamasına yol açan kitlesel bir tüketim. İnsanların düşüncelerinin aynı noktaya doğru akışı ve kapitalizmi eleştiren metinlerin bir kez daha kapitalist ruh ile mas edilmesi. Arka planda ise geleceğe duyulan güvensizlik ve elbette korku yer alıyor.
Oysa liberaller ve özgürlükçü kesimler, seçim kampanyası boyunca Trump’ı destekleyenlerin kendi gelecekleriyle ilgili korkularının yol açacağı feci sonuçlara ilişkin endişelerini anlatıp durmuşlardı. “Cahil” ve duyarsız kesimlerin, “popülist” bir liderin yüzeysel, duygulara hitap eden, klişelerle tıka basa yüklenmiş söylevlerinin etkisinde kalarak hipnotize olduklarını düşünüyorlardı. Siyasete bir kez daha ve hatta çok daha güçlü bir biçimde yalanlar ve yanılsamalar hâkim olmuştu onlara göre. Yine de Trump’ın seçilememesine dair bir umutları vardı. Bu umut söndüğünde ise, bir ölçüde yaşadıklarını anlama çabası, galiba büyük ölçüde de şokun ve umutsuzluğun bir araya getirdiği, pekiştirdiği bir bütünlük (biz) içinde olma arzusuyla harekete geçildi. Satılan kitapların ne kadarının okunduğuna dair ise bir fikrimiz yok.
Geniş düzeyde (kalabalıklar şeklinde) yaşanan bu akışa eşlik eden, entelektüel düzeydeki benzeri bir eğilim ise Trump’ın faşist olup olmadığına dair tartışma. Prestijli gazetelerin köşe yazılarında ve bazı itibarlı dergilerde yer bulan bu tartışma, Trump’ın kişiliği bağlamında geliştiği gibi, onunla sınırlı olmayan, sistem değişikliği iddiasına giden bir “neofaşizm” tahliline kadar uzanıyor.
- Mustafa Öztürk’ün İslamcılarca linç edilmesi: Teoloji siyasetin hizmetinde - 7 Aralık 2020
- Devletin soyut bedeni - 30 Kasım 2020
- Cumhuriyetin ruhu (ilkesi) erdemdir - 1 Kasım 2020