Aşırı Sağ Popülizm: Kılık Değiştirmiş Faşizm mi?’

Popülizm ve Faşizm: Karşılaştırmak, Nedenleri Keşfetmek?

“Faşist”  nitelemesi sadece Trump için söz konusu değil. 2016’da bir Fransız mahkemesi Ulusal Cephe’nin lideri Marinne Le Pen’i “faşist” olarak adlandıran kişilerin buna hakları olduğu yönünde bir karar aldı. Macaristan’da aşırı sağın lideri Viktor Orban, bir “neofaşist diktatör” olarak değerlendirilebiliyor. İngiltere’de aşırı sağın partisi UKIP’in lideri Nigel Farage için de benzer bir niteleme söz konusu olabiliyor.[21]

Amerika ve Avrupa’da, etkili bir popülist söylem geliştiren liderlerin etrafında oluşan halkanın daha çok sayıda insanı içine alacak şekilde genişlemesi demokratlara elbette korkutucu görünüyor. 1984 gibi distopyaların ve demokrasinin öldüğü yönündeki kehanetlerin insanların gündelik yaşamlarında birdenbire bu kadar yer bulması anlaşılır bir şey. “Faşizm” sözcüğünün bu kadar sıklıkla kullanılması da, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı’da bir rejim ve değerler sistemi olarak kabul ettirilmeye çalışılan, reel sosyalist rejimlerin çözülmesinden sonra da alternatifi olmadığı ilan edilen liberal demokratik kurumlar ve değerler için alarm zillerinin çaldığını gösteriyor. Endişe duyulan nokta ise, liberal demokrasiye yönelmiş bir tehdit olan aşırı sağ kanat popülist söylemlerin iktidara taşındıkça sistemi yeni bir faşizm içine sürükleyecek olması –ki Trump yönetimi bunun için kimilerine göre bir örnek teşkil ediyor.

Bu durum, popülizm ve faşizm arasındaki ilişkiyi incelemeye açan yeni bir düşünce mecrası yaratıyor. İçinden geçilen süreci (Türkiye de dahil olmak üzere) anlamak açısından oldukça verimli bir tartışma. Kuşkusuz bugün aşırı sağ popülist liderler, partiler ve hareketler ile iki dünya savaşı arası dönemde yaşanan faşizmin liderleri ve partileri arasında ortak noktalar bulmak mümkün. Eco’nun “kök faşizm” tanımından hareket edenler, bir çırpıda popülist liderler ile faşist lider ve hareketler arasındaki özdeşlikleri görebiliyorlar.[22]

Yabancı ve göçmen düşmanlığı, yerleşik kurumlara yönelik hoşnutsuzluk ve eleştiri, karizmatik bir lider (hatta bir demagog) etrafında kenetlenme, ekonomik ve sosyal krizlerin yarattığı sorunlara yapılan vurgu ve bundan en fazla etkilenen sınıflara yönelik sesleniş,   yurttaşlarını koruyan ve refah sağlayan güçlü bir devlet vaadi, “yeniden güçlü bir ülke ve ulus” söylemi; korumacılık ve liberalizm karşıtlığı. Bütün bunlar aşırı sağ popülizmin içerdiği unsurlar. Hemen hemen bütün popülist akımlarda olduğu gibi, elitlerin olumsuzlanması, elit-halk ikiliğinden hareket edilmesi ve halkın (ya da milletin) iradesinin yüceltilmesi gibi öğeleri de içeriyor. Bu özellikler açısından bakıldığında (buna, popülist liderlerin kişilik yapıları ve takındıkları siyasi tutumlar da eklenirse) faşist ideoloji ile ortak noktalar sergilediğini görmek mümkün.

Ancak daha geniş bir bağlam içinde bakıldığında, farklılıkların benzerlikler kadar olduğu ve hatta daha belirleyici olduğu görülebilir.

Her şeyden önce Trump ve Avrupa’daki sağ popülist hareketler demokrasiye eleştirel bir tutum almış olsalar da “demokrasi karşıtı” değiller. Kuşkusuz, yerleşik kurumlara, siyasal elitlere yönelik eleştirel bir tutum sergiledikleri ve yürütmenin yetkilerini güçlendirecek bir eğilim içinde oldukları görülüyor; ama faşizmde olduğu gibi, siyasal partiler, parlamento, seçim sistemi, sivil toplum örgütleri, basın gibi liberal demokrasinin temel kurumlarını reddedip, demokratik hak ve özgürlüklere karşı cepheden bir karşıtlık geliştirmiyorlar. Güçler ayrılığı ve yargının bağımsızlığı Amerika’da olduğu gibi diğer Batı Avrupa ülkelerinde de yerleşmiş bir ilke ve kurumsal bir düzenleme. Hatta bazı uç örnekleri dışarıda bırakırsak, aşırı sağı destekleyen toplumsal kesimlerde de, özellikle Avrupa söz konusu olduğunda, yaşanan tarihsel deneyiminin getirdiği faşizme karşı bir refleks var. Elbette hiçbir şeyin garantisi olmaz, ama şimdilik çoğulcu yapıyı tümüyle ortadan kaldırmaya yeltenecek bir aşırı sağ olasılığı görülmüyor.

Her diktatörlüğün ve otoriter rejimin faşizm sayılamayacağı, siyaset biliminin en temel düzeydeki bilgilerinden biridir.[23] Faşizmin sadece otoriter değil; totaliter olduğunu da unutmamak gerekir. Her baskıcı siyasal rejim kolaylıkla faşist diye nitelenemez. Ekonomiden sanata, aileden dinsel inançlara, eğitimden basına toplumun her alanını kapsayacak bir ideoloji;  yayılmacı ve militarist bir bakış açısı; devletin topluma uzanan kolları olan çocuk, gençlik, kadın vb. örgütlenmeleri ve korporasyonlar;  tek yönlü bir propaganda ve kitlenin bu propaganda ile disipline edilmesi; partinin devletleştiği devletin partileştiği bir siyasal iktidar yapısı; partinin bir yan kolu gibi faaliyet gösteren paramiliter gruplar ve sokak çeteleri gibi unsurlar faşizmi tanımlamak açısından anahtar niteliğindedir. Bu unsurlardan pek çoğu, faşist partiler siyasal iktidarı ele geçirdikten sonra ortaya çıkmıştır; ama iktidar öncesinde paramiliter örgütlenmelerin faşizmin iktidara gelmesinde önemli bir etkisi vardır. Bu tür örgütlenmeler, [henüz] aşırı sağın siyasal ajandası içinde değildir; iktidara gelmede demokratik seçimler temel kabul edilmektedir.

Aşırı sağ popülizm ile faşizm arasındaki benzerlik ve farklılıkların ne olduğunun tartışılması, faşizme benzer bir oluşumla karşılaşılması durumunda buna yönelik önlemleri almak açısından elbette önemli.  Ancak bunun kadar önemli olan bir başka konu da, bu gibi hareketleri yaratan etmenlerin neler olduğunun anlaşılmasıdır. Hatta bu daha da önemli; çünkü sosyal dünyanın öngörülmesi zor ve karmaşık dokusuna karşın, benzer koşulların ortaya çıkmasını mümkün olduğunca engellemek bu sayede olabilir.

Sözgelimi Avrupa’da gelişen faşizmi iktidara getiren en önemli nedenlerinden birisi, savaş yenilgisinin ve iktisadi krizin yarattığı psikolojik-sosyal travmalara siyasi bir çözüm bulma vaadi ile ortaya çıkmasıydı. O dönemde iktidarda olan Alman lider ve yöneticiler sorunlarla başa çıkacak bir kapasite sergileyememişler, işsizliği artıran ve orta sınıfları zora sokan kemer sıkma politikalarını umutsuzca sürdürmüşlerdi. Sosyal demokratlar ile sosyalistler ise kitleleri ikna edecek alternatif bir siyaset ortaya koyamamışlardı. Sadece Almanya’da değil, diğer Avrupa ülkelerinde de, hükümetler ve ana akım siyasal partiler alternatif planlar ortaya koymakta son derece yetersiz kalmışlardı. 1930’larla birlikte liberal partiler itibar yitirdiler; bu partilerin piyasaya olan inancı, kapitalizmin krizine çözüm bulmada isteksizlikleri ve milliyetçiliğe düşmanlıkları, kitlelerin kendilerinden uzaklaşmalarına neden oldu.  Sosyalistler de ulusal aidiyetlere karşı duyarsız bir tutum geliştiriyorlardı. Komünistlerin en azından statükoya karşı eleştirel bir tutumları vardı, fakat sadece işçi sınıfını hedef kitle seçmeleri ve ulusal meselelerdeki uzak tutumları geniş kitlelere erişmelerinin önünde engel oluşturuyordu.

Pek çok Avrupa ülkesinde, sadece faşistler, ekonomik kriz ile bütünleşen demokrasinin çöküşü sürecinde iki şeyi birlikte gerçekleştirdiler: Yerleşik düzenin eleştirisi ve güçlü bir alternatif sunma.[24] Kitlelerin cezb edilişi, Hitler’in ya da karizmatik başka bir liderin retoriğinden çok bu iki unsurun birlikteliğine bağlıydı. Bunun sayesinde farklı sınıflardan ve ideolojilerden insanları kendi politikalarına devşirebilme ve diğer partilerin sağlayamadığı kadar geniş bir sosyal taban edinebilme imkânını buldular.

Bugün popülistlerin çokça başvurduğu; yerleşik düzenin ve siyasi elitlerin eleştirisi ile yeni bir ülke, yeni bir toplum, yeni bir dönem vaadi bize tarihten bu örneği hatırlatıyor olsa gerek. Benzer bir şey daha var; o da, merkezde yer alan ana akım siyasal partilerin, sosyal demokratların ve hatta sosyalistlerin, 2008 krizi sonrası derinleşen, kapitalizmin, küreselleşmenin ve liberal demokrasinin krizini ve sisteme duyulan inancın sarsılması sürecini yeterince çözümleyip ikna edici politika setleri ortaya koyamamaları.  Tipik bir örnek, Fransa’dan: 2017 Nisan ayının sonlarında yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde gündeme gelen, seçim sonuçları açısından etkisi küçük ama Le Pen’in neden yükseldiğine dair gösterge oluşturacak önemde bir haber, sosyalistlerin “kalesi” olarak bilinen Fransa’nın kuzeyindeki Henin-Beaumunt kentinin aşırı sağcı Ulusal Cephe’nin kalesi haline gelmesiydi.

Aslında süreç yeni değil, 2012 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde de Ulusal Cephe lideri Le Pen, oyaların yüzde 35’ini almıştı. Fransız yazar Bernard Dreano’ya göre “Son 20-25 sene egemen söylem neo-liberalizmdi. Geleneksel partiler özellikle sol partiler krizdeydi. Avrupa’da eskisine benzemeyen yeni bir milliyetçilik oluştu. Bu da kendini popülist partilerde gösterdi.”

Komünist Parti’nin zayıflaması, Sosyalist Parti’nin adının ise yolsuzluğa karışması bu gelişmeleri doğuran etkenlerden.  Ancak asıl önemlisi, burada yaşayan insanların kendilerini “unutulmuş” hissetmeleri. Kömür madenciliği kentin ana gelir kaynağını oluşturuyordu. Fabrikaların kapanması ve Doğu Avrupa’ya taşınması ile kentte işsizlik yüzde 20’lere çıkıyor.

Neoliberal politikaların etkisi kenti zayıf bir sanayi kentine dönüştürüyor. Komünistler ve sosyalistlerin çekilmesiyle ortaya çıkan siyasi alandaki boşluğu, kapı kapı dolaşıp insanları dinleyen, tartışan, “görünen ve dokunan” Ulusal Cephe dolduruyor.

Kentte işçilerin sınıfsal eğilimlerinin milliyetçilik eğilimi ile yer değiştirdiği düşünülüyor. Oysa siyasi tercihlerin arkasında katı milliyetçi ve ırkçı duygular değil, insanların gündelik kaygıları ve kendi hayatlarını sürdürme amaçları yatıyor; bunu görmek gerekiyor.

Belediye Başkanı da Ulusal Cephe’den ve başarılarını Trump’ın yaptığı gibi “korumacı politikaları” getirmek vaadine bağlıyor: “Küreselleşmeyi Avrupa’ya bir rüya gibi sundular. Ama gerçekte Fransız işçiler için bir kâbus… Ekonomik vatanseverliği, korumacı politikaları getirmek istiyoruz… Sol Cephe, Fransa’da başka kesimlere hitap ediyor ama son 10-15 yıldır işçi sınıfını tamamen terk etti. Sonuç olarak daha önce Sosyalistlere oy verenler şimdi Ulusal Cephe’ye veriyorlar, çünkü onları, onların işlerini korumamızı istiyorlar.”[25]

Ulusal Cephe’nin ilk tur oylamada, oyları yüzde 44’e çıkmış durumda!

Bu oldukça küçük ölçekteki örnek dahi, aşırı sağ popülizmin patolojilere ve spesifik bir gruba (ayak takımı, cahil yığınlar, “mob” gibi) indirgenemeyeceğini gösteriyor. 2016’ın sonlarında yapılan ABD başkanlık seçimlerinde de Demokratlar’ın kalesi “Pas Kuşağı”ndaki işçi sınıfının Trump’ı desteklemesinin arkasında aynı nedenleri görmek mümkün.

Küreselleşmenin “kaybedenleri” ile yüksek gelir grubuna dâhil olanların Çay Partisi aynı siyasi partide birleşebiliyor, konjonktürel de olsa…[26] Çay Partisi, aşırı muhafazakâr ve hatta Obama’ya yönelik tutumlarıyla ırkçı bir grup gibi görünüyor; aynı zamanda Obama’nın başkanlığında yaşanan finans krizine, hükümetin kurtarma çabalarıyla müdahale etmesine bir tepki olarak sağda patlıyor.[27]

Aşırı sağın sadece ekonomik ve sınıfsal nedenlerden beslendiği söylemek doğru olmayacaktır. Gerici siyasi hareketlerin kitle desteği sağlamalarında, kültürel yargılar, korkular, inançlar, her dönemde etkin araçlar olmuşlardır.  Yaygınlaşan cihadist saldırıların ve Orta Doğu’dan gelen göç dalgasının, aşırı sağın, tarihsel olarak az çok yerleşmiş korkular yanında kültürel önyargıları da harekete geçirmesine yaradığını göz ardı etmek mümkün değil.

Filiz Zabcı